.
“Ve ben işte gülümseyen bir kadın.
Daha sadece otuzunda.
Ve kedi gibi dokuz canlıyım.”
SYLVIA PLATH ( 1932 / 1963 )
Sylvia Plath(d. 27 Ekim 1932 Boston – ö. 11 Şubat 1963 Londra), ABD’li şair ve yazardır.
Trajik yaşamı ve intiharıyla tanınan Plath, aynı zamanda yarı otobiyografik bir roman olan ve depresyonu üzerine ayrıntılı bilgiler veren Sırça Fanus kitabının yazarı olarak bilinir. Anne Sexton ile birlikte, Plath gizdökümcü şiirin önemli isimlerinden biridir.
Hayatı
1932 yılında Alman bir baba ve ABD’li bir anneden, Massachusetts’te doğdu. Profesör olan babası 1940 yılında öldü. Plath ilk şiirini 8 yaşında yayımladı.
Plath, hayatı boyunca ileri derecede manik-depresif bozuklukla boğuştu. 1950 yılında bursla girdiği Smith College’deki ikinci yılında ilk intihar girişimini gerçekleştirdi ve bir akıl hastanesine yatırıldı. 1955’te Smith College’den summa cum laude derece ile mezun oldu.
Kazandığı Fulbright bursuyla Cambridge Üniversitesi’ne giderek çalışmalarını burada sürdürdü ve şiirlerini üniversitenin öğrenci gazetesi olan Varsity’de yayımladı. Plath burada 1956 yılında evleneceği İngiliz şair Ted Hughes’la tanıştı. Evliliklerinin ardından Boston’da yaşamaya başladılar. Plath, hamile kaldıktan sonra ise İngiltere’ye geri döndüler.
Plath ve Hughes, Londra’da kısa süre yaşadıktan sonra North Tawton’a yerleştiler. Çiftin sorunları bu dönemde başladı ve ilk çocuklarının doğumundan kısa süre sonra Sylvia Plath Londra’ya geri dönerek boşanma işlemlerini başlattı.
Kiraladığı evin eskiden İngiliz şair William Butler Yeats’e ait olduğunu öğrenen Plath bunu iyi bir işaret olarak değerlendirdi. 1962-1963 kışı Plath için çok zor geçti. 11 Şubat 1963’te, ikinci kattaki odalarında uyumakta olan çocuklarının yanına süt ve kurabiye bıraktıktan sonra, odalarının kapısını da içeri gaz girmeyeceğinden emin olmak üzere bantlayarak kapattı ve kafasını fırının içine sokarak intihar etti.Bu olay onun yasadığı evin lanetiydi çünkü Yeats de bu evde ihtihar etmisti.
İntiharıyla ilgili olarak kocası Ted Hughes eleştirilere maruz kaldı. Hughes yıllarca bu konuda konuşmadı. Daha sonra anılarını yayımladı.
1963 yılında daha 30 yaşındayken intihar eden Plath’ın hayatı, Oscarlı oyuncu Gwyneth Paltrow’un ünlü şairi canlandırdığı “Sylvia” filmine de aktarıldı.
Plath’ın Türkçe’ye çevrilen eserleri arasında bulunan “Sırça Fanus” adlı romanı, birçok kişi tarafından ilk Amerikan feminist romanı olarak değerlendirilir.
Eserleri
Şiir
- The Colossus (1960)
- Ariel (1965)
- Crossing the Water (1971)
- Winter Trees (1972)
- The Collected Poems (1981)
Düz yazı
- The Bell Jar (1963)
- Letters Home (1975)
- Johnny Panic and the Bible of Dreams (1977)
- The Journals of Sylvia Plath (1982)
- The Magic Mirror (1989)
- The Unabridged Journals of Sylvia Plath
Çocuk kitapları
- The Red Book (1976)
- The It-Doesn’t-Matter-Suit (1996)
- Collected Children’s Stories (İngiltere, 2001)
- Mrs. Cherry’s Kitchen (2001)
Türkçeye çevrilen eserleri
- Ariel, (İmge Kitabevi)
- Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı, (Altıkırkbeş Yayınları)
- Sırça Fanus, (Can Yayınları)
- Üç Kadın, (Oğlak Yayıncılık)
- Sylvia Plath’in Günceleri, (Oğlak Yayıncılık)
- Suyu Geçiş (Artshop Yayıncılık)
Sylvia Plath Amerikan Edebiyat tarihinin en önemli şairlerinden biridir. Onun şiirilerini anlamk için hayatını mutlaka bilmek gerekir çünkü Plath bizzat kendi hayatını anlatan itiraf şiirleri yazar. Bir diğer değişle şiirleri hayatının yansımasıdır. Plath hayatı boyunca problemli bir psikolojiyle yaşamıştır. Bu da onu intihar eğilimli bir insan haline getirmiştir. Bu manik depresif halleri Plath’ın babası Otto Plath’ın ölmesiyle başlar. Daha 10 yaşında iken intihar eder. 21 yaşında iken tekrardan intihar eder fakat 3 gün geçmesine rağmen ölmez ve sonra annesi tarafından bulunur. İşte bu Plath’ın hayatının dönüm noktalarından biri olmuştur. Aslında öldüğüne ve tekrardan hayata geldiğine inanır. Nu yüzden intihar etmek ve ölmemek şiirlerini çok etkilemiştir. 23 yaşında iken Amerikan Edebiyatı için önemli olan bir diğer şair Ted Hughes ile tanışır ve birbirlerine aşık olan bu iki şair evlenirler. Fakat Plath’ın kötü psikolojisi onu takip etmeye devam eder. Yazmayı çok seven Plath evliliği yüzünden üretemez hale gelir. Bir diğer sebebi ise Hughes’ın onu aldatmasıdır. Son bir defa daha intihar eder ve bu sefer ölür. Hayatının mutsuz ve depresif olmasından dolayı şiirleri ölüm sembolleriyle doludur. Geçmişi şiirlerinin ana temasıdır ve karamsarlıklarla doludur.
‘Lady Lazarus’ bu şiirlerine en güzel örneklerden biridir. Bu şiir insana okuduğunda Plath’ın 30 yıllık yaşam öyküsünün özetini verir gibi. Şiir: “I have done it again. One year in every ten I manage it” (1-3) mısralarıyla başlar. Her 10 yılda bir intihar ettiğini söyler. Hem geçmişi anlatırken bir yandan da gelecekte yapacaklarının sinaylini verir çünkü Plath bu şiiri yazdığında henüz 2 kez intihar etmişti. Daha sonra ilk seferki intiharının kazar olduğunu ama ikincisinin bilinçli olarak yapıldığından bahseder. Bana göre Plath gerçekten ölmek istemez. Bu konuda yazmak onun çok hoşuna gidiyor çünkü sahip olduğu tek güç intihar etmek. Ayrıca bilindiği gibi son intiharında bakıcı zamanında gelseydi Plath yine ölmeyecekti çünkü: “bu numarayı ara” diyerek doktorun numarasını bırakır. Plath son intiharında da yeniden hayata gelmeyi umut etmişti. Lazarus Jesus sayesinde yeniden hayata gelmiş olan incilden bir karakterdir. Kendisinin de onun gibi tekrardan hayata geleceğine, dokuz canlı olduğuna inanır fakat bunu son denemesinde başaramaz. Şiirde de bunu yazarak bu fikrimin doğru olduğunu gösteriyor, “Dying, is an art, / like everything else, I do it exceptionally well.” (43-45).
Şiirde ayrıca babasının Nazi kimliğini kullanırken kocasından da düşman olarak bahseder.
“Out of the ash / I rise with my red hair / And I eat men like air.” (79-81)
(küllerin arasından dogrulurum / kızıl saçlarımla / ve çıtır çıtır adam yerim.)
Sonuç olarak tek bir cümle ile özetlemek gerekirse, Plath’ın amacı ölmeyi değil ölememeyi başarmaktır. Parçalanmış kimliği şiirde kolaylıkla görülüyor. Kimliğinin yanında şiirde her şey kırılmıştır.
Dady, Morning Song, Blackberring’de Plat’ın karamsar ve karanlık şiirlerine örneklerdir.
Yazar 1932′de Massachuseets’ta doğmuş ve çocukluuğunun ilk yıllarını Boston yakınlarında bir kıyı kasabası olan Winthrop’ta geçirmiştir. Annesi Avusturyalı bir ailenin kızıdır. Boston üniversitesinde tanınmış bir biyoloji profesörü ve arılar uluslararası bir üne sahip bir otorite olan babası gençliğinde Polonya’dan ABD’ne göçmüştür.Sylvia’nın kendisinden iki buçuk yaş küçük bir erkek kardeşi vardır.Kasım 1962′de Sylvia’yı çok etkileyecek bir olay olur, babası uzun ve zorlu bir hastalık geçirerek ölür. Küçük yaşta şiir yazmaya, çini mürekkeple resim yapmaya başlar;her iki alandada ilk yapıtlarıyla ödüller kazanır.On yedi yaşına geldiğinde yazma hevesini belli bir düzene sokar,ancak yazdıklarının yayınlanması o kadar kolay olmaz.Seventeen dergisinin ağutos 1950 sayısında çıkan ‘ve artık yaz gelmeyecek’ adlı kısa öyküsünden önce dergiye tam kırk beş öykü göndermiştir.İngiliz ozanı Ted Huger ile tanışır ve 16 haziran 1956′da Londrada onunla evlenir.Sırça Fanus’u yazmak için Saxton vakfından burs alır ve roman ocak 1963′te yayınlanır.Daha sonraki dönemde Ariel şiirleri başta olmak üzere bir çok şiir yazar 11 Şubat 1963 günü yaşamına son verir.
Neden İntihar etti?
“Herkesin intihar etmek için iyi bir nedeni vardır. CESARE PAVASE”
Ölmek
Bir sanattır, her şey gibi
Eşsiz bir ustalıkla yapıyorum bu işi
Öyle ustaca ki insana korkunç geliyor.
Öyle ustaca ki insana gerçeklik duygusu veriyor.
