escort bayanlar ankara escort,

izmir escort bursa escort izmir bayan escort istanbul escort antalya escort izmir escort bayan izmir escort bursa escort bursa escort kızlar istanbul escort bayan gaziantep escort istanbul escort istanbul escort kızlar istanbul escort

Theodor Adorno: Yanlış hayat doğru yaşanmaz (Minima Moralia ve Hayatı)

0

1951’de yayımlanan kitap Theodor Adorno’nun başyapıtı olarak kabul edilir. Adorno bu kitapta bir anlamda ilgilendiği tüm konuları -felsefi meseleler, gündelik yaşam, siyaset, edebiyat ve müzik, faşizm,ırkçılık, tahakküm, işçi hareketinin tarihi ve sorunları vb.- ele almış ve değerlendirmiştir. Kitap bazıları uzun, bazıları kısa fragmanlar şeklinde yazılmıştır.

bu da bizden olsun dedik:)

Kitabın iç-altbaşlğı “Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar” dır. Bu altbaşlık hem Adorno’nun kişisel tarihini açıklamak hem de o tarihlerden itibaren şekillenmeye başlamış olan toplumsal yaşamı ortaya koymak bakımından oldukça anlamlıdır. Modern yaşamın geldiği noktada yaşam yabancılaşmanın vardığı boyutlar itibariyle sakatlanmıştır ve öte yandan Adorno Nazi iktidarıyla sürgünlükte yani kişisel anlamda da ayrıca sakatlanmış bir yaşam içindedir. Fragmanlar, hem bu genel hem de özel tarihin izlerini sürerek okunabilir. Çünkü, en genel anlamda bu kitap, Adorno’nun kendi deyişiyle, “kederli bir bilim” olan ve çoktan unutulmuş olan “doğru yaşam öğretisi” hakkındadır.

Bu doğrultuda kitap yer yer umutlu arayışları dile getirir ve yer yer de karamsar ve kederli bir çıkışsızlığı dillendirir gibidir. Kitap en genel anlamda Etik hakkındadır diyebiliriz bu nedenle. Pek çok başka argüman ve önerme varolmakla birlikte, Adorno’nun tüm eleştiri ve değerlendirmesini kitaptaki şu sözleriyle ortaya koymak mümkün: “Yanlış yaşam doğru yaşanmaz

Minima Moralia, varoluşçuluk ve psiko-analiz gibi bir dizi düşünce disiplininin yanı sıra; Kant, Nietzsche, Heidegger gibi birçok düşünürle yapılan eleştirel diyaloğun ürünüdür. Adorno’nun kendine özgü yöntemi, bu kitapta yine tamamen özgün olan üslubuyla kendini gösterir. Özel alandan genel tarihe ve özneyle ilgili tüm disiplinlere uzanan bir açıklama yelpazesi kullanır ve buradan hareketle çıkarımlarını felsefeye doğru geliştirir.

Adorno, amacını, “her noktası merkeze aynı uzaklıkta olan bir yazıya ulaşmak” olarak belirtmiştir ki, Minima Moralia, bu amacın hem kullanılan dil hem de kitaptaki konuların genel dağılımı açısından çok özel bir örnek olarak ortaya konulmasıdır. Ele geçirilmesi ve belli bir nokta da kapatılması olanaklı olmayan bir ifade tarzı kullanılmıştır.

Kitabın Türkçe çevirisi, Orhan Koçak ve Ahmet Doğukan tarafından yapılmış ve kitap aynı isimle 1998’de Türkçe olarak yayımlanmıştır. (Bkz:Minima Moralia, Thedor W.Adorno, Metis Yayınları/Üçüncü basım, Kasım 2002)

 

Son olarak. Umutsuzluk karşısında sorumlu bir biçimde sürdürülebilecek tek felsefe, her şeyi kurtarılmanın bakış açısından görünecekleri biçimiyle düşünme çabasıdır. Kurtarılışın dünyaya saçtığı ışıktan başka ışığı yoktur bilginin; başka her şey kurgudur, tekrardır, sadece tekniktir. Perspektifler oluşturulmalı, öyle perspektifler ki dünyayı yerinden uğratsın, yadırgatsın, onu bütün çatlakları, kırışıklıkları, yara izleriyle birlikte bir gün mesihin ışığında görüneceği gibi sefalet ve çarpıklığıyla göstersin. Keyfiliğe ya da cebre kaymadan, sadece nesnelerle temas yoluyla böyle perspektiflere ulaşmak düşüncenin görevi sadece budur. En kolay şeydir bu, çünkü durum bunu istemektedir bizden, çünkü sonuna kadar götürülen negatiflik, adı konduğunda ve göz kırpmadan yüzleşildiğinde, kendi karşıtının ayna imgesini verir. Ama aynı zamanda en imkansız olan şeydir, çünkü varoluşun menzilinin dışında duran, bir milim bile olsa dışında duran bir bakış açısını gerektirir; oysa hepimiz biliyoruz ki herhangi bir geçerli bilgi ancak var olandan elde edilebilir, ama böyle olduğu için de kaçmaya çalıştığı sefalet ve çarpıklığın izlerini taşır. Düşünce, koşulsuz olan adına kendi koşulluluğunu ne kadar yadsırsa, dünyaya da o kadar bilinçsizce ve dolayısıyla o kadar yıkıcı biçimde teslim eder kendini. Sonunda kendi imkansızlığını bile mümkün olan adına kavramak zorundadır. Ama düşüncenin böylece altına girdiği yükün yanında, kurtarılmanın gerçekliği ya da gerçek dışılığı sorunu da pek önemsizdir.

“Erkeğin üstünlüğünü öne süren ve düpedüz yalan olan ideolojinin altında gizli bir ideoloji vardır, ötekinden daha doğru da olmayan bir ideoloji : zayıftır erkek, çekip çevirmelerin, manevraların, yalan dolanın kurbanıdır. oysa kılıbık koca da düşman dünyayla boğuşmak üzere evden çıkanın gölgesidir.” 

“Belki orada da aynı şarkı çalıyordur, kim bilir.. Orada olmasa da belki de dünyanın herhangi bir yerinde aynı şarkıyı dinleyen, kendinden geçen, belki sevişen fahişeler, aldatan eşler, aç gözlü kalpler, yedi büyük günahtan birini işleyen bedenler vardır. Biliyorum, fahişe lafını kullanmam sana bir terbiyesizlik gibi gelir. Okuduktan sonra kafanı hafifçe benden yana olmayan tarafa çevirerek burun deliklerini genişletir, derin bir nefes alırsın. Belki de artık bunların hiçbirini yapmayacak kadar çok değişmişsindir. Uzun zaman oldu, insan hep sevdiklerinin aynı kalacağını düşünüyor. Günden güne değişseler bile o “ilk” günlerin sıcaklığını hâlâ bir yerlerde taşıdıklarını ve sanki sihirli bir değneğin o günleri geri getireceğine inanıyor. -Ne de olsa hepimizin içinde ölmek bilmeyen bir çocuk var- Ama benimki öldü, lütfen kimselere söyleme.”

