Yeryüzü Şairleri: Furuğ Ferruhzad
“Benim için en önemli şey şiirdir…”
Bazı şairler vardır… Onlar sadece şiirleriyle şair olmazlar. Yaşamları da yazdıkları şiirin bir parçası olarak uzanır gider. Yani çoğunca şiir hayatın içerisinde bir yerde başlar, sonra kâğıda aktarılır ya da yazıya diyelim…
Aynı nedenle biz onların sadece şiirlerini okumayız. Yaşam öykülerini de dikkate değer buluruz. Sanki yaşam ve şiir bir sarmal gibi iç içe geçmiştir. Şiirlerini okudukça yaşamlarının, yaşamlarına baktıkça şiirlerinin bir kat daha derinine ineriz. Dilimize ilk kez Onat Kutlar ve Celal Hüsrevşahi’nin ortak çalışmalarıyla aktarılmıştır Furuğ şiirleri. O zamanlar Ankara’da öğrenci olan Celal Hüsrevşahi, bir vesileyle Onat Kutlar’la tanışır. Ve, birlikte bir seçme şiirler kitabı hazırlarlar.
Hafız’la, Mevlana’yla, Ömer Hayyam’la, Sadi’yle aşinası olduğumuz İran edebiyatı bu kez karşımıza, Nima Yuşic, Ahmet Şamlu, Menuçehr Ateşi gibi şairlerle beraber modern İran şiirinin öncülerinden de olan Furuğ’u çıkartır. O tarihten bu yana Türkçede, Furuğ’un şiirlerinden oluşan pek çok kitap yayımlandı. Bu kitapların hemen hemen hepsi çevirmen’in/çeviren’in kişisel beğenisi ile oluşturulmuş seçmeler kitabı. Yaşamı boyunca Tutsak (1952), Duvar (1956), İsyan (1957), Yeniden Doğuş (1963) adlı dört kitabı bulunan Furuğ’un genç yaşta ölümünden sonra yayımlanan son kitabı ise, İnanalım Soğuk Bir Mevsimin Başlangıcına (1974) olmuştur.
Ölümünden sonra neredeyse kırk yıl çoğu kimsenin dikkatini çekmeyen Furuğ şiirleri bu sürecin sonunda tekrar gün yüzüne çıkartılmış ve hak ettiği değeri nihayetinde bulmuştur.
Daha küçücük bir çocukken şiir söyleyen Furuğ, genç kızlık döneminde yazdığı üç şiiri alır ve Ruşenfikr Dergisi’nin yolunu tutar. O zamanlar bu derginin editörlüğünü yapan şair Feridun Moşiri, Furuğ’la ilk karşılaşmasını şöyle anlatıyor:
“Furuğ Ferruhzad’ın derginin ofisine geldiğini hayal meyal hatırlıyorum. O günlerde Abadan’dan Tahran’a yeni dönmüştü. Kendisini biraz yabancı hissediyordu. Saçları dağılmıştı ve elleri mürekkepliydi. Sanki ellerinde bir dolmakalem parçalanmış ve mürekkebi bulaşmıştı. Beni arıyordu ve “Moşiri nerede?” diye sordu. Yol gösterdiler. Odama geldi, selam verdi ve aynı yerde durdu. Buyur ettim ve oturdu. Onun için çay getirmelerini söyledim ve konuşmaya başladı. Üç tane şiir getirmişti. İlk kez yayımlanması için onlardan birisini seçtim. …
O şiir “Günah” şiiriydi. Benim için çok şaşırtıcıydı. Karşımda oturan kişi bir genç kızdan daha çok yetişkin bir kadını andırıyordu.”