Bu konuda iddalıyım sanırım
Sylvia Plath
Çeviren : Cevat Çapan
PLATH ŞİİRİNDE ERİL ETKİ
“Başparmağımdan kesildim, köküm toprakta kaldı.”1932 yılında Massachusetts’te doğan Alman asıllı kadın şair Sylvia Plath, eğitimini Massachusetts ve İngiltere’de tamamlar. Şiirlerinde bolca sanrısal ve şiddet içerikli imgeler kullanan şaire, son yüzyılın gerek eserleri ve gerekse de yaşamı ele alındığında en çarpıcı isimlerinden birisidir.Plath’ın bütün bir yaşamını özetleyen cümlelere Sırça Fanus adlı otobiyografik romanında rastlarız: “Bir gün bir yerde, okulda, Avrupa’da, herhangi bir yerde, o boğucu çarpıtmalarıyla sırça fanusun yeniden üzerime inmeyeceğini nasıl bilebilirdim? O sırça fanus ki, içinde ölü bir kelebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür”. Bu cümle Plath’daki Kaos Teorisi’nin özeti gibidir. Plath şiirinin en dominant unsurları baba ve koca imgesidir. Mumaileyh ikonlar Plath şiirinde rahatsız edici bir biçimde defalarca işlenir.
Plath Şiirinde Baba Otto’nun Etkleri: Babasını kaybettiği 20 yaşına kadarki süreçte babası ile sorunlar yaşayan Plath bu menfi etkileri 1963 yılındaki intiharına dek taşır. Bu çekişme Plath’ı manik depresif, şizofren, içine kapanık, öfkeli, bezgin ve intihara meyyal bir hale getirir. Sylvia Plath babası ile olan bu ilişkisini henüz o yıllarda sıcak olan Nasyonal Sosyalizm ve III. Reich rejimi ile özdeşleştirir. “Babacığım” şiirinde babasını acımasız, kan dökücü, insanlıktan uzak SS subaylarıyla özdeşleştiren şaire, kendisini de masumiyeti sembolize eden toplama kampına kapatılmış Yahudi bir kıza benzetir:
“Dikenli tellere takıldı kaldı
ich, ich, ich, ich
Güçlükle konuşurdum
Her Alman’ı sen sanrdım
Hele o yüz kızartıcı dilin”
Plath’ın babasına duyduğu öfkenin boyutları oldukça korkutucudur. Bu öfke yer yer karşılanılması zor bir intikam duygusuna dönüşür. Bu duygunun baskınlığı Plath’in şiirlerinde cinayet işleme isteği formunda açığa çıkar:
“Babacığım öldürmek zorundayım seni…
Ben zaman bulamadan ölüverdin…”
Yaşamı boyunca babasına karşı beslediği öfke, Sylvia’nın intiharından önce yazdığı ve geniş yankılar uyandıran Babacığım şiirinin son dizelerinde artık önü alınamaz bir hale gelir:
“Baba, baba , seni piç
Artık seninle işim tamamen bitti.”
Plath Şiirinde Koca Ted’in Etkileri: Plath hayatı boyunca tatmin edilemeyen babasının kızı psikolojisini (Kül Kedisi Psikolojisi) karşısına çıkan bütün erkeklerde arar. İngiltere Cambridge’de okurken bir baloda tanıştığı İngiliz kraliyet nişanına sahip şair Ted Hughes ile evlenir ve bu evlilikten iki çocuğu olur. Ancak Plath’in aradığı dinginlik bir türlü gelip onu bulmaz. Plath’ın evlilikten beklediği koruyucu erkek imgesi yerini, diğer bütün kadınlarda olduğu gibi evliliği mutfaktan mürekkep bir saltanat haline getirir. Şair intiharını da kendisine biçilen bu ülkede gerçekleştirir. Denilebilir ki şairin üstünde şiir kokusundan daha çok baharat kokusu vardır.
Plath’ın dikkat çekecek kadar güzel bir kadın olmaması, güzellik konusundaki komplekslerinin kocası Ted üzerinde bir baskı oluşturmasına neden olmuş ve Plath, kocasının yanındaki bütün kadınları potansiyel birer rakip olarak algılamıştır. Bu korkunun izinden giden kadın, ev sahibi ile kocasının ilişkisini öğrenir ve bu bilgi Plath’ın ruhsal bunalımları artmasına yol açar. Kendisini bir hapis hayatında yaşıyor olarak betimlediği Sırça Fanus’ta kocasının bu sadakatsizliğine değindiği bölümler kocası tarafından sansüre uğrar ve kitaptan çıkartılır. Bu noktadan sonra Plath yalnız bir kadındır ve ölüm arzusunu şiirlerinde yoğun olarak işler. Şiddet Plath şiirinin ana imgesi olmuştur. Plath kocasının da bulunduğu evini canlı canlı gömüldüğü bir mezara benzetir:
“Pek yakında, evet pek yakında
Mezar inimin yediği etim
Gene üstümde olacak eve gittiğimde.”
İçinden çıkılamaz bir yola doğru günbegün sürüklenen Sylvia bu çöküşünden kocasını sorumlu tutar ve onu bir şiirinde kanını içen vampire benzetir:
“The wampire who said he was you
And drunk my blood for a year
Seven years if you want to know.”
Sylvia Plath hakkında inceleme yazısı yazan bütün isimlerin de ortak paydası Plath’ın intiharından kocası Ted Hughes’ı sorumlu tutmalarıdır. Başka bir şiirinde ise Ted Hughes’i korumasız bir gemiye ya da koruması gereken bir gemiye saldırıda bulunan II. Dünya Savaşı Japon intihar uçaklarına benzetir:
“O ince
Kağıtsı duygu
Sabotajcı,
Kamikaze adam.”
Evlilikten aradığını bulamayan şaire, bu beraberliği yapay, dayanılması zor, karşılıksız ve sadakatsiz bir süreç olarak niteler Aday şiirinde. Evlenmeyi düşünenlere yahut evlenmiş olanlara karşı bir öğüt niteliği taşır şiir:
“Çay getirecek ,
Baş ağrılarını geçirecek ve ne dersen yapacak
Bir el.
Evlenir misin
Garantisi var.”
Yaşamına eklenen bu yeni ve boyutları oldukça büyük düş kırıklığı Plath’ın ruhsal durumunu içinden çıkılmaz bir hale getirir. Şaire gittikçe kendisini ölüme yakın hissetmeye başlar. Bu yakınlık şaire ile ölüm arasında paranormal bir dostluk kurulmasına neden olur. Artık Plath için ölmek bir sanattır ve kendi ifadesiyle bu sanatı icra etmek adına girişimlerde bulunur. “Her şey gibi eşsiz bir ustalıkla yapıyorum bu işi, Öyle ustaca ki insana korkunç geliyor Öyle ustaca ki gerçeklik duygusu veriyor, Bu konuda iddialıyım sanırım.” Jell Barr (Sırça Fanus)’da intihar girişimlerinden bahseden Plath, deyim yerindeyse bu deneyimlerle övünür: “Yine yaptım, on yılda bir beceririm bunu ben.” Üçüncü on yılda ise bu yaptığı şeyi becermekle kalmayacak, başaracaktır da. Şaire bir intihar girişiminden sonra hayatını kurtaran doktorları Nazilere benzetir ve onlarla dalga geçer:
“İşte böyle Herr doktor, Herr düşman
Beni siz yarattınız
Ben sizin kıymetli eşyanız
Eriyip çığlığa dönüşen.”
Sylvia aldatılan her kadının yapması gereken şeyi yapar ve Ted Hughes’e boşanma davası açar. Mahkeme sürecinde edebiyat çevresindeki arkadaşları iki tarafı da bu kararlarından çevirmek için arabuluculuk yaparlar. Bunun yanında Ted Hughes çocuklarının annesinden defalarca özür diler, ancak her bağışlama yeni bir aldatma ile sonuçlanır. Hughes Sylvia’dan vazgeçemediği kadar, Londra edebiyat çevrelerinde kendine hayranlık besleyen kadınlardan da vazgeçemez. Bir süre sonra karı-koca ayrı evlerde yaşamaya başlarlar. Bu arada Sylvia Plath’ın şiirlerini okuyan bir basım evi sahibi bu şiirleri basar ve Plath’ın şiirleri İngiltere’de olumlu karşılıklar bulur. Ancak bu bile Sylvia’yı sonun başlangıcından kurtaramaz. İki çocuğunu yataklarına yatırır, gazdan etkilenmesinler diye pencerelerini açar, üzerlerini açık bir nokta kalmayacak şekilde örter, kızı Freida’nın başucuna bir bardak süt bırakır ve kafasını mutfaktaki gaz fırınına sokarak intihar eder. Öldüğünde boşanma davası henüz noktalanmadığı için mezar taşına Sylvia Hughes yazılır. Takip eden yıllar boyunca mezar taşındaki Hughes soyadı Plath hayranlarınca defalarca tahrip edilir.
Plath’ın intiharını takip eden 30 yıl boyunca Ted karısı hakkında tek kelime etmeyen Ted Hughes Sylvia’dan sonra iki kere daha evlenir ve 1998 yılında kanserden ölür. Ölümünden birkaç yıl önce Sylvia için “Doğum Günü Mektupları”nı yazan Hughes arkasında büyük bir servet bıraktı.
Plath Şiirinde Diğer Erkekler’in Etkisi: Babası ve kocası ile yaşadığı kötü deneyimler sonucu Plath bütün erkeklerden nefret etmeye başlar. Bu nefret Hıristiyanlık’ta insanlığın günahları için kendini feda eden İsa’ya kadar taşar:
“Şu kutsal herifler
ya balıklar, balıklar
İsa! Buz kalıpları.”
Plath edebi anlamda sergilediği bütün performansının merkezine şu ya da bu şekilde menfi bir erkek imajı oturtur. Bu bazen babası, bazen kocası, bazen de savaş çıkartan, kötülük yapan diğer erkeklerdir.
Yönetmen Christine Jeffs, Plath’ın hayatını sinemaya aktardığı otobiyografik bir deneme olan Sylvia’da, Plath’ın şair Ted Hughes ile tanışmasından intiharına kadar olan süreci yüzeysel, kadın bakış açısıyla ve Plath’ın cephesinden ele alır. Gywneth Paltrow ve Daniel Craig’in başrollerini paylaştığı film Jell Barr’ın görsel bir versiyonu gibidir. Filmde Plath alabildiğine masum, Hughes olabildiğince vefasız gösterilir. Filme getirilen eleştirilerin önemli bir bölümü Paltrow’un Plath’ı temsil edemediği, hatta taban tabana zıt olduğu önermelerinde birleşir. Bizce film feminist duyguları tatmin etmeye yönelik ve oldukça yanlı olduğu için başarılı olmamıştır. Filmde Sylvia’nın intihar sekansı kadraj dışı bırakılır.