“Hakikatin yalan, yalanın da hakikat gibi göründüğü bir dönemeçteyiz şimdi. her açıklama, her haber, her düşünce daha önce kültür endüstrisinin merkezlerinde biçimlendirilmiş olarak geliyor bize. böyle bir ön-biçimlendirmenin tanıdık izini taşımayan şeylerse inandırıcılıktan yoksun bulunuyor, çünkü kamuoyu kurumları ortaya sürdükleri her şeyi bin türlü olgusal kanıtla ve topyekun iktidarın el koyabildiği her çeşit makullük aylasıyla donatabiliyorlar. bu türden basınçlara direnen doğrular, imkansız görünmenin yanında, kültür endüstrisinin son derece yoğunlaşmış yayım aygıtıyla yarışamayacak kadar da güçsüz kalıyor. almanya’nın sunduğu uç örnek, genel mekanizmayı da aydınlatır. nasyonal sosyalistler uyguladıkları sistematik işkenceyle almanya içindeki ve dışındaki halklara dehşet salmışlardı; ama hunharlıklarının inanılmaz boyutlara varması onları teşhir olmaktan da kurtarıyordu. eylemlerinin akla sığmazlığı, herkesin o pek kıymetli barışı korumak adına zaten inanmak istemediği ama aynı zamanda teslim de olduğu şeye inanılmamasını kolaylaştırıyordu. titrek ve dokunaklı sesler işitiliyordu: ‘zaten her şey çok abartılmıyor mu’. savaşın patlak vermesinden sonra bile toplama kamplarıyla ilgili ayrıntılar ingiliz basınında rağbet görmemişti.”

“Ancak mutlak yalan doğruyu söyleyebilir bugün. doğruyla yalanın ayrım yapmayı nerdeyse imkansızlaştıracak ölçüde birbirine geçmesi ve en basit bilgi parçasına tutunmanın bile bir sisyphos emeği gerektirmesi, savaş alanında yenik düşen ilkenin mantıksal örgütlenme alanında zafere ulaştığının işaretidir. yalanların uzun bacakları vardır: kendi zamanlarının önünde giderler. hakikatle ilgili her sorunun iktidar sorununa dönüşmesi – eğer iktidar tarafından imha edilmeyecekse hakikatin de kaçınamayacağı bir süreç- eski despotik düzenlerde olduğu gibi hakikati bastırmakla kalmıyor, doğruyla yalan arasındaki ayrımın yüreğine saldırıyordur: kiralık mantıkçıların zaten vargüçleriyle silmeye çalıştıkları bir ayrım.”

“En eskiyi şimdide bulma umudu, hayvan doğasının -insana rağmen değilse bile- insandan gördüğü kötülüğe rağmen varkalabileceği ve daha iyi bir türün, sonunda yaşamın vaadini yerine getiren bir türün doğumuna yol açabileceği umudunun da ifadesidir. hayvanat bahçeleri de aynı umuttan kaynaklanır. nuh’un gemisi düzenine göre kurulmuşlardır, çünkü ortaya çıkışından beri burjuva sınıfı tufanı beklemektedir.”

“Ateş hattından uzakta. –  Hava taarruzlarıyla ilgili haberlerde uçakları üreten firmaların da adı geçiyor çoğu zaman: Focke-Wulff, Heinkel, Lancaster – şimdi bunlar aldı konuşmalarda bir zamanlar Hussar süvarilerinin, mızraklı birliklerin, zırhlı şövalyelerin tuttuğu yeri. Yaşamı yeniden-üretmenin, ona tahakküm etmenin ve onu yok etmenin mekanizmaları birdir ve bu yüzden sanayi, devlet ve sanayi iç içe geçmiştir. O zaman abartma sayılmıştı, ama “savaş ticarettir” diyen kuşkucu liberallerin haklı çıktığı görülüyor bugün: Devlet, kâr dünyasının tikel çıkarlarından görünüşte bile bağımsız değil artık; aslında her zaman onların hizmetindeydi, şimdi ideolojik olarak da oraya yerleşti. Kentlerin yıkımındaki baş müteahhitin adının her anılışı, her alkış, imar zamanında da en iyi komisyonları almasını sağlayacak itibarı kazandırıyor ona.”

Her şeyden önce, çocuğum— Yalanın ahlak dışı olmasının nedeni, kutsal ve dokunulmaz hakikati çiğnemesi değildir. Onları daha da köşeye sıkıştırıp yok etmek amacıyla üyelerinin ağzından işkenceyle laf alan bir toplum, hakikat üzerinde hak iddia edemez. Tümel hakikatsizlik tikel hakikat üzerinde ısrar ederse, onu kendi karşıtına dönüştürmüş olur. Yine de, her yalanın içinde itici bir şey vardır ve bunun bilinci, kırbaçla aşılanmış olsa bile, zindancıların daha iyi tanınmasını sağlayacaktır. Asıl yanlışlık, aşırı dürüstlüktür. Yalan söyleyen adam utanç duyar, çünkü her yalan, hakikat ve dürüstlüğe övgüler düzerken bir yandan da yaşamak için insanı yalan söylemeye zorlayan bir dünyanın alçaltıcılığını öğretir ona. Bu utanç, daha incelmiş, daha karmaşık kişiliklerin yalanlarında gedikler açar.

 

Beceriksizce yalan söylerler; karşıdaki kişi açısından yalan bir ayıba, bir kabahate dönüştüren de bu beceriksizliktir. Yalan söyleyenin onu aptal sandığını gösterir bu, bir horgörü belirtisidir. Bugünün usta pratisyenlerinin elinde, gerçekliği çarpıtmaktan ibaret olan eski dürüst ve masum işlevini yitirmiştir yalan. Kimse kimseye inanmamakta, herkes her şeyin içyüzünü bilmektedir.

Yalan söyleyen adamın asıl söylemek istediği, karşısındaki insana da onun kendisi hakkındaki düşüncelerine de kayıtsız olduğunu hissettirmektir. Bir zamanlar liberal bir iletişim aracı olan yalan, her bireyin, kendi çevresinde buz gibi bir atmosfer oluşturarak bu atmosferin sığınağı içinde semirmesini sağlayan küstahlık yöntemlerinden biri haline gelmiştir bugün.

Ayrılmış – birleşmiş. — İnsanca gerekçelerini yitirmiş olduğu bir çağda yine de yaşamaya devam eden evlilik kurumu, bugün genellikle bir sağkalma hilesi olarak kullanılıyor: İki suçortağı, aslında kokuşmuş bir bataklıkta birlikte yaşarken, birbirlerine yaptıkları kötülüğün sorumluluğunu da dışarıya yöneltiyorlar. Kirden uzak tek evlilik tarzı, iki eşin de bağımsız bir yaşam sürdürdüğü, cebri bir ekonomik çıkar ortaklığına katlanmak yerine birbirlerine karşı sorumluluklarını özgürce kabullendikleri bir evlilik olurdu. Bir çıkar ortaklığı olarak evlilik, ilgili tarafların alçalması anlamına gelir her zaman; ve öyle hain bir dünyadır ki bu, farkında olanlar bile kaçınamaz böyle bir alçalıştan. Bu nedenle. ahlaksızlıktan uzak bir evliliğin ancak özel çıkarlarının peşinde koşmak zorunda olmayanlara, demek zenginlere özgü bir imkan olduğu da söylenebilir. Ne var ki sadece biçimsel, içi boş bir imkandır bu, çünkü çıkar peşinde koşmak tam da bu ayrıcalıklı kesimlerde bir ikinci doğa haline gelmiştir – mutluluk da dahil hiçbir ayrıcalığa tutunmaya çalışmazlardı eğer böyle olmasaydı.

Bütün malım ve mülkümle —Boşanma, iyi huylu, yumuşak başlı, eğitimli insanlar arasında gerçekleştiğinde bile, değdiği her şeyi kaplayan ve solduran bir toz bulutu kaldırır çoğu kez. Mahremiyetin alanı, paylaşılmış yaşamın o biraz dalgın, korunmasız güveni, ilişki koparıldığı anda öldürücü bir zehire dönüşmüştür sanki. İnsanlar arasındaki yakınlık, sabırdır, hoşgörüdür, saplantılar ve tuhaf huylar için bir sığınaktır. Açığa çıkarıldığında içindeki zaaf anını da belli eder ve boşanmada da böyle bir açığa çıkma kaçınılmazdır. Güvenin bütün envanterine el koyar boşanma. Daha önce sevgi ve özenin göstergeleri olan şeyler, barışın ve karşılıklı uzlaşmanın imgeleri, bağımsız değerler olarak serbest kalırken, kötücül, soğuk, habis yönlerini de gösterirler. Profesörler, ayrıldıktan sonra, karılarının dairelerine gizlice girerek yazı masalarının çekmecelerinden bir şeyler aşırırlar ve hali vakti yerinde kadınlar da eski kocalarının vergi kaçakçısı olduğunu ifşa ederler. Evliliğin şu evrensel şefkatsizlik içinde insanca hücreler kurmanın son imkanlarından biri olduğu söylenebilir belki; ama evrensel de evliliğin bozulmasıyla kendi öcünü alır: Kural dışı kaldığını sandığımız şeye el koyarak onu hakların ve mülkiyetin yabancılaşmış taleplerine bağımlı kılar, hayali bir güvenlik içinde yaşamış olanları alaya alır. Tam da en korunmuş olan şey hunharca meydana çıkarılarak teşhir edilir.