Böyle başlıyor Furuğ’un şiir macerası. “Günah işledim hazla dolu bir günah/Titreyen, mest bir bedenin yanında/Ey Tanrım ne yaptım bilmiyorum ben/ O sessiz karanlık inzivada” diyordu. (Çev.: Makbule Aras)
Şiir çevirisi zordur. Her türlü çeviri edimi için, tek dili iyi bilmek yetmez belki ama söz konusu şiir olduğu zaman, işler daha da sarpa sarıyor. Biz okurlar, belki de bu yüzden bir şairin farklı çevirmenler tarafından çevrilen aynı şiirini yan yana koyup baktığımızda görebileceğimiz sessel, sözcüksel, ritimsel farklılıkları kıyaslarız. Kulağımıza hangi sesin, imgelemimize hangi sözdiziminin daha yakın geldiğine, hangisinin şiire daha yakın olduğuna bakmak isteriz. Kendi dilinde okuyup yazan okurlar olarak, kaynak dili bilmesek ve orijinal metinle kıyaslayabilecek bir bilgiye sahip olmasak bile, algıladığımız şeyin şiir olup olmadığını, sesin aksayıp aksamadığını, kendi dilimizde bunun bir imgeye denk düşüp düşmediğini anlayabiliriz. En azından aksaklık olduğunda biz de bir terslik olduğunu sezeriz ama belki bunu adlandıramayız. Burada dilimize gelen en kolay sözcükler “kötü çeviri” tamlaması olur. Burada çevirmenin marifeti de önemli yer tutar elbette. Bire bir sözcükleri çevirmekle kendini ödevlendiren çevirmenin yerine, şair olmasa bile dilinin imkânlarından, şiir bilgisinden haberdar olan bir çevirmen bizi “şiir”e en fazla yaklaştıracak olan çevirmendir.
Örneğin Furuğ şiirleri çeviren farklı çevirmenlerin çalışmalarına baktığımızda şöyle üç dizeyle karşılaşabiliyoruz:
“Ve bu beton ellerin güçsüzlüğünü”
“Ve bu çimentolu ellerin güçsüzlüğünün”
“Ve bu beton ellerin güçsüzlüğü”
(Birisinde bu dizeye hiç rastlayamıyoruz)
Yahut mesela, “armağan” ile “hediye”, “virane” ile “harabe”, “vakit” ile “zaman”, “evham” ile “kuşku”, “yeniden doğuş” ile “bir başka doğuş”, “inanalım” ile “iman edelim” sözcükleri, tamlamaları arasındaki hem ses hem anlam farklılıkları bizi bambaşka yerlere götürür. Burada iki aşamalı düşünmek zorunda kalırız. Birincisi hangi kullanım beni Furuğ Ferruhzad şiirlerine daha fazla yaklaştırır? Ki orijinal dili bilmeden bu soruyu cevaplamamız güçtür. İkincisi ise peki bu çevirilerden hangisi daha şiir tadında? Çünkü ben bir okur olarak, kendi başıma şiire emek verirken çeşitli algılardan faydalanırım, faydalanmak isterim. Okurken beni zorluyor mu? Bir şey kulağımı tırmalıyor mu? Ahengi var mı? Bende hangi adrese denk düşüyor ve benim zihnimde, belleğimde nasıl karşılık buldu? Beni hangi çağrışımlara itti? Tabii ki ne yazma eylemi ne de okuma eylemi, birer matematik problemi çözer gibi denklemde bilinmeyenlerin yerine verileri koymaya benzemez. Yani bu sorulardan söz edebiliriz ve cevaplar da iç içe bir halde karşılığını bulur ama burada olduğu gibi bir düşünüş yolu izlemeyiz.
Sonuçta gelmek istediğim yer, bir şiirin ya da bir şairin tüm şiirlerinin onu çevirenler tarafından aslında yeniden yazıldığı. Yani çeviri yapmak demek bir başka dilde yeniden yazmak demek… Özellikle de şiir söz konusu olduğunda bu düşünceye ulaşmak daha da mümkün.