Plath Şiirinde İntihar Kavramı: Sylvia Plath için intihar bazen yaşamakla eş anlamlı bir olgu haline bürünür. Lady Lazarus adlı şiiri Ahdi Cedit’de geçen İsa’nın Lazarus adında daha önceden ölmüş birini diriltmesine göndermedir. Plath, deneyip de başaramadığı intiharları Lady Lazarus adlı şiirinde bu hikaye ile ilişkilendirir. Bazen da intihar bir kaçış yoludur. Başarısızlığa yahut kendinden daha iyi olan birine karşı tahammülsüz olan kadın şair, bir şiirinin başarısız bulunup elenmesinden sonra, yaşadığı bu düş kırıklığını intihar ederek aşmayı denemiştir. Plath’ın eserlerinde genelde yaşadığı çıkmazların betimlemeleri vardır. “Ölmek istemiyorum” diyen şairenin, sürekli ölmek için çabalaması “ölüm” imajını iki farklı anlama oturtmasından kaynaklanmaktadır. Ölmek istemez, çünkü ölmek unutulmak demektir. Ölmek ister, çünkü ölerek yaşamak daha albenilidir.
Sylvia Plath’ın intihara bu denli yakın durması ve bütün bir hayatı ele alınınca oldukça dramatik bir anlam ifade etmesi, “Sylvia Plath Etkisi” adı altında bir kavramı ortaya çıkarmıştır. Kavram özetle, özgün üretimle deliliği bağdaştırmaya yöneliktir. Plath intiharı ondan sonra gelen bir çok kadın şair ve yazarı etkilemiştir. Türk yazınında Nilgün Marmara intiharı Plath’la ilişkilendirilir.
Sylvia Plath Susma Cesareti / Yusuf Eradam
Nietzsche, ”Böyle Buyurdu Zerdüşt”te şöyle der:
”Korkunçtur, kendi yasanın yargıcı ve öc alıcısıyla yalnız kalmak. Yıldız işte böyle fırlatılır ıssız uzaya, yalnızlığın buzlu soluğuna… Ama bir gün yalnızlık yoracak seni, bir gün eğilecek gururun ve yürekliliğin yılacak. Bir gün haykıracaksın: ‘Yalnızım ben!…’
Kendi yüceliğin bir hayalet gibi korkutacak seni.”
HERKESİN mal bulmuş Mağribi gibi sarıldığı Nietzsche’den medet umduğum sanılmasın, çünkü o da Batı’nın ‘yalnızlık fetişizmi’ dediğim kara batağına yoğurt çalanlardandı, ya tutarsa diye. Batı’nın, özellikle de Amerika’nın ‘vanilyalı ideoloji’ olarak adlandırdığım küreselleşme safsatası altında, insanoğlunu kör ve sağır edici, köle edici ideolojisinin bir paradigmasına dikkatleri çekmek için getiriyorum gündeme, yalnızlık fetişizmini. Batı ‘yalnızlık’ (loneliness) ile ‘birbaşınalık’ı (solitude) birbirine karıştırmamızı sağlıyor. Bütün dünyaya antidotu (yoğurdu) olmayan bir zehir saçıyor: Yalnızlık kültürü!
Batı bu zehre hayran. Sylvia Plath da, Sivvy’ciğim de, öldükten sonra bu fetişizmin kurbanı olmuştur magazin basını yüzünden ve bunun tek sebebi, kendisini kurtarmam istenen DTCF’li bir felsefe öğrencisinin dediği gibi, ‘gerçekleştirilebilecek en özgün yaratı ya da edim’ diye nitelenebilecek ‘intihar’ı gerçekleştirebilmiş olmasıdır. Şairin nasıl yaşadığından, nasıl ürettiğinden çok, intiharı ile ilgilenmeyi, hatta ona gıpta ederek bir tür ölüsevicilik yapmayı da biz Batı’dan öğrendik. İntihar eden sanatçıların nasıl öldüklerini, canlarına nasıl kıydıklarını anlatmak ya da öğrenmek nedense hayattaki biz faniler için daha çekici gelir. Oysa, onların nasıl yaşadıklarıdır bilmemiz gereken, yapıtlarını nasıl ürettikleridir.
Susma cesaretinin tezahürünün doruk tecellisi intihardır. Tek gösterimliktir çünkü. Replikasyonu olanaksızdır. Ama unutmamak gerekir ki Plath, son ana değin kurtarılacağını ümit etmişti, o kış olmasaydı, onu baygın bulması ümit edilen çocukların bakıcısı gecikmeseydi…
Plath, hayatı sevmeseydi ya da sadece onu aldatan kocasından intikam almak için intihar etmek istediyse, çocuklarının bulunduğu odaya gaz girmesin diye delikleri niye bantladı? Çocuklarını da beraberinde götürse, ‘benim dengim’ dediği Ted Hughes’u daha mutsuz ve pişman etmez miydi? Amy Tan, ”Şans Klubü”nde bu yöntemi akıl etmiş oysa.
Ölümün mutlaklığıyla sevişmek
Plath, susma cesareti gösteremeyen ahmakların imrendiği bir yalnızlığın kurbanı değildir. O fallosantrik, fallomorfik bir Batı yaşam düzeneğine şiirleriyle baş kaldıran bir cengaverdir. Kadına bireyselliğini yaşatmayan, insanı insanlığından çıkaran ve ‘ötekileştirme’ üzerine kurulu bir düzenin her ayrıntısına bakma cesaretini gösteren ve ölüm adlı mutlak gerçeklikle şehvetle sevişen bir yiğitti o; ”Sylvia” adlı filmde gösterildiği üzere kocasını kıskanan ve bu yüzden de kendisini yok etmek isteyen aciz bir kadın değildi. Film, onun çocukluğu, babası ve annesi hakkında, daha küçücük bir kızken yazdığı şiirlere yer vermiyor. İngiltere’de Ted Hughes ile tanışması sayesinde başlamış gibi gösteriliyor Sylvia’nın hayatı. Bu da, yaratıcı bir kadının hayatına ve ölümüne ait anlamların ancak ve ancak bir erkeğin varlığıyla onanabileceği demek ki, yanlış! Plath’ın oluşumunda ’50’li yılların (”Saatler” filminin ikinci bölümünde ailesini terk eden kadında da görürüz bu yapılanmayı), böcekbilimci tanrısal erk imgesi babasının, sıkı disiplin yanlısı annesinin, geçmişindeki Püriten yobazlığin hâlâ at koşturduğu New England (Massachusetts) yaşam dizgesinin büyük rolü vardır.
”Mecaziyim” ve 9 rakamı
Tıpkı Kate Chopin’in Edna Pontellier adlı kahramanı gibi (”Uyanış”), Plath da çoluk çocuklu bir evlilik yaşantısına yabancılaşmıştı. ”Metaphors” başlıklı şiiri bunu pek güzel anlatır. Hamileliği sırasında yazdığı bu şiirini ”Şiire Giriş” derslerimde okuturum çünkü müthiş bir imge şiiridir, öğrencilerin imgeyi anlamasını kolaylaştırır, bir de şairin en az tehlikeli şiirlerindendir. Malum, genç dimağlar okuduklarıyla kolayca empati kurar, öznel ile kendine özgülüğü karıştırır ve şiirde anlatılan yaşantıyı mutlak gerçek olarak görebilirler. Şiirin finalindeki iletinin karamsar olması dışında (Başka bir kadın için hamilelik neden inişi olmayan bir trene biniş olsun ki? Ama bizim anlamamız gereken Plath’ın neden böyle düşündüğüdür, yargılamadan) ”Metaphors”, 9 rakamı üzerine kurulu bir şiir, kendi nitelemesiyle, bilmece gibi. 9 harfli bir başlık, 9 dizeli ama tek kıtalı bir şiir bu; çünkü Plath, yani kadın, bir yerde yazdığı gibi hep karşı durmaya kararlı olduğu yazgısının ve anlamının 9 rakamıyla belirlenmiş tek bir beden olduğunu bilir. 9 ile belirlenmiş bir yekpareliktir kendine yakıştırdığı imge. 9 harfli birçok sözcük de var şiirde. Bu yüzden ”Mecazlar” (8 harf) demedim başlığı çevirirken; ”Eğretilemelerinizim” deseydim 9 heceli olacaktı ama bu da biraz samimiyetten uzak geldi ve ”Mecaziyim” demeyi yeğledim. Paranın damga yemesi ‘newly-minted’, hem aynı cüzdandaki nane şekeri kokusunun paraya sinmişliğini gösteriyordu hem de darphanede damga yemişlik, yani dönülmez bir yola girmişlik hissine tercüman oluyordu, ki çeviride bu anlamların ikisini birden kurtaramıyorsunuz; bu yüzden de ben birini yeğledim; nane gitti, finaldeki mesaja uygun olan anlam, ‘mühürü yemişlik hali’ kaldı.
İktidar ile fuhuş
Yaşama ve yaşantılarına bu denli özen gösteren, dil matematiğini bu denli iyi bilen bir insan nasıl olur da salt manik-depresif, şizofren tanılarıyla (tıbbi olarak doğru bile olsa) etiketlendirilip rafa konabilir? ’50’li yılların cengaver kadınları böyleydi. Görünce bana katılırsınız, magazin basınının, Hollywood’un satmayı sevdiği, rantı olan bir kadın entelektüel imajını besliyor ”Sylvia” adlı film. ”Saatler”in üçüncü bölümünde oğlunu terk eden ’50’li yılların Amerikalı kadınının, bir annenin annelik görevini yadsımasının olumlanması, Meryl Streep’in kızının ona sarılmasıyla gelir. Plath, böyle bir olumlanmaya gereksinim duymayacak kadar asiydi. Filmi izledikten sonra Plath için ”Âşık olduğu adamı kıskanıp intihar edecek kadar cinnetli bir kadın işte,” deyip çıkabilirsiniz sinemadan ya da Sylvia’ya acıyarak yazık. Film onun şiirleriyle bezenmiş olsa da, şair Plath değil de aciz kadın Sylvia ön planda, çünkü bu imge satar! Oysa, çocukluğunda bir kelime harfleme yarışmasında, bir oğlan çocuğunun ardından ikinci oluşunu ”Olsun, ne de olsa o bir erkekti,” diyerek karşılaması ona daha çocukken öğretilen Sivvy, Ted Hughes’u en azından, kanımca, kendisi ‘poet-laureate’ (şair-i azam) olmadığı için de yenmiştir. Hughes bu unvanı kabul ederek kurumsallaşmış ve yasallaşmıştır. Bu da, bir şair için ölümle eşdeğerdir, çünkü şairin kanatlarından birini kesmesi demektir, kurumsallaşıp yasallaşmak. Ben bunu bilir, bunu söylerim. Kurumsallaşmak bir illettir. İktidar ile fuhuş halindedir çünkü.