Ayrılmış çift daha önce ne kadar “cömertse”, mülkiyet ve yükümlülük gibi şeylere ne kadar az kafa yormuşsa, alçalışı da o kadar sefilce olur. Çünkü çekişmenin, sövgünün ve sonu gelmeyen çıkar çatışmalarının asıl gelişme ortamı, tam da bu hukuksal olarak belirsiz, tanımlanmamış alandır. Evlilik kurumunun altındaki bütün o karanlık temel; karısının emeği ve mülkiyeti üzerinde kocanın o barbarca iktidarı; bir erkeği yatmaktan vaktiyle zevk duyduğu bir kadınla evlenmeye zorlayabilen ve bir öncekinden daha az barbarca olmayan o cinsel baskı – ev yıkılınca bütün bunlar da mahzenlerden ve temellerin arasından sürünerek gün ışığına çıkarlar. Daha önce iyi evrenseli kapalı ve kısıtlayıcı bir bağlılığın içinde bulmuş olanlar, şimdi toplumun baskısı altında, dışarıdaki kısıtlanmamış kötülüğün evrensel düzeninden hiç farklı olmayan alçaklar olarak görmek zorunda kalırlar kendilerini. Evrensel, evlilikte tikelin utanç lekesi olarak açığa vurur kendini, çünkü bu toplumda tikelin, demek evliliğin, doğru evrenseli gerçekleştirmesi imkansızdır.

Inter pares — Erotik nitelikler alanında bütün değerlerin tersyüz oluşu nerdeyse tamamlanmak üzere. Liberalizmde, bizim zamanımıza gelinceye kadar, varlıklı kesimlerden evli erkekler, kapalı bir ortamda yetişmiş mazbut eşlerinden alamadıkları doyumu, şarkıcı kızlarda, bohem kadınlarda, Viyanalı süsse MadeMe, [“tatlı dilberler”] ve cocotte’larda [“hafifmeşrep kadınlar”] arama alışkanlığındaydılar. Toplumun rasyonelleşmesiyle birlikte, bu kaçamak mutluluk imkanı da ortadan kalktı. Cocotte’lar ortadan kayboldu, süsse Madel’in de Anglo-Sakson ülkelerinde ve teknik bir uygarlığa sahip öteki toplumlarda belki de zaten hiçbir karşılığı yoktu. Buna karşılık, bugün birer asalak gibi kitle kültürüne yapışan şarkıcı kızlar ve bohem kadınların da bu kültürün mantığına sımsıkı bağlandıklarını görebiliyoruz; o kadar ki, bütün şehvetiyle bunların anarşisine, kendi mübadele değerlerini özgürce belirleyişlerine koşan adam, ertesi sabah, kadını asistan olarak kendi yanına almasa bile, hiç değilse tanıdığı bir film patronuna ya da senariste tavsiye etmeye söz vermiş olarak uyanma riskini göze almak zorunda kalıyor. Bugün, hesapsız aşkı andıran bir şeylere hala istek duyan kadınlar, tatlı kaçamaklar uğruna kocalarınca ihmal edilmiş olan o hanımefendilerin arasından çıkıyor sadece. Kocalarının kusurları yüzünden onların gözünde anneleri kadar sıkıcı olmaya devam etseler bile, kendilerinden esirgenen şeyi onlar başkalarına verebiliyorlar hiç değilse. Çoktan frijitleşmiş hafifmeşrep kadın iş dünyasını temsil ederken, iyi yetiştirilmiş mazbut eş özlemle dolu ama hiç de romantik olmayan bir cinselliği üstleniyor. Demek sosyete hanımları da kendi onursuzluklarının onuruna erişiyorlar sonunda – ortada ne sosyetenin, ne de hanımların kaldığı bir anda.

 

“Hayata bakışımız, artık hayat olmadığı gerçeğini gizleyen bir ideolojiye dönüşmüştür.”

“Çarpıtılmış bir yaşamın geriye kalan tek imgesi ölümdür.”

“Biz derken aslında “ben”i kastetmek, hakaretlerin en örtülüsüdür.”

 “Aşk farklı olanda benzerlik görme gücüdür.”

“Tek bir sohbet yok ki bahse tutuşma fırsatıyla zehirlenmiş olmasın.”

 “Bir insan ancak başka insanlara öykünerek insan haline gelir.”

“Dünya artık insanları dilsizleştirdiğine göre, kişiler de birbirleriyle konuşmadıkları sürece haklı konumda olacaklardır.”

“Kocanın otoriter iddialarıyla özel alanda zorunlu olarak ortaya çıkan çaresizliği arasında gülünç bir oransızlık vardır.”

“Burjuvazi hoşgörülüdür oysa: insanları oldukları gibi sever, çünkü onların olabileceklerinden nefret eder”

“Bir insana uygulanan şiddet,onun uyguladığı şiddeti unutmamıza neden olur.”

“Kitapların çoktandır kitaba benzemekten çıktığı bir dünyada gerçek kitap da bir kitap olamaz artık. Burjuva çağını başlatan, matbaanın icadıysa eğer, şimdi ona mimeografla, yayının bu tek kibirsiz biçimiyle son vermenin zamanıdır.”

(Theodor W. Adorno, Minima Moralia-Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar, Metis Yayınları)

 

Theodor Adorno Hayatı ve Biyografisi

Theodor W. Adorno (Theodor Ludwig Wiesengrund-Adorno), 11 Eylül 1903 yılında Frankfurt am Main’de doğmuş ve 6 Ağustos 1969’da İsviçre Visp, Visp, Valais, İsviçre’de bir klinikte hayata gözlerini yummuş Alman felsefeci, toplumbilimci, bestekâr ve müzikbilimci.

Yaşamı ve başlıca eserleri

Adorno, sosyoloji ve felsefe profesörüydü. Aynı zamanda kompozitörlük de yapan bir müzikolog ve eleştirmendi. Düşüncelerinin ağırlık noktası toplumsal kritiğin bütününü oluşturduğundan bir toplum bilimci olarak da anılır. Nesnel olanın özdeşleşmesindeki “düşüncenin ilk ortaya çıkış formu” onun ideoloji kritiğinin diyalektini temsil ederken aracı olmaya çalışarak paylaştığı görünen dolaysızlığın ki bütün aşamalarında yine kendine dağılan değişkenliği, doğru düzleminde aracısız olarak varlığını kabullenmeliydi. Sanki kendi içinde, mantık sınırlarını aşmadan gelinen felsefik bir kritik noktada istençle yoğrulmuş, geriye bakmadan objektif verilerle beslenerek sakinleştirici özellik taşıyan bir denemeyi, düşüncenin asıl çıktığı yerin dışına taşırmak gibi.

Bir filozof ve toplum bilimci olarak Adorno’nun, Institut für Sozialforschung (Sosyal Araştırmalar Enstitüsü Frankfurt Okulu) 1950’lerdeki totaliter antisemitizm ve üniversite öğrenci hareketinin kültürel kimliği ve kritiği bağlamında bütün nesnelliğinde objektifleştrmeye çalıştığı “Vatandaşlığın körleşen birlikteliği”ndeki değerlendirmesi günümüzde önemini hâlâ yitirmemiş olması açısından önemlidir.

