Şimdi bu kentteyim.
İki bulvarın birleştiği köşebaşındaki kahvede oturuyorum. Karşı yolun uzantısında yeşil kubbeli yapıyı anımsar gibiyim. Ama ne olduğunu bilmek istemiyorum. Sağda üç, solda iki büyük yapı yükseliyor.
Bir rom daha söyleyeceğim. Karşıdaki saat 13:31’i gösteriyor. Altındaki iki ok, Presburg, Budapeşte ve Havaalanı yönlerini. Ardaki yapının üzerinde Burg tiyatrosunun üçüncü yapısı olduğu yazılı. Karşımda derinleşerek benden uzaklaşan alanda iki heykel var. Biri at üzerinde bir adamdan yapılmış, elindeki bayrağı yükseklere ulaştırmak isteyen biri. Daha ileride, görüntünün çatılarda son bulduğu çizgide; modern bir kule yükseliyor. Belki bir televizyon kulesi. Lokantası olan ya da olmayan bir kule.
Yirmi altı saat önce Kafka’nın mezarı başında oturdum. O boş, sessiz, yeşil Yahudi mezarlığında bir ağacın altında. Onun mezarının yanıbaşında.
Şimdi önümden tek kollu bir adam geçiyor. Hemen bir görüntü, yirmi bir yıl öncesinden bir resim daha belirginleşiyor. O zamanki kentin sakat adamları. Tek bacaklı. Kolsuz. Elsiz. Belki bir bölümü öldü. Savaştan sağ çıkanların bir bölümü. Ama bir bölümü yaşıyor ve onlardan biri caddede karşıdan karşıya geçiyor. Bu canlı savaş görüntüleri.
Artık gitmeyeceğim. Nereden geldiğim sorusunu yanıtlamak istemiyorum. Hiçbir yerden gelmiyorum. Kendimden başka.
Cumartesi, Carmer caddesindeki İtalyan lokantasının yaya kaldırımına çıkarılmış sandalyelerde oturuyoruz. Hava boğucu. Bulutlu. Ardından yağmur yağacak. Her algıyı uykunun derinliğine gömdüğüm bir anda uyanıyorum. Hemen belirleniyor. Şimdi Sabaha del uyuyamayacaksın. Uğraştığı işle, çıktığı gezilerle, oturduğu insanlarla, gittiği kahvelerle, aradığı arkadaşlarıyla, ya da her hangi bir hareketliliğiyle yaşayan bir insan değilsin. Tersine, her davranışında gene kendini yaşıyorsun, bir yolculuğa çıkmak için de bu nedenle karar veremiyorsun. Nasılda her gittiğin yerde kendinsin. İki saat sonra Hamburg’a uçan büyük uçaktasınız. Uçak, sonra Londra ve San Francisco’ya devam edecek. Öyle büyük bir fırtına var ki. Boşlukta oradan oraya atılıyorsunuz. Çocuğu, Lufthansa ile Stockholm’a yolluyorsun. Çocuğun yaşama gerçekçi biçimde sarılışı var. İçini burkan bir durum. O kuzey ülkesini hiç düşünmek istemiyorsun. Oradaki yakınlarına duyduğun özlemi de. Duyarlığa hiç yer yok. Zaman da. Ne güzel bir olgu, yaşam ve ölümü düşünmek yerine, daha ciddi, gerçekçi konularla uğraşan insanlar var.
“ –Sizin gibi insanlara yer yok. Bana acı çektiriyorsunuz. Başında fırtınalar esiyor, gözleri kıpkırmızı.
Stefano gülümsedi:
-Biz dünyaya kendi kendimize acı çektirmek için geldik, dedi.”
Otobüse biniyorsun. Kente doğru. Senden başka bir Amerikalı var. Şoförde yabancı. Büyük otobüste üç yabancısınız. Hamburg’da Pazar günü cansız. Tek yaşayan rüzgar. Şoför kaset çalıyor. İnsanın içinde duygular uyandıran gelişigüzel bir müzik. Belki de özlemler uyandıran. Başka hiç bir şey. Ama acıyı da kamçılıyor.