”Sırça Fanus”
Plath, ”Daddy” başlıklı ‘kültleşmiş’ şiirinde babası ile özdeşleştirdiği ataerkil, fallosantrik düzene baş kaldırırken babasını vampirlerle, Nazilerle bir tutmuş, kazığı da kalbine saplayıvermişti. ”Pekala Yahudi de olabilirim,” derken mazlum ile, kıyıma uğrayan ile özdeşleşebilecek kadar, kendi bireysel kıyılmışlığını Nazilerin soykırımıyla yan yana koyacak denli yürekliydi. İnsanın insana yaptıklarına kayıtsız kalamayışını bugün bile içimizi ürperten, yüreklere korku ve dehşet saçan şiir estetiği ile gösterir. Plath, savaş sonrası yıkık hassas beyinlerdendir; şimdi yaşasaydı ”Pekala Filistinli de olabilirim, pekala Iraklı olabilirim,” derdi. Çünkü bütün sanatçılar gibi o da sanatçı sorumluluğunun kıyılandan yana olmakta yattığını biliyordu.
Plath’ın elimizdeki tek romanı şiirleri kadar güçlü değildir (yazdığı söylenen ama yayımlanması Ted Hughes tarafından sakıncalı bulunan ikinci romanı bildiğim kadarıyla ortaya çıkmadı henüz). Bu tek roman ”Sırça Fanus”a gönderme yaparak söyleyebilirim ki, gizdökümcülüğünü bariz bir şekilde burada sergiler. Bilinen ikinci intihar denemesi ve sonrasında gelen tedavisi sırasındaki ruh halini anlattığı bu romanı, sanatsal olarak bizi büyülemez; ama şiirlerindeki özen ve matematik, klasik müzikte Bach’ın başarısıyla denktir, çünkü Plath şiirlerinde bireysel deneyimlerinden yola çıkarak şiir sanatının tüm araç gereçlerini ustalıkla kullanarak (Oruç Aruoba’nın gözlerimin önünde parmak saymadan haiku yazması gibi) akıllara durgunluk verecek şiirler yazmıştır ve bunların hepsi metin. Bu metinlerden yola çıkarak şairin özel hayatına ya da kişiliğine, cinsel ya da başka kimliğine tanı koymak ise röntgenci okurların, eleştirmenlerin densizliği; tadına doyulmaz bir hamakat örneği. Okuyucu ya da eleştirmen, anlamak yerine tanı koymayı sever. Ahmaklıktan kastım bu.
‘Sylvia Plath etkisi’ymiş!
Müthiş bir okuma serüveninin ipuçlarını taşıyan Sylvia Plath şiirlerini okursanız görürsünüz ki hayatında hiçbir şey onun şiir yazma tutkusunun, şiirle varolma savaşımının önüne geçememiştir. Bunalımının temel nedeni de budur. ”Kadından şair olmaz” ya da ”Kadın olmasına karşın…” diyenlere toslamıştı hep; bulunduğu ortamlarda önce sevgilisi, sonra kocası ve şiir alanında da kendisinden hep bir adım önde olan Ted Hughes ile aşık atmak zorunluluğu içindeydi. Aynı zamanda da güzel kadın, anne, sevgili vb. gibi kadına biçilen birçok rolü giyinmek zorundaydı; ama tüm bunların ötesinde, şair olduğunun herkesçe tanınmasının savaşımını da verdi. Bu savaşımı verirken parçalanarak çoğaldı. Şairliği, hak ettiği halde, kanonize olmayınca da etiket meraklılarının dediği gibi ‘cadı tanrıça’ oldu. Batı, kadın yazarların ruhsal sorunları olduğunu yaymayı çok sever ve eleştirmenler, yazın dünyasının haremağaları, hemen düşerler bu basmakalıp tuzağa, çünkü onlar bağnazdırlar ve bayılırlar kadını fallosantrik hücrelere tıkıştırmaya. Nitekim, bu yıl içinde yapılan araştırmalardan biri de, kadın yazar ve şairlerin intihara eğilimli olduğunun altını çizdi, söz konusu araştırmanın sonuçları da ”Sylvia Plath etkisi” başlığında verildi.
Sylvia Plath etkisiymiş! Haydi oradan! İntihar edenler sadece kadın mıdır ya da sanatçılar mıdır? İntihar etmek kadınsı bir eylem midir? ”Nilgün Marmara’nın intihar etmesinin temel nedenlerinden biri de Boğaziçi Üniversitesi’ni bitirme tezinde Sylvia Plath’ı incelemiş olmasıdır,” demek de aynı bağnazlığın, ahmaklığın işaretidir. İntihar edenin bireysel iradesini soğurmak eğilimini sergiler bu tanı. Marmara’nın ‘çölgörmüş halini’ okuyup bir filozofa şapka çıkarmak yerine, onun intiharını bir kadının zayıflığının tezahürü, inceldiği yerden kopmuşluğu gibi göstermek acizliğidir. Ben de Plath’ı doçentlik tezim için inceleyeceğim diye tutturduğumda, aynı uyarı gelmişti, akıllı bıdık kumkumalardan: ”Aman dikkat et, intihar bulaşıcıdır!”
Plath şiirindeki yaşama sevinci
Sylvia Plath’ın en karamsar dizelerinde bile özellikle doğa imgeleri ile bezenmiş yaşam sevinci ya da bir insanlık ayıbına tanıklık, alt metin olarak okunabilir, okumayı bilen okur:
Mutsuz cadı, kapıdan
Bakar durursun, ”Her kadın bir fahişedir.
İletişim kuramıyorum.”
(”Lesbos,” 18 Ekim 1962)
Plath’a ‘lezbiyen’ tanısının konmasına sebep olan (kötü bir şeymiş gibi) şiirlerinden biridir bu ve insanın sorası gelir, ”Ona ‘iletişim kuramıyorum’ diyen, onu göze alamayan kocası olmasın” diye (‘röntgenci okur’laştım, tezimi savunayım derken!) Kendini boğazına kadar batağa saplanmış bir ahmak gibi gören Plath, ”Gardiyan” başlıklı şiirinde gene kendisini bütün anahtarları elinde tutup şakırdatan kocasının ‘şehvet manivelası’ olarak niteler. Niye?
”Karaağaç” (Elm) şiirinde içindeki yumuşak, tüyümsü kıvrılışlı yaratığın habisliğini duyumsar ve hep göze alınmak arzusunu ima ederek şiiri şöyle sonlandırır, şiirde de son dizelerin sürpriz taşıması ve en vurucu dizelerin son dizeler olması gerektiğini bilerek:
Öper durur yılansı acı suları.
İradeyi taşlaştırır. Tecrit edilmiş, usul kusurlardır
bunlar,
Öldürür, öldürür, öldürür. (19 Nisan 1962)
Plath, onun içindeki ateşi öldürmeye azimli bir toplumda yaşadığının (”İçimdeki bu ateşle asla genç olmak istemezdim,” diyen Beckett miydi?) ne denli ayırdına vardıysa, ölümsüzlüğe, ölüme aşkla bağlanarak imgeler yaratmaya da o denli çok özen gösterdi. Kıyıcı olduğunu söylerken bile, giderek somut imgelerle özdeşleşmekten vazgeçip yumurta gibi şekli betimlenemeyen nesnelerle, daha sonra da maddenin en uçucu hali olan gaz haline dönüşme arzusuyla gösterdi bunu. Gaz soğurarak kendine kıyması da bundandır. Betimlenmeye, etiketlendirilmeye karşı duruş; ”Ariel” başlıklı şiirinde sabahın kızıllığına karışıp gitmek arzusu! Bu arzu, ‘ötekileştirme illeti’ni temel alan fallosantrik ideolojileri benimseyen tüm yaşam biçimlerinde sadece kadına değil, herkese öğretilir, mutlak gerçek niyetine. Plath’a bir eleştiri yöneltilecekse, o da şairin bu tuzağa düştüğünü söylemek olabilir, eğer tek mutlak yaratıcı edimin intihar olmadığına inanıyorsanız.
Cadı tanrıça (!)
”Evlilik, birinin hep haklı olduğu, ötekinin ise koca olduğu bir ilişkidir”. Kadını, erkek özgürlüğüne ket vuran engel gibi gösteren bunun gibi ‘vecizeler’ Internette dolaşır durur ama burada yatan bir gerçek daha var ki, o da haklı olanın erkek olduğu ve kadının da bunun tersini göstermek üzere cadılaşmak zorunluluğuna yeltenmesi. Plath’a cadı tanrıça denmesinin nedeni de budur.
Plath gibi birinin en büyük hatası evlenmek olmuştu. Evlilik; devlet ve para gibi, cinsel rol ve kimliklerin mutlak kurallara bağlanışı gibi, insanoğlunun kendi tarihini yoldan çıkarmasına yarayacak yanlışlarından biridir. Bu yanlışa Sivvy’ciğim de düştü. Rachel Smithson dostumun da anımsattığı üzere, ‘halkalı köle’ olmaya imza atarken, aynı zamanda bir birey, bir şair olarak da var olmaya çalışır Sylvia. Ne gaflet ama. Ama o gaflet, ne büyük bir derya olur yaratıcılığına.
Fakat edebiyat tarihi kurumsallaşmış, kanonize olmuş Yunan sütunları gibi duran Sivvy’nin babası Otto Plath’ı ya da kocası Ted Hughes’u değil de Sylvia Plath’ın uğunmalarını mesele edinir ve aynı derecede uğunur da uğunur. Çünkü mesele hâlâ halledilmemiştir. Mesele kadına soluk aldırmayan düzeneği cıscıbıl sergileyememektir.