Diyalektik der Aufklärung (Aydınlanmanın Diyalektiği), Philosophische Fragmente (Felsefik Parçalar), 1947, Max Horkheimer ile beraber yapılmış, kültür endüstrisi üzerine başlık taşır, Minima Moralia Reflexionen aus dem beschädigten Leben 1951 (Asgari Etik, hasar görmüş yaşamdan yansımalar), Ästhetische Theorie (Estetik Teorisi) 1970 posthum, Modern Müziğin Felsefesi 1949, Otoriter Kişilik, (Adorno yönetiminde bir çalışma grubu tarafından 1950’de hazırlanmıştır), Negative Dialektik (Negatif Diyalektik) 1966’da yayınlanmış başlıca eserleridir.

Eski Frankfurt yılları (1903-1924)

Ailenin tek çocuğu olarak Adorno, şarap ticaretiyle uğraşan babası (Oscar Alexander Wiesengrund, 1870-1946) ve bir subay kızı olan annesi (Maria Barbara Calvelli-Adorno,1865-1952) tarafından “Teddie” diye anılıyordu. Annesi Korsikalı bir İtalyan ailenin soyundan geliyordu ve Viyana Krallığı çatısı altında müzik uğraşısı vermiş bir şarkıcıdıydı. Babası daha sonra Protestan olan bir Yahudi soyundandı ve nihayetinde de Katolik olan Maria Barbara ile evlenmişti. Theodor Wiesengrund Adorno, Arthur Schopenhauer’in uzun yıllar yaşadığı aynı güzel manzaraya sahip olan caddede büyüdü, 9 numaralı evde dünyaya gelmişti, babası da 7 numaralı yerde şarap ticaretiyle uğraşıyordu. Adorno, Katolik olarak vaftiz edilmişti. Ama din dersi eğitmeninin entellektüel etkileşimiyle Protestan oldu. Babasının Yahudi soyundan gelmesinden kaynaklı daha sonra Gershom Scholem ile olan dostluğu sonraki yıllarda düşünsel rahatsızlıklarını ortaya çıkaracaktı. Annesi ve babasından aldığı çifte soyadını 1933’de “Wiesengrund-Adorno” şeklinde benimseyen Theodor Wiesengrund Adorno; aynı evde yaşayan piyanist, şarkıcı teyzesi Agathe Calvelli-Adorno’dan aldığı müzik dersleriyle piyano çalmayı öğrendi. Müzik, onların kültürel vatandaşlık kozmopolitiğinin senfonisine eşlik etti. Böylece annesi onu Richard Wagner’in Avrupa’da ses getiren Siegfried Operası’na dahil etmeyi başardı. Ve senfonik oda müziği literatüründe güvenilir bir şahsiyet olmasına olanak sağladı. Bu başarının arkasında yatan asıl neden elbette ki Theodor Wiesengrund Adorno’nun erken tespit edilen müzikal yeteneği idi.

Günümüzde Freiherr-vom-Stein Gymnasium olarak anılan Kaiser-Wilhelm-Gymnasium (Kaiser-Wilhelm Lisesi – Frankfurt) okulunu 17 yaşında iki sınıf atlayıp en başarılı öğrenci sıfatını alarak bitirmiştir.

Okulla birlikte Bernhard Sekles’ten kompozisyon üzerine dersler alan Adorno, 1923 yılında 14 yıllık arkadaşı Siegfried Kracauer ile beraber nihayet Kant’ın “Salt Anlayışın Kritiği”ni geride bırakarak artık kendi olmakla şunu söylüyordu: “En sessiz olanında bile değil, abartmıyorum, her şeyi okutmanlarıma borçlu olduğumu söylesem Kant’ın yazdıklarında eksik kalacaktır.”

Adorno’nun, bir toplum bilimci olarak geçmişindekilerinden farklı, yüksek bir yeteneğe sahip olduğu gerçekti. Kant’ın deneyimselliği ki müthiş bir hafızaya sahipti, Adorno’nun bütün bu mevcudiyette kitapları okumasına servet teşkil ediyordu. Çok hızlı bir şekilde Yunanca, Fransızca, göçmen İngilizcesi gibi yabancı dilleri öğreniyor, çatışkıları bu yeteneği sayesinde yeniyor, gerçekten yetenekleri olanlara da cesaret veriyor, biraz yeteneği olanlarınsa sabırsız olmalarına neden oluyor, başkalarının kıskançlığına maruz kalıyor ve yaptığı işin zorluğunu da kendisini anlamak isteyenlerin kapasitelerinin yetersiz kalmasında görebiliyordu.

Bu yüksek yetenekleriyle okulda göz dolduran Adorno, okul öğrencilerinin kıskançlığı yüzünden antisemizm meselesine varır. Lisede olduğu zamanda bir grup öğrenci tarafından yapılan kışkırtıcı: “…baban Abraham’a benden selam söyle Theodor!..” şeklindeki söylemler giderek bir ölüm tehdidine değin uzar. Yaş itibarıyla belki de ne söylediklerini bile tam olarak kavrayamayan bu öğrenciler, Adorno’nun okula artık yalnız başına gidip gelmesine engel teşkil ediyordu ve ondan sonra da annesi veya teyzesi Adorno’ya okul yolunda eşlik etmeye başladılar. Adorno, bu yaşadıkları olumsuz hatıraları Minima Moralia adlı eserinde işlemiştir.

1921’de Frankfurt Üniversitesi’nde felsefe, müzikoloji, psikoloji ve sosyoloji öğrenimine başladı ve kendisinden beklenildiği gibi 1924yılında Edmund Husserl üzerine çalıştığı tezini en üstün derecede verdi. İçeriğinde eğitmeni Hans Cornelius’un eğitmenlik ruhunu da işleyen bu tez, aynı zamanda öğrenim kurumlarının felsefesini de kapsıyordu. Ve bu daha sonraki yıllarda Adorno’nun asli düşüncelerinden uzaklaşacaktı. İtinasıyla hayatındaki en önemli düşünsel yoldaşları Max Horkheimer ve Walter Benjamin olacaktı.

(1925-1926) Viyana 

Adorno, henüz Frankfurt’da üniversite öğrencisi olduğu zamanda bir müzik eleştirmeni olarak birçok konuda yazıyı kaleme almıştır.1924’de Alban Berg’in Wozzeck adlı operasını tanırken 1925’de Viyana’da bunun bir kompozisyon hâliyle tesirini irdeleyen tartışma atölyesini kuruyordu. Bir yandan da Eduard Steuermann ile piyanodaki kendi eksikliğini gidermeye uğraşıyordu. Steuermann üzerinden Arnold Schönberg ve Anton von Webern isimli ustalarla ile de diyaloğa girmeyi başarmıştı. Schönberg’in yenilikçi ahengi ve “on iki ton dizgesi” Adorno’nun müzik felsefesindeki belirleyici, asli unsurlar olmuştu. Aslında Schönberg, sosyal-felsefik anlamda müziğiyle kendine fazla yer edinememişti. Alman komponist Otto Klemperer’in Krolloper kültür kompleksindeki (Berlin) Opern-Pläne’siyle (Opera Planları) Adorno kendi tasarımsalını realize ediyordu.

Nihayetinde önceleri dönemin önemli sanatçıları ve orkestralarınca icra edilen ve beğenilen ancak daha sonrasında giderek azalan şekilde yankı bulan müzik eserleri Adorno’da kısmen de olsa hâyâl kırıklığı yaratmıştır. Bu, onun akademik dünyaya, felsefe ve sosyoloji alanlarında yazmaya geri dönmesini bir anlamda tetiklemiştir. Fransız milli marşı için de çalışmalar yapan Adorno’nun eserleri sonraki yıllarda piyanist Maria Luisa Lopez-Vito tarafından 1981’den itibaren Palermo, Bozen, Berlin, Hamburg ve diğer bazı başka şehirlerde icra ediliyordu.

