“… sonra birden dudaklarıma yapıştı ve güneşten ve fazla sevilmekten yıpranmış ve benzerini asla bulamayacağım saç bandımı, o çok sevdiğim kırmızı saç bandımı ve en sevdiğim gümüş küpelerimi zorla çekip aldı: hah, bunlar bende kalsın, diye böğürdü. Boynumu öperken yanağını uzun uzun sertçe ısırdım, odadan çıktığımızda, yüzünden kanlar sızıyordu. Onun şiiri, “I did it, I.” Böylesi bir şiddet. Kadınların sanatçıların önüne neden yatıverdiğini anlıyorum şimdi. En az şiirleri kadar büyük, o kocaman ve güçlü sözcükleri gibi iriyarı tek adamdı o odadaki; şiirleri çelik direklere vuran sert rüzgârlar gibi yakıcı. İçimden haykırıyor, kendimi vura kıra, boğuşarak sana veririm, diye düşünüyordum.”
Sylvia Plath’in Günlükler’ini okurken insana çarpan bir bölüm var… Ted Hughes’la, “büyük aşk”la ilk karşılaşma; çok acayip, sert, yakıcı, yıkıcı hatta kanlı… Sonrası da öyle gerçi ama ben sadece ilk karşılaşmayı alıyorum. Devamını kitabı alıp kendiniz okuyun diye.
“İçimden haykırıyor, kendimi vura kıra, boğuşarak sana veririm, diye düşünüyordum…”
Olabilecek en kötü şey oldu; gece boyunca kadınlar hakkında atıp tutan ve daha odaya girdiğim anda sorduğum halde adını kimsenin söylemediği, bütün o insanların arasında benim için yeterince büyük olan tek erkek, o iriyarı, esmer, dört dörtlük adam yanıma geldi, ta gözlerimin içine bakıyordu, o Ted Hughes’tu. Yine bağıra çağıra şiirlerinden bahsetmeye, alıntılar yapmaya başladım: “Most dear unscratchable diamond.” Muazzam, ancak bir Polonyalıya ait olabilecek bir sesle “Beğendin mi?” diye bağırdı o da ve konyak ister miyim diye sordu, evet diye bağırarak karşılık verdim, yan odaya geçerken artık en az dokuz-on bebek doğurtmuş gibi görünen sevgili Bert’in ışıldayan yüzünü gördüm ve sonra kapı tak diye kapandı, Ted bir bardağa döke saça konyak dolduruyordu ve ben de konyağı ağzımın durduğunu hatırladığım yere döke saça götürüyordum.
Sert esen rüzgârda sesimizi duyurmaya çalışırcasına bağırarak çıkan bir eleştiri hakkında konuşuyorduk, Dan’in güzel olduğumu bildiğini, yoksa yüzüne bakılmayacak biri hakkında tek kelime yazmayacağını söylüyordu, benim sık sık kendini tekrar eden bağırışlarımsa ‘editörle yatmak’ sözlerine karşı çıkıyordu. Ve sonra orada olduğum gerçeğine geldi sıra, oradaydım değil mi, ayağımı yere vurdum ve evet diye bağırdım, onunsa yan odada yapması gerekenler vardı ve Londra’da çalışıyor, daha sonra haftada on iki pound kazanabilmek için haftada on pound kazanıyordu, ayağımı yere vuruyordum, o da ayağını yere vuruyordu, sonra birden dudaklarıma yapıştı ve güneşten ve fazla sevilmekten yıpranmış ve benzerini asla bulamayacağım saç bandımı, o çok sevdiğim kırmızı saç bandımı ve en sevdiğim gümüş küpelerimi zorla çekip aldı: hah, bunlar bende kalsın, diye böğürdü. Boynumu öperken yanağını uzun uzun sertçe ısırdım, odadan çıktığımızda, yüzünden kanlar sızıyordu. Onun şiiri, “I did it, I.” Böylesi bir şiddet. Kadınların sanatçıların önüne neden yatıverdiğini anlıyorum şimdi. En az şiirleri kadar büyük, o kocaman ve güçlü sözcükleri gibi iriyarı tek adamdı o odadaki; şiirleri çelik direklere vuran sert rüzgârlar gibi yakıcı. İçimden haykırıyor, kendimi vura kıra, boğuşarak sana veririm, diye düşünüyordum. Hayatım boyunca Richard’ı unutturabilecek tek erkek.
“Adımı söyledi, Sylvia ve kapkara delici bakışlarla ta gözlerimin içine baktı…”
Şimdi burada yorgun ve mağrur, kalbim sızlayarak oturuyorum. Hayatıma devam edeceğim. Şok tedavisi hakkında detaylı bir yazı yazacağım; tek bir duygusallık belirtisi taşımayan çarpıcı, etkileyici kısa tanımlar yazacağım ve yeteri kadar olduğunda onları David Ross’a göndereceğim. Acele etmeyeceğim çünkü vahim derecede hınçla doluyum şu anda. Ama onları biriktireceğim. Dün gece şok tedavisi için aklıma bir tanım geldi: Deliliğinin ölümcül uykusu, kahvaltının hiç gelmeyişi, ufak detaylar, ters giden şok tedavisinden bir hatıra: elektriğin verilişi, ve kaçınılmaz şekilde yeraltındaki o odaya giriş, isimsizce yeni bir dünyaya uyanış, yeniden doğuş ama bir kadından değil.
Onu asla görmeyeceğim… Etrafında gülüp konuştuğu bütün o yakın arkadaşları varken onunla asla yatamazdım ki zaten, adım dünyanın en büyük fahişesine çıkardı. Onu asla görmeyeceğim, asla benim için bakmayacak. Adımı söyledi, Sylvia ve kapkara delici bakışlarla ta gözlerimin içine baktı; bunu bir kez daha sınamak istiyorum sadece, benim gücüme karşı onunki. Ama o asla gelmeyecek ve şu sarışın olan, şu saf, kendini beğenmiş ve yakışıklı olan, bu sarhoş biçimsiz kaltağa muhtemelen acıma ve tiksinti duyacaktı.
Günlükler / Sylvia Plath
Kırmızı Kedi Yayınları
Gülenay Börekçi İncelemesi