‘Öteki’ uydurmak zorunluluğu
Sylvia Plath şiirleri üzerine yazdığım ”Ben’den Önce Tufan” adlı kitabımda değinemediğim bir gerçek var ki, o da Batı’nın Yunan ve Roma fallomorfik yapısının temel taşlarını, söylenlerini mutlak doğrular olarak görme yanılgısına ablam Sivvy’nin de kapılmış olması. Sylvia bu örüntü içinde, örümcek ağına düşmüş bir sinek gibi, ‘kurtuluş’u, nafile olduğunu göre göre, bile bile lades aramıştır. Yapılması gereken bu örüntünün yanlış olduğunun saptanması ve dolayısıyla da yerle bir edilmesi gerçeğidir ki kadının, erkeğin, hatta bütün cinsel kimliklerin kurtuluşu da buradan geçer. Çünkü, insanoğlu, tarihi boyunca varoluşunun onanması için bir ‘öteki’ uydurmak zorunluluğunu akıl etmek gaflet ve dalaletine düşer; bu sırada da erkeğin ötekisi kadın, kadının ötekisi de erkek olarak beliregelir. Karaltısı kalkasıca, boyu devrilesice, üstüne toprak atılasıca, gözüne boz inesice mitlerin başında, işte bu minicik yanlış gelir. İnsanın, cinsel kimliği ne olursa olsun, insan olarak varolduğuna, ancak ve ancak ötekinin gözlerindeki anlamlar ile varolabileceğine inanması yanlışı! Bu yanlışı mutlak bir gerçek ya da doğru, hatta yasa olarak ezberledik hepimiz.
İnsanoğlunun ‘hamakat’ tarihi
Birbaşınalığın yüceliği bu yanlışı fark edip kendimizi ötekileştirilmelerden sıyırmakla başlar; yalnızlığın uçurumu ise ötekini olmazsa olmaz bir mutlak bilmekle başlar. Plath, bu uçuruma düşer, düşerken de kanat çırpar yere çarpmamak için. Her kanat çırpışından da zehir zemberek şiirler dile gelir. Herkesin kendi uçurumu kendinedir, kimse kendi uçurumuna davetiye çıkartmaz ki Plath’dan etkilenip intihar etmek mümkün olsun.
Yalnızlık uçurumuna düşerken insanoğlu inanç ve din gibi bir başka hataya tutunmaya çalışabilir. İnanç gerekli olabilir ama kurumsallaşmış din illeti en az para ya da evlilik kadar büyük bir hatadır ve ötekileştirme illeti ile beslenir. Tarih boyunca en büyük kıyımlar hep bu din çatışmaları yüzünden gerçekleşmiştir. Din müessesesi, insan hayatından kesinlikle çıkartılmalıdır. Sylvia ablam ve Emily (Dickinson) teyzem, bu kurumların tuzaklarına düşmemeye özen göstererek yazmışlardır. İnanca hakaret etmeden ama kurumsallaşmış dinlerden uzak durarak birbaşınalık seçimlerini hayatta olmanın bedelini yaşarken ödeyip, ödüllerini de öldükten sonra devşirmek kaydıyla almışlardır bu tavırlarını göze. İnsanoğlu kendi ‘hamakat’ tarihini ne zaman yazacaktır, merakla bekliyorum. Ben yazamam. Bu yüzdendir bekleyişim.
Böylesi bir uçurum da sadece kadınlara özgü değil. Mayakovski de aynı uçuruma düşer, Kaan İnce de, Jerzy Kosinsky de, Nilgün Marmara da (onu kadın olarak görmüyorum, Nilgün Marmara ‘daşşaklı’ bir filozoftu, belki de bir hermafrodit). Hayati Baki dostum da işte bu yüzden şiirin kesik damarları üzerine kafa yordu. Böylesi bir uçurum, şiirlerden araklanmış sözlerle Teoman’ın şarkısında ”ölmek için güzel bir gün” diye bunun için dile gelir de şarkıcı samimiyetsizce bu dizeyi bağırır durur; çünkü bu yanlızlık ve uçurum ve intihar fetişizminin rantı endüstriye dönüşebilir popüler kültürün replikasyon zaafı yüzünden. Teoman’dan beklenen nedir? Madem böyle bir şarkıyı söyleyebiliyorsun, intihar et o zaman!
Uzun bir intiharı seçmek
Bir öğrencim, ”Hocam, bu kadar çok şeyi fark edebiliyorsunuz madem, niye intihar etmiyorsunuz?” diye bunun için sorabilir ve ”Yaşama sevincindendir belki, belki uzun bir intiharı seçtiğim içindir,” yanıtımı da aynı nedenle anlayamayabilir kendisi yaşamayı bencileyin sürdürmeyi seçmişken.
”Ben öğretilmiş bir yalnızlık uçurumuna düşmemeyi seçtim,” diyemem öğrencime. Desem anlamaz, çünkü ”Bu kanonize şiirleri, romanları, öyküleri niye okutuyorsunuz?” diye sorar o zaman. Belki de doktoram için David Mercer’ı, doçentliğim için de Sylvia Plath’ı incelemem bana bunu öğretmiştir. Belki de akademik unvanlarım için, bu iki Batılı sanatçıyı incelerken, onların düşmeyi sevdiği, âşık olduğu uçurumu anlamaya çalışmışımdır. O uçurumu anlamaya çalışmak, o uçurumu mutlak gerçeklik olarak saptamamayı da öğretmiştir bana (yoksa kendi narsisist uçurumunuza düşersiniz!). Böylesi bir çaba, o uçuruma bir mesafeden bakmayı da gerektirir, o uçuruma atlayanları aşağılamadan, ”Çavdar Tarlasındaki Çocuklar”ın (Jerome David Salinger) uçurumdan aşağı düşmemesi için uçurum ucunda durup düşmekte ısrar edenleri tutmak üzere kol kanat germeyi görev edinmeyi gerektirir. Hoca olmak bunu gerektirir.
Sylvia Plath’ın yaşam öyküsü ve yapıtları, anti-psikiyatriyi savunanları da ilgilendirir, özellikle ilaçla tedaviye karşı olanları. Anti-depresan ilaçların mucizevi olduğuna inananlara Plath’ın hallerini okumalarını salık veririm, çünkü o ilaçların etkisindeki ve sonrasındaki yaşama bakış açıları bilim adamlarımıza da ışık tutabilir; belki de böylelikle birçok hayat daha kurtarabilir psikanalistler.
Kendimize çeki düzen verelim!
Ölümünden sonra, ”Ariel” şiir seçkisi, şairin sahiplenmesi en doğal şiirleri, kendi yaratıları, ne yazık ki kendi sıralamasıyla değil, Ted Hughes’un yeniden düzenlemesiyle yayımlandı. Bu yüzden de araştırmalarım sonucunda, Sivvy’nin kendi sıralamasına sadık kalarak çevirdim ”Ariel”i. Kitap Türkçede şaire ihanet etmeden yayımlanabildi. Bunun için de kendimden bir yanak alıyorum izninizle.
”Ariel”deki son şiiri ”Kış Uykusu” ile Sylvia Plath bize miras olarak kara bir dimağ bıraktı. ”Susma Cesareti” şiirindeki tek kişilik cumhuriyetinden yazdığı şiirlerle de sessizliğinin şiddetini tüyler ürpertici bir estetik halinde sundu, biz nice epifanilerden geçelim de kendimize çeki düzen verelim diye.
Ben ölü yumurta, uzanmışım
Büsbütün
Dokunamadığım bütün bir dünyanın üzerine
(”Felçli/Paralytic”)
Sylvia Plath’ın şiirlerini okuyalım, uyanalım maskelerimize; ayıp, aydınlanalım biraz. Zihnimiz açılsın. Tastamam olalım. Yazdığı son şiirinden bir alıntıyla bir kez daha şapka çıkarıyorum Sylvia’ya:
Büsbütün olur kadın.
Ölü gövdesi
Başarının gülümsemesini kuşanmış.
(”Uc / Edge”)
Şiirin ve hayatın Lady Lazarus’u: Slyvia Plath
İçindeki ateşi öldürmeye azimli bir toplum içinde yaşadığının ayırdına vardığını imleyen dizeleriyle adını tarihin panosuna yazdırdı Slyvia Plath. Ama aynı tarihin magazinel ağzı -tıpkı “Sylvia” filminde olduğu gibi- kocasını kıskanan ve bu yüzden de kendisini yok etmek isteyen aciz bir kadın gibi göstermeyi yeğledi onu. Oysa Plath fallosantrik yaşam düzeneğine şiirleriyle başkaldıran bir asiydi.Kadına bireyselliğini yaşatmayan, erkeğin ardılı olma gibi makus bir talihi olduğuna ikna eden, “ötekileştirme” üzerine kurulu bir düzenin her ayrıntısına, gölgede bırakılan suretlerine bakma cesaretini gösteren bir kadındı o. Hayattan vazgeçmiş, yaşam denilen tüm uğraşın beyhude bir çaba olduğuna teslim olan, yalnızlık fetişizmine teşne bir kadın/şair değildi Plath. Aksine en karamsar dizelerinde bile, ayarsız bir alayla, dayatılan her bilgiye/dogmaya, kararlı bir inatla bezenmiş yaşama sevinci okunabilir.
Mutsuz cadı, kapıdanBakar durursun, “Her kadın bir fahişedir.İletişim kuramıyorum.” (“Lesbos,” 18 Ekim 1962)
Amerikan edebiyatının, sıra dışı karanlık şiirleriyle olduğu kadar trajik intiharıyla da bilinen ünlü şairi Sylvia Plath, 1963’te henüz 30 yaşındayken, intiharı seçer.
Kendisi gibi şair olan Ted Hughes’la evli ve iki çocuk annesi Plath’in, bir gece eşi yanında yokken Londra’daki evlerinde iki çocuğunun başucuna süt ve kurabiye bıraktıktan sonra, mutfaktaki hava gazını sonuna kadar açıp kafasını içine sokması okurlarını şok eder.
27 Ekim 1932’de, Alman bir baba ve Amerikalı bir annenin çocuğu olarak Boston’da doğan şair, profesör babası 1940’ta öldüğünde, henüz 8 yaşında olmasına rağmen ilk şiirini yayımlar. 1950’de Amerikan Smith College’de okumak için burs kazanan şair, okulun ikinci yılında uyku ilacı içerek ilk intihar girişiminde bulunur. Bunun üzerine, akıl hastanesine yatırılır ve burada elektroşok tedavisi ile psikoterapi görür.
Üniversite döneminde yüzlerce şiiri olan Plath, çok zeki, üstün yetenekli ve duyarlı olarak tanımlanır. Ancak, dışardan bakıldığında kusursuz görünen yaşamı, sinir krizleriyle kesintiye uğrar.
Bütün şiirlerinde izleri görülen hastalığı, çocukken babasının ölümüyle yaşadığı travmaya bağlanır.
Bu deneyimini, 1963’te yayımlanan “Sırça Fanus” (The Bell Jar) adlı otobiyografik romanında anlatır.
1955’te başarısına kaldığı yerden devam eden şair, ileride eserlerinin temelini oluşturacak toplumsal cinsiyet çalışmalarına başladığı Smith College’den üstün başarıyla mezun olur.