1945’ten önceki müzikle uğraşılarına rağmen Viyana’daki yaşantısı sırasında kayda aldığı kompozisyonlar, onun en derinlemesine çalıştığı zamana denk gelir. 1933’lerde ender olarak ama 1950’li yıllarda ise sıkça dinlenen bir komponist olarak tarihe geçer.

Viyana yıllarında okumalarını Alban Berg ile ortaklaşa ziyaret ettiği Karl Kraus’dan etkilenmişti. Ayrıca “Theorie des Romans” (Romanın Teorisi) eseri üzerinden zaten öğrencilerinin gözüyle hayran bakılan Georg Lukács ve yazar-müzisyen Hermann Grab ile bu kısa zamanda iyi bir dostluk edinmişti.

Frankfurt (1926-1934)

Viyana’dan döndüğünde yeni bir başarısızlığın moral bozukluğunu yaşayacaktı. Şöyleki Adorno, doktorasına katkı sunmakta olan Hans Cornelius ve onun asistanı Max Horkheimer’in de üzerinde takılıp tatmin olamadıkları “İdealist Felsefedeki Bilinçsiz Ruh Öğretisinin Anlamı Üzerine” adlı bilimsel çalışmasını (Immanuel Kant’ın “Saf aklın Eleştirisi”ne göndermeler yapar), gelen bu tepki ve eleştiriler üzerine 1928’in ilk aylarında geri çekmiştir.

Walter Benjamin’den etkilenerek devrimci nihilizm ve materyalizmin kuramları üzerinde yoğunlaşarak vitalizmin ve gerçeküstü öğretinin kendince kritiğini oluşturmaya başlar. Üç yıl sonra da ağırlıkla varoluşçuluk teoremindeki somutlaştırma arzusunun eleştirisini içerenSøren Kierkegaard – Konstruktion des Ästhetischen (Estetiğin Kuramı) adlı çalışmasıyla protestan teolog Paul Tillich yanında doktorasını yaparken bu çalışmasını kitap hâlinde arkadaşı sosyolog Siegfried Kracauer’e atfediyordu.

Daha sonraki yıllarda giderek önem kazanacak olan bir başka şehir Berlin idi. Burada 1923 yılında Frankfurt’da tanışacağı eş adayı olacak kimyacı Margarete Karplus (Gretel), yaşıyordu ve 1937’de Londra’da onunla evlenecekti. Berlin’de Adorno için önem ve anlam arzeden diğer şahıslar tanıştığı Walter Benjamin, Ernst Bloch, Kurt Weill, Hanns Eisler ve Bertolt Brecht gibi felsefeci, yazar, müzik teorisyeni, şair, tiyatrocu ve edebiyatçılardı.

Adorno, 1928’den 1931’e kadar Avantgarde-Zeitschrift “Anbruch” (Avantgarde dergisi “Kırılma”) adlı müziğe dair eleştiri ve kritiklerin ele alındığı dergide redaksiyon işini üstlendi. 1933’e kadar konser ve operalara değindiği eleştirileri başlangıçtan beridir aslında felsefik bir içerik taşıyordu.

Doktor ünvanıyla ilk okumasını nihayetinde dersini Mayıs 1931’de “Aktualität der Philosophie” (Felsefenin Aktuelliği) adlı başlıkla yapıyordu. Bu konuşmaya daha sonraki yıllarda kendini ilişkilendiremeyen Adorno, ileriki yıllarda bu metni asli eserlerinde zenginleştirerek kullandı, işledi. Diyalektik bütünlüğü Hegel ile taşırarak söylemini “Das Ganze ist das Unwahre” (Bütün olan biten gerçek olmayandır) iddiasıyla harmanladı ki bu ilerleyen zamanla Adorno’nun felsefesinin çözümleyici şifresi olmalıydı; böylece Adorno,Heidegger ve pozitivizm ile olan sınırlarını da açıkça çiziyordu. İlk dersine ait Walter Benjamin öğretisinden kasıtlanarak işlediği bir başka konu da “Ursprung des deutschen Trauerspiels” (Alman Yas Geleneğinin Çıkış Noktası) olmuştur. 1932’de Horkheimer’in okuyucularına ulaştırdığı “Zeitschrift für Sozialforschung” baskısında “Zur gesellschaftlichen Lage der Musik” (Topluluk Olarak Algıladığımız Birliktelikte Müzik) konusunu işlemiştir.

Adorno’nun eğitmenlik uğraşısı 1933 kış sömestirinde bitiyordu. Nasyonal sosyalist düzen, baba tarafından kalma Yahudi’liği, onu sonbaharda akademik bulgusuna geri dönderecekti. Buna rağmen 1933’lerde Adorno, durduğu yeri, hedefine ulaşması anlamında oldukça kısa süren macerasıyla ve bütün açıklığıyla geriye bakıldığında tehlikesini bütün diğer entelektüeller bazında tamamıyla küçümseyecekti ve politik olarak kesinlikle yanlış değerlendirecekti..“

Berlin’de yayımlanan bir gazetedeki (Vossischen Zeitung) bir müzik kritikerinin yorumlarına dayanarak başlangıçta yine müziğe dair umutlanmış ve bu ilişki onu dengi olan diğer müzik teorisyenleriyle kısmen tekrar yakınlaşmaya götürmüştür. Hitler’in gençlik kolları öncüsü olan Baldur von Schirach’a ait 1934’de erkekler korosunca seslendirilen şiirinden övgüyle söz etmiştir. Daha önce nasyonal sosyalistlerce yasaklanan kaba anlamda zenci cazı diye nitelendirilen ve müzikten kopan bu tarza Adorno’nun yaptığı övgüsel yorum tepki toplamıştır.

Adorno daha sonra Frankfurt’da yayımlanan üniversite öğrencilerinin “Diskus” adlı dergisine 1962/63 sömestirinde bir makale yazarak kendiyle yüzleşmiş ve aptalca, çocukça taktiklerle yazdığı cümlelerinden dolayı, kendi mülteci dünyasında ne kadar zorlandığından dolayı özür dilemiştir.

(1934–1937) Oxford İngiltere

Kısa bir süre sonra Adorno İngiltere’ye gitti ve Oxford Üniversitesi’nde Edmund Husserls’in filozofisi üzerine yeni akademik bir çalışma yapmayı planlıyordu. “Zur Metakritik der Erkenntnistheorie” (Tanıma ve Bilme Teorisinin Meta Kritiği Üzerine) adlı bu çalışmasını 1956 yılında bitirmiştir. Gündelik ve süregelen hayatını maddi anlamda finanse etmek için düzenli olarak Almanya’ya gidip gelmek zorundaydı. Ama döviz kurlarının yüksek oluşu onu zorlamaktaydı. Almanya’da dostları, ailesi ve nişanlısıyla görüşüyordu.

Sosyal araştırmalar projesiyle Hektor Rottweiler bünyesinde çıkan “Über Jazz” (caz üzerine) adlı dergide Adorno’nun 1936 yılında yayımlanan yazısı, prensip olarak müzik kaygısından daha çok yakınlaşan kültür endüstrisi üzerine ele aldığı bir polemik yazısı olmuştur.

Bu zaman süresince hali nazırda yazılarından dolayı bir anlamda Amerika’da sürgünde yaşayan Max Horkheimer’den kendi enstitüsünde sosyal anlamda bilimsel araştırmalar yapması beklentisiyle bir davet alacaktı.