Aynı uçurtmalar için, “cıvıl cıvıl”, “haylaz”, “afacan” sözcüklerini kullanmak yerine Makbule Aras’ın çevirisinde olduğu gibi “oyunbaz” sözcüğünü kullanmanın; Farsça da “oyun oynamak” anlamına gelen “baz kerden” sözcüğünden yol alarak, yaşamı boyunca Farsça şiirler yazan ve şiirlerini bize armağan olarak bırakan Furuğ Ferruhzad’a ve şiirine bizi bir adım daha yaklaştırdığını düşünüyorum.
Çeviri eserlere bakarken ya da onlarla ilgili tanıtım yazılarını okurken daha çok şiirlerin esas sahibi olan şairinden söz edildiğine tanık oluruz. Ancak o kitabı, o şairi ve o şiirleri bizim ulaşabileceğimiz hale dönüştüren çevirmenler, bu çevirilerin “doğru” ya da “yanlış”lığı, “iyi” ya da “kötü”lüğü de dikkate alınmalıdır. Bu çeviriler aynı zamanda “karşılaştırmalı çeviri okumaları”na imkân vereceği için hepimizin bu tür çalışmalara ihtiyacımız olduğu da aşikârdır.
Furuğ Ferruhzad gibi yaşamıyla ve şiiriyle, neredeyse tek başına devrim yapmış bir şairden elbette uzun süre söz edilecektir, şiirleri, mektupları, günlükleri dilimize çevrilmeye devam edecektir.
Can Yayınları’ndan çıkan, Makbule Aras’ın, Furuğ Ferruhzad’ın tüm şiirlerinden seçmeler yaparak Farsça aslından çevirdiği “Yeryüzü Ayetleri”, bizi söz ettiğimiz şekilde şairine ve şiirine bir adım daha yaklaştıran bir çalışma olarak ortaya konulmuş.
Ne diyordu Furuğ:
Sanıyorum…
Sanıyorum…
Sanıyorum…
Ve bahçenin kalbi güneşin altında iltihaplanmakta
Hafızası yeşil hatıralardan usul usul boşanmakta
(içim acıyor bahçeye)
baba diyor ki:
“benden geçti artık
benden geçti artık
ben yükümü taşıdım
bana düşeni yaptım”
ve odasında, sabahtan akşama
ya Şahname okuyor
ya Nasilı-ü- Tevarih.
baba anneye diyor ki:
“lanet olsun tüm balıklara ve tavuklara
ben öldükten sonra
ne fark eder bahçe olsun
yahut olmasın
bana emeklilik maaşı yeter”
Bahçeye Acıyorum
Dilem berâyi bâğçe mîsûzed
Çiçekleri düşünen yok!
Balıkları düşünen yok!
İnanmak isteyen yok:
Bahçe ölüyor!
Yüreği kabarmış bahçenin güneş altında.
Boşalıyor bahçenin zihni usul usul
yeşil anılardan!
Sanki bahçenin duygusu
soyut bir şey
bahçenin yalnızlığında solan.Evimizin avlusu yapayalnız.
Yabancı bir bulutun yağmasını bekliyor
evimizin avlusu.
Esniyor.
Ve boşalmış evimizdeki havuz.
Düşüyor ağaçların tepesinden toprağa
küçücük acemi yıldızlar.
Ve balık yuvalarının loş pencerelerinden
Öksürük sesleri geliyor geceler.
Evimizin avlusu yapayalnız.Babam Diyor:
“Geçti benden!
Benden geçti!
Eledim unumu,
Astım eleği.”
Ve odasında sabahtan akşama dek
Ya Şâhnâme okuyor
Ya Nâsihüttevârih.
“Lanet olsun balığına da kuşuna da!
Ben öldükten sonra
ne fark eder
ha bahçe olmuş
ha olmamış!
Yeter emekli maaşım bana!”Anamın bütün hayatı
Serilmiş bir seccade
cehennem korkusunun eşiğinde.
Anam her şeyin altında
arar bir günah izini
ve düşünür:
Bir bitkinin küfrü
lekelemiştir bahçeyi.
Anam dua okur gün boyu.
Doğal bir günahkârdır anam!