Kazandığı başka bir bursla İngiltere’deki Cambridge üniversitesine devam eden şairin ilk şiir kitabı “The Colossus”, İngiltere’de yayımlanır.
Hayatı boyunca ‘özgür ruhlu bir şair’ olmak ve toplum tarafından inşa edilen kadınlık ve erkeklik rolleriyle mücadele etmek isteyen Plath, anne ve eş olmaya zorlanarak kendine ket vurur.
Plath, 1956’da Ted Hughes’la evlenerek Boston’a yerleşir. Hughes’in, hastalığına ve sanatına iyi geleceği teşvikiyle hamile kalan Plath, eşiyle Londra’ya döner.
İlk çocuklarının doğumundan sonra sorunları su yüzüne çıkan çift boşanmaya karar verir, ancak bir süre sonra yeniden barışarak bir çocuk daha yapmaya karar verirler.
1962- 63 kışında Londra’da küçük bir dairede parasızlık ve kötü bir griple mücadele eden Plath, sabahları dört saat çalışarak şiirlerini yazmayı sürdürür.
Bu küçük evin, şair W.Butler Yeats’e ait olduğunu öğrendiğinde yazma isteği daha da şiddetlenen Plath; bunu iyi bir işaret olarak algılar, ama çocuklarını ihmal etmemek için onlar uyurken yazmayı seçer.
Derinliği artan son şiirlerinde ölüm isteği de daha çekici bir hal almaya başlar ve sinir krizleri baş gösterir. Bu yalnızlık döneminde eşi Ted Hughes ise, kendi kariyeriyle meşguldür ve şairi aldatır.
Başlangıçta birlikte yazan ve sıkça seyahat eden çift şimdi, birbirleriyle mücadelece edecekleri bağımsız bir edebi kariyer uğruna yıpratıcı bir ilişkiye girer.
Bu tavır özellikle, Plath’in trajik intihar sürecinin başlangıcı olur.
11 Şubat 1963’te ise, Plath son şiirleri yayımlanmadan ölümü seçer.
Ölümünden sonra ise, Plath’in öğrencilik yıllarından gelen feminist yazını, onu Amerikan feministlerinin mistik büyücüsü kılar.
”Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı”
1977’de yayımlanan ve Plath’in çeşitli dergilere yazdığı hikâyelerden oluşan “Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı”n da, şairin annesiyle yaşadığı sorunları dışa vurduğu öyküleri de yer alır.
Babasız geçen çocukluğunda annesinin aşırı disiplini yüzünden kendini daima başarılı olmaya zorlayan Plath, ondan ne kadar korktuğunu ve bu korkusunu yenmek için de kendini ona nasıl bağımlı kıldığını “Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı” da geçen şu cümleyle anlatır:
“Tıpkı, çok eski bir ayinde söylendiği gibi: Sevilecek tek şey, Korku’nun kendisidir. Korku’nun Sevgisi bilgeliğin başlangıcıdır.”
Yaşamı ve kadınlığı ona veren yaşlı bir cadı figüründeki annesine olan dehşetli sevgisini bu cümleyle ifade eden Plath, başarısını ve yaratıcılığını borçlu olduğu annesine olan çocukluk korkusunu alt etmek için onu hem sevmek hem de saymak zorundadır.
Bir büyüme ritüelini andıran ifadesi, korkunun sevgiye, sevginin ise bilgiye ve Plath’in edebiyatıyla başardığı bir bilgeliğe dönmesi için bu cümlenin sahibi küçük kızın, masal cadısının evinden çıkması ve kendi yolunda ilerlemesi gerekir.
Plath, edebi dehasıyla büyüme ritüelini tamamlayarak cadının simgelediği korkuyu, sevgi dolu bir anne kucağına dönüştürse de beklenmedik intiharıyla annesiyle yaşadığı sorunları gerçekte çözemediğini ve muazzam bir yaratıcılığa dönüştürdüğü çocukluk kabuslarının ötesinde, yaşamın içinde onu kuşatan toplumsal cinsiyet rollerini aşamadığı ortaya koyar.
Kitapta yer alan ‘Anneler’ ve ‘Gölge’ gibi öykülerinde, anneler ve kız çocukları arasında var olan büyülü bağın ardında yatan, Plath’in dile getiremediği baskının, genç şairi tek başına bunalımlara ve intihara sürüklediğinin bir göstergesidir.
Belki de, Jungcu bağlamda, evrensel doğa anneyle buluşmak için ölümü seçen Plath, gerçekte imgelemindeki kötü masal cadısını iyi peri anneye çeviremez.
Bugün intiharı için bilhassa Ted Hughes suçlansa da asıl sorun yalnız ve içe dönük bir çocukluk geçiren şairin toplumsal baskının kadınlara dayattığı annelik öğretisiyle, annesinin gerçek varlığının bilinçdışında yarattığı imgeden şiirlerinde bile kurtulamamasıdır.
Boşanmamasını telkin eden annesi ile yaşadığı dönemin politik kuşatılmışlığı içinde çıkış yolunu bulamayarak intiharı seçen şairin, ölümünden iki yıl sonra başlayan Amerikan kadın hareketinin öncülüğü yine Plath’in eserlerinin yapması ise, iç burkan bir ironidir.
“Sırça Fanus” ve McCarthy Dönemi
Sylvia Plath’in yaşarken Victoria Lucas adıyla yayımladığı yegane romanı “Sırça Fanus” da bir kadının büyümesini anlatan ilk Amerikan feminist romanı kabul edilir.
Şair kitapta, McCarthy döneminin komünistlere yönelik cadı avını, kişilerin isimlerini değiştirerek otobiyografik bir anlatımla sunar. Plath’in annesi ise, kitabın Amerika’da yasaklanması için girişimlerde bulunur.
Yaşamı boyunca onun için ilham kaynağı olan ve eserlerini daktilo eden annesinin engelleriyle karşılaşan şair, sadece eşiyle birlikteyken yazmasını isteyen annesinin aşırı kaygısından kaynaklanan baskıyla kendini evlenmek zorunda hisseder ve annesinin empoze ettiği toplumsal öğreti, ruhunu zedeler.
Böyle bir dönemde bireyin kendine ve topluma yabancılaşmasının verdiği ıstırabı, ilk gençliğinden itibaren yakasını bırakmayan hastalığının izleriyle buluşturan Plath, Boston’da üniversiteye giden Esther Greenwood adlı genç bir entelektüel kadının New York’ta yaşadığı ahlâk ve kimlik trajedisini, baskıcı ve patriarkal toplumun içinde yaşadığı olaylar etrafında anlatır.
Romanda erkek hakimiyetinin hüküm sürdüğü bir ortamda, bir kadın yazar olarak kariyer yapmaya çalışan Esther’in yaşamı sinir krizleriyle kesintiye uğrar. Kadınların maruz kaldığı baskıları anlatan bir metin yazan Plath’in feministlerce baş tacı edilmesinin ana nedeni, kadının toplumdaki rolü üzerinden bir kadın bakışı oluşturan bir roman yazmasıdır.
Romanın deliliği sembolize eden “Sırça Fanus” adı; Esther’in sinir hastalığının tedavisi sırasında çektiği acı, romanın arka planında yer alan Rosenberg’lerin idamı ve şairin bu idamla özdeşleştirdiği, tedavisi için uygulanan elektroşoklar, Plath’in trajik yaşamının ve 50’lerin politik ortamını yansıtır.
Kadın/ yazar olmanın zorluğunu arttıran babasızlık ve baskıcı anne kontrolü ile bir cadı avının ortasında sessiz kalmak zorunda bırakıldığı için geride sayısız soru işareti bırakarak ölümü tercih eden Plath’in intiharının sırrı, bugünde gizemini korur.
Sırça Fanus’taki yaşam: Sylvia Plath
Akşam Gazetesi’nden İlknur Özdemir, Ölümünden sonra Toplu Şiirleri’yle Pulitzer Ödülü’nü alan ilk şair olan Plath’ın dramatik ölümünü ve geride bıraktığı etkiyi yazdı…
Şair, yazar Sylvia Plath’ın intiharından sonra hayranlarının ve arkadaşlarının tepkileri, yazdıklarının ve eylemlerinin etkisi, onun yapıtlarının ününü geride bıraktı. Ölümünden sonra Toplu Şiirleri’yle Pulitzer Ödülü’nü alan ilk şair olan Plath’ın dramatik ölümü, en ünlü özelliği olmuştur ve öyle de kalacaktır. Yaşamına kendi eliyle son veren yazarlar ve şairler arasında, asıl ünlerine ölümlerinden sonra kavuşanların sayısı az değildir. Bu konudaki en tipik örneklerden biri, fırtınalı yaşamı ve sarsıcı şiirleriyle yıllarca gündemden düşmeyen Sylvia Plath’tır. Çağdaş Amerikan edebiyatının en özgün şair ve yazarlarındandı Sylvia Plath, Boston’da 1932 yılında doğdu; Alman kökenli bir anne-babanın kızıydı. Babası Otto Plath, Boston Üniversitesi’nde ders verirken tanıştığı ve evlendiği öğrencisi Aurelia’dan yirmi bir yaş büyüktü. Sylvia henüz 7-8 yaşlarındayken hastalanan babası akciğer kanseri olduğunu sanarak tedaviyi reddetmiş, ancak hastalığı ilerleyince şeker hastası olduğunu öğrenmişti. Bir bacağı kangren olup kesildiyse de kurtarılamadı. Sekiz yaşındaki Sylvia bu ölümden çok etkilendi, hatta isyanını ‘Bir daha Tanrı ile konuşmayacağım!’ diyerek dile getirdi. Babasının ölümü karşısında duyduğu sevgi, nefret, öfke ve keder gibi güçlü ve çelişkili duyguların etkisinden de hayatı boyunca çıkamadı. Babasının kişiliği ve ölümü şiirlerinde ağırlığını hep hissettirdi.
İlk şiirini beş yaşında yazdı.