ABD’deki göçmen yıllar (1938-1949)

O güne kadar yazdıkları ve ABD’ye gidişiyle toplumsal ve sosyal araştırmacı yakıştırmasını alan Adorno, Brüksel’de ailesiyle vedalaşıyordu (ki 1939’da onlar da gelecekti). San Remo’da bulunan Walter Benjamin ile de sıkı bir mektuplaşmanın başlangıcıydı bu göçmen yıllar.

New York ‘da Horkheimer’in Institute for Social Research kurumunda çalışmaya başlayan Adorno, isviçreli Paul Lazarsfeld tarafından projelendirilen “Princeton Radio Research Projects” kitlesel bazdaki iletişim projesinin yöneticiliğini yapıyordu. Amerika’daki araştırmacı tecrübelerine dayanarak tuhaf metotlarla parçaların hoşa gidip gitmemesini içeren oylama taktiğiyle değerlendirmesini yapıyor ve sonuçları topluyordu. Ancak yaptıklarının, reklam kaygısıyla radyo telefonunda meşgul ettiklerinin müzik teorisiyle ve müzik öğretisiyle pek ilişkisi olmadığını görecekti. Bu durum, Adorno’nun bireysel felsefik kaygılarını anlamak ve onları gidermekten çok projenin bir parçası olmasını engelleyen durum olmaya meyilli idi. Böylece Adorno pozitivizm kavgasında dinleyicilerin ve Horkheimer’in huzurunda ele aldığı “Nachgelassenen Schriften” (Bırakılmış Yazılar) -esinli hâli sonradan İngilizce dilinde Robert Hullot Kentor tarafından “Current of Music” adı altında yeniden dile getirilmiştir- içeriğindeki araştırmasının peşinde koşturacaktı. Adorno bu şekilde 1941’e kadar en sonLos Angeles’de Horkheimer ile beraber çalışacaktı.

Kalifornia’da birçok göçmen müzisyen Alman tekrar buluşuyordu. Los Angeles’den başlayıp eşi Gretel Adorno’nun da desteğiyle Adorno ve Horkheimer’in ortak ürünü olan, alt adıyla “Philosophische Fragmente” (Felsefenin Fragmanları) veya “Dialektik der Aufklärung” (Aydınlanmanın Diyalektiği) adlı teori kritiğinin asli eseri 1947’de Amsterdam’da yayımlanıyordu. Marksist öğretinin, tarihsel materyalizmin genelliği üzerinde yoğunlaşarak daha ileriye gitmeye çaba gösteren bu çalışma, Yahudi ve diğer soykırımlarınAuschwitz’e kadar uzanan genel kritiğini kapsıyordu. Endüstriyel kitle katliamı, Adorno ve Horkheimer’i şimdiye kadar bildikleri kültür alaşımının kırılma noktasına taşırıyordu. Felsefe de bundan etkilenmekten kendini alıkoyamıyordu.

Kitabın ilk cümleleri yazarların ortak kanıya vardıkları düşünceleri kapsıyordu:

“Geniş anlamda insan, mantığın ve gerçeğe alma duyusunun ilk anlama kavuşturulduğu günden bu yana gelişmiş düşünce yapısıyla hedefini takip etmekte ve kaygıyı kendisinden uzaklaştırıp daha etkin olarak hayata hakim olmak istemektedir. Fakat sonluluğu açıklanmış dünya bu mükemmel başarının çaresizliğinde ışımaktadır.”

Adorno’nun yanıt aradığı sorulardan biri de kanıt arayan belirsiz geçmişinden beridir “Filozofinin, anlamlaştırılan ruhun bir uğraşısı olması mı, yoksa tamamıyla her şeyin üstünde olan zamanın anında içerik taşıması, orada saklı olması mı,” idi. Kendi içine dönen bir sağaltım için oldukça geç olduğu anlaşılabilirdi. Güncelinde bunu anlamamayı daha absurd bir şekilde anlamak istiyordu. Bu şekilde daha yüksek bir noktada ulaştığı anlamak istemi Negative Dialektik (Negatif Diyalektik) olmuştu ki, Almanya’ya döndüğü ilk dönemde bitirdiği eseridir. Yeni bir emredici kategoride negatif bir diyalektle Hitler’in özgürlüğü zaten kısıtlanmış olan insanları zorlamasında olduğu gibi söyleminden acı verici bir şekilde faydalanmıştır:

“Düşüncelerinizi ve davranışlarınızı öyle bir ayarlayın ki, Auschwitz tekrarlanmasın, asla benzeri olmasın!”

Hâlâ spekülatif olarak değerlendirilen bu okültist yaklaşımcı yazdıklarından sonra şu meşhur açıklamasını yapmıştır:

“Auschwitz’ten sonra şiir yazmak da barbarlıktır ve barbarlığın ne olduğunu söylemeyi kemirir; öyle ki, bugün onunla ilgili şiir yazmanın neden olanaksız olabiliyorunun varlığını, gerçeğini anlamak içindi. Çünkü kültürün kimliği ve kritiği, kültür diyalektiğinin en son basamağında barbarlığın karşısında durmaktadır.”

Öte yandan tüm bildiklerine rağmen katliamdan sonra hayatta kalmanın sıkıntısıyla daha sonra başka bir tanımlamayla kendini doğrulamaya çalışıyordu. Sürekli yeşeren acının yeni kurallarla haykırışının yaşam üzerinde yine de hakkı vardı. Bu yüzden yanlışlıklar olağandı, Auschwitz’ten sonra şiir yazmanın sorgusunda. Yanlış olmayan şey ise Auschwitz’in hâlâ yaşanmış olma gerçekliği idi. Adorno’nun mektupları da endüstriyel katliamların onu ne kadar bastırdığını, üzdüğünü göstermekte idi.

1940’lı yıllarda Adorno 1925’den beridir tanıdığı Hans Eisler ile birlikte 1960’da tanınacak olan bir ortak çalışmada yeni müziğin felsefesini filmin kompozisyonunda yazarken yardımcı olarak tanımlanması pek hoşuna gitmemişti.

Bunun yanı sıra Adorno, University of Berkeley (Berkeley Üniversitesi)’nin sosyal araştırmalar enstitüsünde The Authoritarian Personality (Personalizmin otoritesi, Önceliği), adı altında ağırlık olarak antisemist önyargıların nedenleri üzerinde yoğunlaşan araştırma grubunun projesine çalışıyordu. 1950’de yayımlanan bu kitabın fonksiyonu, merkezi olurunda empirik tarzda diyalektik teorinin açıklığa kavuşturulmasının sınanmasıdır.

Bu zaman içerisinde şahsi varlığında dikkate değer yan isim değişikliğidir. Almanca duyumsanan Wiesengrund soyadı, pratik hayatındaABD’de kaldığı süre boyunca savaş sonrası pek sevilen, hoş kabullenen bir soyadı değildi. Daha gençlik zamanlarında İtalyanca fantazileştirilen ismi onda nahoşluk yaratıyordu. Edebiyat dünyasında Theodore W. Adorno olarak sunulurken, tüm dünyada nefretle kınanan Almanların Yahudi katliamından sonra tüm ilişkesilliğiyle ve kültürel bağıntısıyla vatandaşlık gerçeğinde dışarıya olan duruşunu açıkça ortaya koyuyordu. Ve artık ismi Theodor W. Adorno idi.

Frankfurt’da geçen son yıllar (1949-1969)

1949 sonbahar sonlarına doğru Adorno Almanya’ya döner ve Horkheimer ile beraber zamanla emek verdikleri yıllardır kafasında pekişen sosyal araştırmalar enstitüsünü yeniden inşa etmeye ve Frankfurt Üniversitesi’nde de eğitmenlik yapmaya karar verir.