Ve üfler tüm çiçeklere.
Ve üfler tüm balıklara.
Ve üfler kendisine.
Anam bekler durur hep
ilahî bir zuhûru,
ilahî bir bağışı.Biraderim “kabristan” der bahçeye.
Biraderim güler otların kargaşasına
ve sayar
balık cenazelerini
suyun hasta kabuğu altında
bozuşmuş zerreciklere dönüşen.
Biraderim felsefe düşkünü.
Biraderim bahçenin şifasını
bulur bahçenin yok oluşunda.
İçip buldu mu kafayı
Yumruklar kapıyı, duvarı.
Ve çalışır söylemeye
çok dertli,
yorgun
ve umutsuz olduğunu.
Ve taşır umutsuzluğunu yanında
çarşıda, pazarda
Kimliği, takvimi, mendili, çakmağı,
tükenmez kalemi gibi.
Ve öyle küçüktür ki umutsuzluğu
her akşam
kaybolur meyhanenin izdihamında.Ve çiçek dostuydu kızkardeşim.
Yüreğindeki sade sözleri,
dayak yiyince anamdan,
götürürdü onların müşfik ve sessiz topluluğuna.
Ve konuk ederdi kimi zaman
balık ailelerini
güneşle,
tatlıyla.
Şehrin öte yakasında onun evi
Yalancıktan evler arasında,
Yalancıktan kırmızı balıklarla,
Sığınarak yalancıktan eşinin aşkına
Ve yalancıktan elma ağaçlarının dalları altında
Yalancıktan şarkılar söyler
Ve doğal çocuklar yapar.Ne zaman gelse bizi görmeye
Eteklerinin ucu bulaşır bahçenin fakirliğine,
Kolonya banyosu yapar.Ne zaman gelse bizi görmeye
Hamiledir hep.Evimizin avlusu yapayalnız.
Yapayalnız evimizin avlusu.
Gün boyu
un ufak oluş
ve çatırdayış sesleri gelir kapının ardından.
Bizim komşular bahçelerinde çiçek yerine
Makineli, top, tüfek ekerler hep toprağa.
Bizim komşular kapak koyarlar hep
çini havuzlarının üstüne.
Ve çini havuzlar,
-İstemese de kendileri-
gizli barut depoları.
Ve bizim sokağın veletleri
doldururlar okul çantalarını
küçük bombalarla.
Serseme dönmüş bizim evin avlusu.Yitireli beri kalbini
korkuyorum
bunca elin saçma tasavvurundan.
Ve korkuyorum
bunca suratın yabancı yabancı
cisme bürünüşünden.
Yapayalnızım ben
geometri dersini çılgınca seven
bir öğrenci gibi.
Ve düşünüyorum:
Hastaneye kaldırmalı bahçeyi.
Düşünüyorum…
Düşünüyorum…
Düşünüyorum da..
Yüreği kabarmış bahçenin güneş altında.
Ve boşalıyor bahçenin zihni usul usul
yeşil anılardan.
(Çeviri: Mehmet Kanar)
ah..
budur benim payıma düşen ,
budur benim payıma düşen ,
benim payıma düşen ,
bir perde asılmasının benden aldığı gökyüzüdür ,
benim payıma düşen , terk edilmiş merdivenlerden inmektir
ve ulaşmaktır bir şeylere çürüyüşte ve gurbette ,
benim payıma düşen anılar bahçesinde hüzünlü gezintidir.
ve ‘ellerini
seviyorum’ diyen
sesin hüznünde ölmektir..
ellerimi bahçeye dikiyorum ,
yeşereceğim , biliyorum , biliyorum , biliyorum
ve kırlangıçlar mürekkepli parmaklarımın çukurunda
yumurtlayacaklardır..
Yeniden Doğuş
Yeryüzü Ayetleri, Furuğ Ferruhzad, Can Yayınları, Şubat 2008
Bu yazı 2008 yılında Radikal Kitap Ekinde yayımlandı