Sylvia yazmaya çok küçük yaşta başladı, hatta beş yaşındayken ilk şiirlerini yazdı. Daha lise yıllarında hayatını biçimlendirecek iki özellik kendini belli etmişti: Yazarlık yeteneği ve ruhsal bozukluk. İntihara eğilim, depresyon, panik, Sylvia’yı yaşam boyu rahat bırakmayacak belirtiler oldu. Lisede yazmayı ve şiirlerini yayımlatmayı sürdürdü. Üniversite yıllarında depresyonu şiddetlendi, uykusuzluğu ve intihar düşünceleri yoğunlaştı. Her başarısızlığı onu yeni bir depresyona, kendine güvensizliğe, herkesi hayal kırıklığına uğrattığı düşüncesine sürüklüyordu. Öyle ki zamanla dikkatini toplayamaz, hatta yazamaz oldu. Annesinin zoruyla bir psikiyatra gitti ve ruhsal sorunlarda o yılların tek tedavi yöntemi olan elektroşoka girdi. Henüz 21 yaşında ilk kez intihara kalkıştı, kırk tane uyku hapı yutup evde kimsenin kendini bulamayacağı bir köşeye gizlendi, iki gün boyunca her yerde onu aradılar, bulunduğunda yarı koma halinde hastaneye kaldırıldı. Arkasından uzun süren tedavi dönemleri geldi. Yine de üniversiteyi bitirdi. 1954-55 yılları onun hem şiir ödüllerine hem de üniversitede pek çok ödüle doyduğu yıllar oldu, yüksek lisans için gittiği Cambridge Üniversitesi’nde İngiliz şair Ted Hughes ile tanışıp evlendi, Hughes de güçlü bir kişiliğe sahipti. Onun edebiyat alanındaki başarısı, aldığı olumlu eleştiriler o dönemde üretkenliği gerileyen, yazamayan Sylvia’yı kıskandırdı.
1958 kötü bir yıl oldu. Ted ile birbirlerini yaralamaya kadar giden kavgalara tutuştular. İstediği gibi yazamaması ve hamile kalması depresyona soktu onu, yeniden psikiyatra gitmeye başladı. Sylvia 1959’da daha ‘içsel’ bir üslupla yazmaya karar verdi. Kendi içine bakacak ve orada karşılaştığı sorunlarla yüzleşecekti, babasının mezarını ilk o yıl ziyaret etti. 1960, hem ilk şiir kitabının yayımlandığı hem de ilk çocuğunun -bir kız- doğduğu yıldı. 1962’de de bir oğlu oldu. Ted oğlunun doğumuna hiç sevinmedi, Assia Dewill adlı kadınla ilişkiye girmişti. Sylvia’nın öğrenmesine rağmen bu ilişkiyi sürdürdü. Karı, koca arasındaki müthiş ve hakaret dolu bir kavgadan sonra Sylvia çocuklarıyla birlikte Londra’ya gitti. Orada sürekli şiir yazıyor ve yaşadıklarını şiirlerine yansıtıyordu. 1962’ye geldiğinde yaratıcılığının doruğundaydı; ününü borçlu olduğu ve ‘Ariel’de yer alan şiirlerinin çoğunu o yılın sonbaharında yazmıştır. Öyle ki Plath ölümünden sonra Toplu Şiirleriyle Pulitzer Ödülü’nü alan ilk şair olmuştur. İtirafçı şiir türünü geliştiren, kendi yaşadıklarından, özeli ve mahreminden yola çıkarak yazmaktan vazgeçmeyen Plath’ın toplu şiirleri Kolossus ve Öteki Şiirler ile Ariel’de yer alır. Şiirlerindeki başlıca temalar, intihar, kendinden nefret, Naziler, elektroşok tedavi, yürütülemeyen ilişkilerdir. Takma adla yazdığı otobiyografik romanı ‘Sırça Fanus’ 1963’te yayımlandığında çıkan olumlu eleştiriler Plath’ı mutlu etmedi, o daha fazlasını bekliyordu. Londra’da buz gibi soğuk geçen kış boyunca, telefonsuz bir evde, iki küçük çocukla, ‘Ariel’deki şiirler üzerinde çalıştı. Uzaktan bakınca içine nüfuz edilemeyen imgelerle doluydu şiirler. Mutsuz ve karamsardı…
Ancak o kış Plath iyice soyutlandı dünyadan, depresyondaydı yine. Mutsuzdu, karamsardı, psikiyatrik tedaviye ihtiyacı vardı. Belki kendisi de farkında değildi ama sona yaklaşıyordu. 11 Şubat 1963 sabahı mutfağa gitti, kapının altını ıslak havlularla dikkatle tıkadı, amacı çocuklarına zarar gelmemesiydi. Bir şişe uyku hapı yuttu, başını havagazı fırınına soktu, gazı sonuna kadar açtı. O kadar… Henüz otuz yaşındaydı. Plath’ı en çok etkileyenlerin başında babasının olduğu açıktır. Despot ve ileri yaşta bir baba, kızı onu hem seviyor, hem nefret ediyor. Ariel’de yer alan ‘Baba’ başlıklı şiiri, babasına karşı beslediği marazi ‘sevgi-nefret’ duygusunu işler. ‘Baba’ ve ‘Lady Lazarus’ gibi akıl hastalığını otobiyografik betimlemelerle veren karanlık şiirlerinde korku, nefret, sevgi, ölüm ve şairin kendi kimliği baba figürüyle birleşir, baba kanalıyla da Naziler ve onların Yahudi kurbanlarının acılarıyla. Şiirin en vurucu yerinden alıntıladığım birkaç dize Plath’ın duygularını apaçık ortaya koymaktadır:
Bir adam öldürdüysem eğer, iki adam öldürmüşümdür/ Onun sen olduğunu söyleyen vampir/Ve kanımı içen bir yıl boyunca, Yedi yıl, bilmek istersen eğer./Baba, uzanıp yatabilirsin artık. Şişman, kara kalbinde bir kazık var/Ve köylüler hiç sevmediler seni. Üstünde dans edip tepinmekteler./Bilmişlerdi senin olduğunu hep.
Plath ölümünden altı ay önce şöyle yazmıştı günlüğüne: ‘Soğuk bir yıldıza atılmışım, korkunç, umarsız bir uyuşukluktan başka bir şey hissedemiyorum. Aşağıdaki insanların yaşadığı sıcak dünyaya bakıyorum. åşıkların yataklarının, bebek beşiklerinin, yemek sofralarının yuvasına, bu dünyadaki bütün o sağlam toplumsal ilişkilere bakıyorum ve kendimi onlardan ayrı, cam duvarların arasına hapsedilmiş hissediyorum.’ Plath’ın ölümünden bu yana bu erken ölümden kimin sorumlu olduğu sorusu hala geçerliliğini korusa da şairin hayranları onun son güncesini yok eden Ted Hughes’u, Plath’ın edebiyatçılığını öldürmekle, onu müthiş baskı altında tutmakla suçlamışlardır. Mezartaşında Plath’ın adının arkasına Hughes soyadını da ekletmesi, Plath’ın hayranlarını çılgına çevirmiş, taşı defalarca tahrip etmişler, Hughes soyadını kazımaya çalışmışlardır. Bütün bu acı hikaye, AssiaWevill’in Hughes’tan olay kızıyla birlikte 1969’da intihar etmesi, Plath ve Hughes’un oğulları Nicholas’ın da depresyondan çıkamayıp kendini asmasıyla sonlanmış sayılır.
Sylvia’s Death / Sylvia’nın Ölümü – Anne Sexton
Ah Sylvia, Sylvia
bir tabut dolusu taş ve kaşıkla
iki çocuk, iki meteorla
küçük bir oyun odasında başıboş geziniyorsun.
çarşaftaki ağzınla,
çatıdan gelen huzmeleri içinde,dilsiz duanın içerisinde,
Sylvia, Sylvia
devonshire’dan
bana yazdıktan sonra,
patates yetiştirmek
ve arıcılık yapmak hakkında,
nereye gittin?
neye tutundun,
ve nasıl içine yatıp uzandın?
“Hırsız-
nasıl içine doğru süründün?
yalnız başına emekledin
ölüme doğru,benim uzun zamandır çok fazla arzuladığım?”
ölmek için ikimizin de çok geç kaldığını söylemiştik,
o bizim sıska göğüslerimizin üzerine
giyindiğimiz şey,
o bizim her zaman sıkça bahsettiğimiz şey.
Boston’da üç ekstra sek martini devirdik
psikanalistlerin ve tedavilerin bahsettiği ölüm mü,
entrikacı gelinler gibi adından bahsedilen ölüm mü,
içtiğimiz ölüm,
güdüler ve sessiz hareketler mi?
Boston’dayken
taksilerde
ölen gezinti,
evet yine ölüm,
sevgilimizle eve giden ölüm.
Ah Sylvia, uykulu davulcuyu hatırlıyorum
gözlerine eski bir hikayeyle vuran,
nasıl istemiştik onun gelmesini
bir sadist ya da bir new york perisi gibi
işini yapmak için,
bir ihtiyaç, duvardaki bir pencere ya da karyola gibi
ve beklediği zamandan beri
kalbimizin altında,yük dolabımızda,
ve şimdi onu yüklüğe kaldırdığımızı görüyorum.
yıllar yıllar sonra, eski intiharlar.
ve anlıyorum ki senin ölüm haberindeki tad
korkunç, tuz gibi,
ve ben,
ben de.
ve şimdi, Sylvia,
sen yine,
ölümle yine,
sevgilimizle eve giden.
ve sadece diyorum ki
o taştan yere uzanmış kollarımla,
senin ölümün nedir ki
eski bir aidiyetten başka,
şiirlerinden birine düşen
bir köstebekten başka?
ah arkadaşım,
ay kötüyken,
kral gitmişken,
kraliçe aklının sınırındayken
sopa böceği şarkı söylemeli!
oo küçük anne,seni!
oo tuhaf düşes!
oo sarışın şey.”
_________
Boston’da bir bar. 1959 yılının Nisan ayı, iki şair; 26 yaşındaki Slyvia Plath ile 30 yaşındaki Anne Sexton, bir taraftan martini extra dry’larını yudumluyor, diğer taraftan büyük bir doğallıkla intihar girişimlerinden dem vuruyorlar.
Plath 5 yıl önce ölme girişiminde bulunmuş, kurtarılmış, uzun bir tedavi ve üç elektroşoktan sonra yaşama dönmüştü.
Arkadaşı, intihar girişimini ve onu izleyen süreci bir kitapta dile getirmişti bile. O Nisan akşamından tam 4 yıl sonra Plath, iki kızını odalarına kilitleyip, fırının gazı ile ölmeyi başaracak ve arkadaşı onun için “Slyvia’nın Ölümü” şiirini yazacaktı. Ne var ki, Sexton yazmaya devam edemedi, ’74 yılının bir Ekim akşamı aynen arkadaşının seçtiği yöntemle yaşamına son verdi.
Tek farkla, Sexton bu iş için arabasını kullanmıştı.