Üniversitedeki sosyoloji ve felsefe eğitmenliği görevinin yanında Frankfurt Okulu’nun yöneticisi olarak Husserl ve Hegel üzerine, Negatif Diyalektik ve fragman olarak kalan Estetik Teorisi üzerine çok önemli felsefik yazılar yazdı ve kitaplaştırdı. Daha Amerika’daki yıllarında müziğin yeni felsefesi oluşmuş, tıpkı Richard Wagner, Gustav Mahler ve Alban Berg üzerine monografiler yaptığı gibi dizin hâlinde kompozisyonlar yazmış ve nihayetinde artık felsefesini tanımlayabilmişti. Şair olarak deşifresine ise Edebiyata Notalar (Noten zur Literatur) adı altında topladığı eserinde yer vermiştir.

1951’de Aphorismen Minima Moralia (Aforizmalar ve Asgari Etik, ek adıyla “Hasar Görmüş Yaşamdan Yansımalar”) adlı Max Horkheimer’e ithaf ettiği, birlikte çalıştıkları felsefenin subjektif tecrübesinden yola çıkarak Amerika göçmenliğinde yazıp bir araya getirdiği kitabı yayımlandı. 1952’de, daha önce Almanya’daki empirik sosyal araştırmalar konusunda bazı teorisyenleri karşısına alan kritik teorilerinin arkasında hâlâ durduğunu anlatan bir konuşma yaptı. 1957’de buna dair kritiğini de içeren görüşlerini Essay Soziologie und empirische Forschung (Sosyoloji ve Deneyimsel Görgücü Araştırma -deneme-) adlı eserinde topladı.

Adorno, felsefesindeki didaktlarda, bir düşüncenin yerini alan başka bir kesinliğin ardı sıra gelen ve daha sonra bir bütünlük arz eden sistematiği de benimsemiyordu. Tam tersine ona göre itirazlarla dolu olan bir dünyada düşünmenin de itirazları olmak zorundadır ki, bununla bir sistemin kabulüne itiraz edilebilinilsin. (Das Ganze ist das Unwahre – Bütün her şey gerçek olmayandır). Adorno, kendini bireysel bir araştırmacı olarak daha çok spesifik ve psikolojik konular üzerine vermeye başlamıştır. Ancak Adorno’nun çalışmaları çok kolay anlaşılır ve konularına göre bilimsel alanda hemen sınıflandırılabilinir değildi. Çalışmalarında daha çok içselleştirilmiş yoğunlukta kritiğin uç noktalarındaki derinliğini ele alırken, daima onların tarihteki artan bilimsel disiplininin felsefeden dilimlenerek ayrıldığını ve karşı karşıya duran, belli bir noktaya kadar sınırlandırılmış bazı branşların da neredeyse kendi başlarına birer ilim yerlerine dönüştüğünü söylemekteydi. Adorno tarzı felsefenin kutbu olan toplumsal koşulların bilimsel boyutta çalışma sarplığındaki yansımaları, onupozitivizmin kritikeri olmaya aday gösterirken kendisi bunu sadece genel bir olağanlık içerisinde değerlendiriyor ve önemsemiyordu. Karl Popper ve Hans Albert’in bilinen pozitivizm kavgasında Adorno, bir yandan Frankfurt Okulu’nun yöneticisi, öte yandan 1960’lı yılların toplum bilimi alanındaki araştırma metotlarını ve değerlendirmelerini yapan biri olarak bu tartışmanın öncüsü idi. Pozitivizm kavgası kavram olarak onun ürünüdür ama kendisine rakip olan toplum bilimciler sonrasında bir şekilde itiraz gören bu kavram tarihsel kaçınılmazında yerini korumuştur. Genel olarak kavgadaki sorun; istatikler, değerlendirilmeye gerek görülmeyenler, basit olmaktan öteye gidemeyen bulgular ki, örneğin; “fakirlerin yaşadığı yerlerde görülen hastalıkların zenginlerin yaşadığı yerlerde daha az görüldüğünden daha öteye gidemeyen tarzdaydı.” Nereye götürebilirdi ki bu yanıtı bilinen sorular insanı? Ve nereye varabilirdi ki, eğer sorulanlar henüz temasını bile anlamadığı suskun soruya zaten soru olarak dururken?

Adorno’nun felsefesinde yoğunlaştığı diğer bir nokta, “Sonsuzluğun mutlak oluşuna dair gerçeklik, bir elbisenin ilk tasarımından öte üzerine gelecek olan süsün ne olacağını bilmektir,” şeklinde Walter Benjamin ve Horkheimer’in yanında başka filozoflarca da formüle edilen düşüncesidir. “Olandan olmak” veya benzeri fundametalist soyutlamalar ve onların değişim göstererek ortaya çıkan düşünceleri 20. yüzyıl felsefesinde epey yer kaplamıştır. Adorno, buna ters düşerek Heidegger’i karşısına almış ve “olandan olmamayı” ele almıştır. Bu anlamda görünmeyeni, şeffaflığı; Freud’dan bahsederek “Dünyanın görüntüsünü aradan kaldırarak bakma” yöntemini tercih eder.

Dar anlamda Adorno’nun felsefik yazıları, ortaya koyduğu ve ileri sürdüğü düşünceleri bağlamımda genelde felsefik sorumluluğunu tam olarak yerine getirmeden sonlanır. Çoğu zaman somut analizler yapmakla yükümlü olduğunu bilmesine rağmen izlenimlerini aktarmış ve kavramlar üzerine yoğunlaşmıştır. Ancak anlaşılma noktasında yöntem ve formülize etme çabasını ihmal etmiştir.

Nihayetinde birey olarak toplumsal birlikteliğin bu kritiğinin ortasında durur. Ve içerik olarak boş kalan geleneksel soyut felsefenin önünde söz sahibi olduğunu görmüştür. Özellikle klasik tanıma teorisini eleştirmiştir. Çünkü sistemler içerisinde bireysel olan ve özdeşleştirilemeyen, anlamak yerine zarar verebilmekte, üstelik toplumsal diğer yaralar da açabilmektedir. Eğer Kant ve Hegel’in düşüncelerinin arkasına düşülmek istenmiyorsa felsefe eleştirisini sürdürmek zorundadır. Bunu doğrulayan Negatif Diyalektik negatif olduğundan bir antisistemdir çünkü itirazlar bulmuştur ve diyalektik diliyle arabulucu biçimde tarihsel, toplumsal birlikteliğin tartışmasını yapmıştır.

Ancak Adorno, felsefede hatta metafizikteki spekülatif aklın sadece “olandan” ile uğraşmadığını, onunla meşgul olmadığını görmüştür. Yalnızca Negatif Diyalektik’in eğiliminde bu ihtiyacın olandan öteye düşünme noktasında uzadığını savunmuştur. Bu, kişinin en iç düşüncesinin hücresinde ortaya çıkan, kendisiyle karşılaştırılamayacak olandır. İç dünyadaki en küçük ayrıntılar ve geçiş, değerlendirme noktaları kesin ve kayıtsız olandan daha fazla bir önceliğe ve öneme sahiptir. Adorno’nun felsefesi yalnızca Platon’un düşüncelerine götürmez. Temel olarak ayrıca metafiziksel ideolojinin düşünce esasında kabul edilebilirliğine karşıdır.

Son yıllarında öğrencileri tarafından öğrenci aydınlanma hareketleri doğrultusunda içine çekildiği kadın erkek eşitliği ve bireysel hürriyet çatışması noktasındaki düşüncelerine eleştiriler yapılıyordu. 1966’da büyük CDU, CSU ve SPD koalisyonunu karşısına alan ve hükümeti yeni çıkardığı kanunlardan dolayı eleştiren protestocuların ve organizasyonların (Außerparlamentarischen Opposition – APO) içinde yer aldı.

2 Haziran 1967’deki Şah ziyareti Berlin’de protesto edilirken Benno Ohnesorg ismindeki öğrencinin polis kurşunuyla hayatını kaybetmesi sonrasında APO organizasyonu radikal eylemler yapmıştı. Nihayetinde bütün bu öğrenciler Adorno’nun devrimci felsefik ruhunu pratik çıkarımlarla kritik teoremlere çekmeyi denemiyorlardı. Kapitalist düzene olan bir itiraz vardı ve onların çürük yapılanmasına engel olmak istiyorlardı.