Böyle yaşıyorsun 4 Temmuzu. Bir tren bileti alıp, istasyonun önü, yanı ya da arkasında dolaşmaya başlıyorsun. Kentin aylar önce gezdiğin büyük limanını, nehir altına inen asansörlerini, barlarını, genelev sokaklarını, genç ve yaşlı orospularını düşünüyorsun. Yayalara ayrılmış bir alana varıyorsun şimdi. Kentin büyük limanının boyutları o serin yaz gününde. Oysa işte bugünde serin bir yaz günü. Sonbaharı andıran bir gün. Caddeler boyunca uzanan yapılar, dükkanlar büyük mağazalar ve tek tük lokantalar… Dükkanlar, ülkenin her kent ve kasabasında satılan mallarla dolu. Kapalı alana
tezgahlar kurulu. Tezgahlar burada her yaya alanında ya da Pazar caddelerinde satılan Üçüncü Dünya mallarıyla dolu.
Rüzgar serin.
Sosisler kızarıyor.
Babalar çocuklarıyla ilgileniyor.
Anneler dinlenmeye çalışıyor.
Yaya alanı dışında caddeler boş.
Lokantalar da.
Dediğim gibi. Yaşayan bir rüzgar. Ve Pazar..
Otuz yıl öncesi kentimin küçük burjuva mahallesindeki kadar ölü bir Pazar. Yalnız evler görkemli. Mağazalar görkemli. İnsanlar iyi giyimli. Ancak içlerinde soluk yok. Soluk yok.
Hamburg’dan Berlin Zoo İstasyonuna giden trenin lokantasında oturuyorum. Karşımda bir adam. Birazdan konuşmaya başlıyoruz. Berlin’de avukat olduğunu, ama Hamburg yakınında oturduğunu söylüyor. Birçok zengin, politik nedenlerle Berlin’i bırakmıştır. Arada bir gelip, işlerini yaparlar, ama bahçeli evleri, kanılarınca daha güvenli buldukları Batıda yer alır. Şimdi bana Katolik dininin nimetlerini anlatıyor. Her insanı severek dinlerim. Kaygım vardır. Ne düşünürler, yaşama nasıl bakarlar diye. Ama hangi ülkede olursa olsun ortaçağ düşüncesinden sıyrılmış bağımsız insana az rastlıyorum.
Yeryüzünün en güçlü insanları Katoliklerdir. İnsan taşlarla konuşsun daha iyi. Su ile, bulutlu gökyüzü ile, gecenin
sessizliği ile konuşsun daha iyi. Ama Yükseköğrenim görmüş bir Katolik ile konuşmasın. Avukat, bir de Alman Katolik Birliği Partisi’ne oy verdiğini söylemiyor mu. Ama Kohl’u pek tutmuyor. Partinin daha güçlü bir adama gereksinimi var, diyor. Bu avukatın iki olumlu özelliği var: Birincisi durmadan sigara içmesi; öbürü durmadan içki içmesi. Üstelik Camel sigarası içiyor. Tütünden anladığı belli. Diğer olumlu yanı da, bu hatta işleyen Doğu Alman tren personeli ile dostluğu. Önemsiz konularda onları savunuyor bile. Tabii söz savaştan da açılıyor. Bu trenlerde gidip gelirken savaş mutlak konuşulur ve sonuçları apaçık yaşanır.
Şimdi önümden atlı arabayla turistler geçiyor. Viyana’nın 17. Yüzyılını, yaşamak istiyorlar. Bu denli çok araba ve boğucu egzoz gazı içinde.
Güneş ısıtıyor. Dört haftadır ilk kez kahvelerin önlerinde açık havada oturulabiliyor.
“Yaşanacak bir yaşam vardır.
Binilecek bisikletler vardır.
Yürünecek yaya kaldırımları ve tadına varılacak gün batışları vardır.”