Adorno’nun okumaları öğrenci aktivitelerinde aktüel bir yer kaplıyordu. “Reaksiyonel yanıyla hislerimize saldırı, her zaman için sürprizler içermeye mecburdur!” diye ironik hâliyle Samuel Beckett’e yazmıştır. Adorno ve Horkheimer, üniversite gençliğinin aydınlanma hareketindeki şiddete temel sayılabilecek ruhsal bütünleştirici düşüncenin sahibidirler.

Adorno, 1969’da okumalarını kendini zorunlu hissederek kesmeye karar verir. Ocak ayında birkaç öğrencinin Frankfurt Okulu’na yaptığı ziyarette ortaya çıkan tatsızlıklar sonrası hakkında dava açılan Adorno, yaz mevsimi mahkeme günü eşiyle birlikte İsviçre’nin dağlık bir kenti olan Zermatt’a gider. Teleferik ile çıktığı yükseklikte çektiği kalp sancısı sonrasında bir kliniğe getirilir ve 6 Agustos 1969’da kalp enfarktüsü geçirerek orada hayata gözlerini yumar.

Pedagog ve din filozofu Georg Picht, bir gazeteye verdiği ölüm ilânında şunu dile getiriyordu:

“Auschwitz’den sonra ruhu olan kanunun bir hikâyesi daha vardı Almanya’da; öyle tesir etmeliydi Adorno’nun ölümü, birden bütün saatler dururcasına.”

Felsefesi ve etkisi

Adorno, aklın nesnel olmadığını, insanın da bu anlamda kendi özneli olamadığını savunur ve bugüne kadarki felsefenin foyasını ortaya çıkarmaya çalışır. Aklın nesnel olamamasının sebebi de insanın kendi hayatının öznesi olamamasıdır. Toplum üzerine teorileri genel bir karamsarlığı yansıtır. Ona göre bürokrasi, idare ve teknokrasinin kuşattığı toplumda bireyin kendisi bizzat geçmişte kalmıştır. Yoğunlaşmış sermaye, planlama ve kitle kültürü bireysel özgürlükleri büyük oranda tahrip etmiş ve eleştirel düşünme yeteneği yerini tümüyle şeyleşmiş bir toplum bilincine bırakmıştır.

“Düşünen insan saldırgan olamaz” şeklinde kışkırtıcı tarzıyla ideolojilerin etkisini kırmayı, aforizmalar biçiminde yazılmış metinleriyle kapalı düşünce sistemlerinin temellerini yıkmayı düşünür. Bu geleneksel olmayan tavrı toplumun eleştirel olmayan bir olumlamasını engellemeye çalışır. Böylece okurun sadece düşünmesini değil, düşüncelerini eleştirel bir biçimde yeniden kurmasını hedefler.

Adorno’nun kişisel çalışması, Okul’un genel yönelimlerinin çok ötesine gider bir bakıma, çünkü Adorno bir anlamda eleştirel teorinin kendi sınırlarına ulaştığı noktada çalışmasını sürdürür ve kendine özgü yöntemini bu çalışmarla geliştirir. Horkheimer ile birlikte yaptığı çalışmaların yani sıra, kendi kişisel çalışmlarının derinliği ve içeriğinden söylem yapısına kadar taşıdığı özgüllüğü dikkat çekicidir. Onun kişisel başyapıtı olan Minima Moralia bu bakımdan özel bir yere sahiptir. Kendi yöntemini ve anlayışını derinlikli ve ilginç bir şekilde ortaya koyar bu kitap. Adorno, her zaman, düşüncenin kendi içine kapanma eğilimine karşı ısrarla direnir. O, bir anlamda her tür despotizmin ve tahakküm ilişkisinin kaynağını ve kökenini düşünme imkânının sınırlandırıldığı ve ketlendiği yerlerde görür.

Sonuç hakkında ve öğrencileri

  • Regina Becker-Schmidt, Soziologin (sosyolog)
  • Heide Berndt (1938–2003), Stadtsoziologin (şehir sosyoloğu)
  • Bazon Brock (* 1936), Professor für Ästhetik (estetik profesörü)
  • Peter Bulthaup (1934–2004), Philosoph und Chemiker (felsefeci ve kimyager)
  • Detlev Claussen (* 1948), Soziologe an der Universität Hannover (Hannover Üniversitesi, sosyolog)
  • Wilhelm Emrich (1909–1998), Literaturwissenschaftler (edebiyat araştırma görevlisi)
  • Peter Furth (* 1930), Sozialphilosoph (sosyal felsefeci)
  • Peter Gorsen (* 1933), Kunstwissenschaftler (sanat eleştirmeni ve araştırmacı)
  • Karl Heinz Haag (* 1924), Professor für Philosophie (felsefe profesörü)
  • Alois Hahn (* 1941), Soziologe (sosyolog)
  • Peter von Haselberg, (1908–1992), Journalist (gazeteci)
  • Alexander Kluge (* 1932), Literat, Filmemacher, Fernsehmacher und Philosoph (film ve tv yapımcısı, felsefeci)
  • Hans-Jürgen Krahl (1943–1970), Studentenaktivist der 68er-Bewegung, SDS (68’lerin aktiv üniversitesinden)
  • Elisabeth Lenk (* 1937), Soziologin (sosyolog)
  • Kurt Lenk (* 1929), Politologe (siyasal bilimci)
  • Otwin Massing (* 1934), Politikwissenschaftler und Soziologe (politik ve sosyal bilimler araştırmacısı)
  • Kurt A. Mautz (1911–2000), Literaturwissenschaftler und Schriftsteller (edebiyatçı ve yazar)
  • Günther Mensching (* 1942), Professor für Philosophie (felsefe profesorü)
  • Karl Markus Michel (1929–2000), Schriftsteller und Publizist (yazar ve yayımcı)
  • Stefan Müller-Doohm (* 1942), Soziologe (sosyolog)
  • Heinz-Klaus Metzger (* 1932), Musiktheoretiker (müzik teoritesyeni)
  • Oskar Negt (* 1934), Sozialphilosoph (sosyal felsefeci)
  • Dieter Prokop (* 1941), Soziologe (sosyolog)
  • Ulrike Prokop (* 1945), Sozialwissenschaftlerin an der Universität Marburg (Marburg Üniversitesi, sosyal bilimler araştırmacısı)
  • Helmut Reichelt (* 1939), Ökonom und Soziologe, Vorsitzender der Marx-Gesellschaft e.V. (çevre bilimci, sosyolog ve iktisatçı, Marx-Gesellschaft e.V. vakfının başkanı)
  • Alfred Schmidt (* 1931), Philosoph und Soziologe (sosyolog ve felsefeci)
  • Hermann Schweppenhäuser (* 1928), Philosoph und Publizist (sosyolog ve felsefeci)
  • Rolf Tiedemann (* 1932), Philosoph, Philologe (felsefeci ve dilbilimci)
  • Rolf Wiggershaus (* 1944), Publizist (yayıncı, editör)

 

Doğumu 11 Eylül 1903 Frankfurt am Main, Hesse-Nassau, Prusya, Almanya – Ölümü 6 Ağustos 1969 Visp, Visp, Valais, İsviçre
Çağı 20. yüzyıl felsefesi – Bölgesi Batı felsefesi – Okulu Eleştirel teori, Marksizm – İlgi alanları Sosyal teori, Sosyoloji, Psikanaliz, Epistemoloji, Estetik, Müzikoloji, Kitlesel medya

Share.

About Author

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

fuck you google, child porn fuck you google, child porn fuck you google, child porn fuck you google, child porn