Slyvia Plath ve Anne Sexton’un yaşamları ve ölümleri arasında hep paralellik kuruldu. İkisi de Amerikalı, ikisi de eş ve iki çocuk annesiydi. İkisi de daha önce hiç ortaya atılmamış konuların kahramanıydı. Yaşarken aralarındaki en önemli fark, Plath’ın büyük ekonomik güçlükler içinde boğulması, Sexton’un ise çok zengin bir işadamının güzel karısı olmasıydı. Ayrıca Sexton ölümünden önce ünlenmişti, kitapları best – seller olmuş, Pulitzer ödülü kazanmış hatta şiirlerini besteleyen bir soft rock grup kurmuştu. Ama kaderlerini esas ayıran ölüm oldu. Slyvia Plath tüm dünyada ünlenirken, Sexton unutulmaya yüz tuttu.
İki arkadaşın kaderi bugünlerde yine birleşti: Slyvia Plath’ın “Günlük”ü ve Diane Wood Middlebrook’un yazdığı “Anne Sexton Bir Yaşam” adlı kitaplar Avrupa’da aynı anda piyasaya çıkarıldı.
İlahi güçler onları daha fazla ayrı tutamadı!
Anne Sexton’in Sylvia’ya atfettiği iki şiiri vardır.
Sylvia’s Death ve Wanting to Die
Sylvia Plath, intiharından altı ay önce şiirlerini okuyup kaydetmiş. Şiirlerin sonundaki röportajı aktarıyoruz, Plath ve politik bir kadın şair olmak hakkında…
Neden yazı yazdığımı mı soruyorsunuz bana?
Zevk mi alıyorum?
Değer mi? Peki para kazandırır mı? Öyleyse bir nedeni var mı?
Yazıyorum çünkü
İçimde susturamadığım
Bir ses var…
Letters Home 1948 / Sylvia Plath
Sylvia Plath, 11 Şubat 1963′te, ikinci kattaki odalarında uyumakta olan çocuklarının yanına süt ve kurabiye bıraktıktan sonra, odalarının kapı boşluklarını içeri gaz girmeyeceğinden emin olmak için battaniye ve bantla kapattı. Mutfağa gidip kafasını fırının içine sokarak intihar etti. Yeats de aynı evde intihar etmişti.
Buraya kadar çok bilinir Plath’in yolu. Onu selamlayan Ece Ayhan ya da Nilgün Marmara’dan ayrıntılara inilebilir. Fazla bilinmeyen ise şuydu:
İntiharından sadece altı ay önce, 30 Ekim 1962 tarihinde Harvard College kütüphanesinde, kendi şiirlerini okuyup kaydetmişti. Şiirleri dinlerken, arka plandaki sesleri hayal meyal duyabiliyoruz. Gelip geçenler var. Plath’in hafifçe çevirdiği sayfalar. Odadaki dinginlik hissi. Sanki Sylvia ile yanyanayız. Fısıltılara karışan ahşap çekmecelerin seslerinde, sanki Plath ile birlikte kayboluyoruz bu dünyadan. Plath’in şiirlerin okurken ses tonundan anlıyoruz ki, Plath şiirlerini değil kendini okuyor, acısını okuyor. Onun ruhunun çağrısına dikkatlerini vermeyecekler uzak dursun, diğerleri ise, umarız ki bir çiçeğin cesaretine sahip olurlar.
Plath tıpkı şiirindeki Lady Lazarus gibi, kendi küllerinden doğuyor, 2010 yılında, hala bu dünya aynı diyor. Sylvia Plath’in sesinden Daddy, Ariel ve Lady Lazarus dinliyoruz.
Kaydın yapıldığı 30 Ekim 1962 tarihi, Plath’in 30. doğumgününden üç gün sonraydı. Belki de hayatının en önemli günlerini yaşıyordu diyorlar. Şair kocası Ted Hughes’dan ayrılmış ve o Ekim ayında daha sonra ARIEL isimli kitabını da oluşturacak şekilde, en az 26 şiir yazmıştı. Annesine o ay şöyle demişti: “Yaşamımdaki en iyi şiirlerimi yazıyorum, ismimi duyuracaklar…” Pulitzer Ödülü alacağını da düşünüyordu, ki almalıydı, ancak tüm büyük şairler gibi, belirli noktaları tutmuş iktidar odakları Plath’e hiçbir ödül vermedi. Ölümünden sonra da. Tıpkı Ece Ayhan gibi, ödülsüz şairlerdendi, sınıfta en arka sırada oturanlardandı.
Şiirlerin sonunda yer alan ve Peter Orr’un gerçekleştirdiği röportajı da, tarihe not düşmesi için çevirerek aktarıyoruz:
Sylvia, seni şiir yazmaya başlatan neydi?
Bilemiyorum. Oldukça küçük yaştan beri yazdım. Sanırım ilkokul şiirlerini sevdim ve belki de aynısını yapabileceğimi düşündüm. İlk şiirimi, ilk yayımlanan şiirimi yazdığımda 8,5 yaşımdaydım. Boston Traveller’da çıkmıştı. Sanırım sonrasında daha profesyonel oldum.
Başladığında neler hakkında yazıyordun?
Doğa sanırım. Kuşlar, arılar, bahar, sonbahar ve haklarında pek tecrübe sahibi olmayan bir kişiye hediye sayılabilecek tüm konular hakkında. Sanırım baharın gelişi, tepemizdeki yıldızlar, ilk kar bunların hepsi bir çocuğa küçük bir şaire verilebilecek en güzel hediyelerdi.
Bu yıllara atlarsak. Bir şair olarak özellikle ilgini çeken, hakkında yazmak istediğin konu var mı?
Belki çok Amerikanvari olacak ama, mesela Robert Lowell’ın Life Studies gibi çığır açan çalışmalarından oldukça etkileniyorum. Bu gibi çalışmalar oldukça ciddi, çokça kişisel ve duygusal tecrübelere giriyor ki kısmen tabu gibi hissediyorum. Robert Lowell’ın şiirleri akıl hastanesindeki tecrübeleri hakkında örneğin, ilgimi çok çekiyor. Amerikan şiirinde böylesi enteresan, kişisel ve tabusal konuları son dönemde keşfetmekteyim. Özellikle kadın şair Ann Sexton, ki anne olarak tecrübelerini yazmaktadır, şiirleri tam bir el işçiliği örneği. Aynı zamanda duygusal ve psikolojik derinliği de var. Sanırım oldukça yeni ve heyecan verici geliyor bana.
Bir şair ve Atlantik’in iki yakasında da olan bir kişi olarak, seni Amerikalı olarak niteleyebilir miyim?
Biraz garip bir durum ama olabilir tabi.
Peki hangi yanınız daha ağır basıyor?
Bence dil söz konusu olduğunda Amerikalıyım. Aksanım amerikan konuşma tarzım Amerikan, eski stil bir Amerikalıyım. Belki de bu nedenle İngiltere’deyim ve hep burada olacağım. Beni en çok etkileyen şairler de amerikalı. Hayranı olduğum İngiliz şair çok az
İngiliz şairler İngiliz Edebiyatı’nda tüm ağırlıklarını koymuş birer köşebaşı konumunda gibi değiller mi?
Aynen katılıyorum. Cambridge’deyken genç hanımların gelip “Yazmaya nasıl cesaret ediyorsun? Hatta nasıl yayınlayabiliyorsun cesaret edip de, böylesi dehşet eleştiriler, sert eleştirmenler ve tepemizde dolaşan sözlere rağmen” diye konuşuyordu.
Sylvia, Amerikalıyım diyorsun ama “Daddy/Baba” şiirinde Dachau ya da Auschwitz ile Mein Kampf/Kavgam yer alıyor. Bana kalırsa gerçek bir Amerikalının yazmayacağı türden şiir, çünkü bu isimler Atlantik’in öte yanında o kadar da fazla bir şeyler ifade etmiyor değil mi?
Benimle sıradan bir Amerikalıymışım gibi konuşuyorsun. Oysa benim köklerim Alman ve Avusturyalı. Dolayısıyla, çalışma kamplarına olan ilgim kendine özgü biçimde yoğun. Ayrıca, bir bakımdan ben politik bir insanım ve bu yönüyle de ilgimi çekiyor.
Şair olarak tarihe ilginiz var diyebilir miyiz?
Tarihçi değilim tabi. Ama giderek kendimi tarihle daha çok ilgilenir buluyorum ve giderek daha fazla tarih okuyorum. Napolyon’la çok ilgileniyorum, savaşlarla, Birinci Dünya Savaşı’nda Gelibolu’daki savaşlarla ilgileniyorum. Sanırım yaşım ilerledikçe tarihle daha çok ilgileniyorum, yirmili yaşlarımın başında o kadar ilgim yoktu.
Ya seni etkileyen yazarlar? Senin için anlamı çok olanlar kimler?
Çok az var. Sıralamakta zorlanıyorum gerçekten. Okuldayken modernlerden çok etkilenmiştirm. Dylan Thomas, Yeats, Auden gibi. Auden’a deliriyordum hatta, yazdığım her şey Auden stilindeydi.Şimdi ise geriye dönüyorum. Mesela Blake’e bakmaya başladım. Bir de tabi ki, birinin Shakespeare’den etkilendim demesi küstahça ama öyle. Bir kez Shakespeare okuduysanız, artık tamamdır.
Şiir dışında yaptığın başka şeyler var mı? Yapmadığın için pişman oldukların?
Eğer başka bir şeyler yapıyor olsaydım doktor olmak isterdim. Yazar olmanın tamamen zıttı gibi sanırım. Ama küçükken en iyi arkadaşlarım hep doktorlar oldu. Beyazları giyip dolaşarak, doğmuş bebekleri ya da kesilen kadavraları görebilirdim. Çok etkileyici. Ama kendimi iyi bir doktor olmak için gerekli olan o noktaya gitmek için gerekli disiplini sağlayamazdım. Doğrudan müdahele edebilmek, iyileştirmek, dokunmak daha çok bana göre. Belki de şunu söyleyebilirim, doktorlar hakkında bir yazar olduğumda, doktor olmaya göre daha çok mutluluk duyuyorum.
Ancak basit bir konu, şiir yazmak, hayatında seni en çok tatmin şey, değil mi?
Ah tatmin! Tatminsizlikte yaşayamam sanırım. Su ya da ekmek gibi bana göre, kesinlikle hayati bir konu. Şiir yazdığımda ya da yazarken kendimi bütünüyle tamamlanmış hissediyorum. Yazdıktan sonra, bir şair olma durumundan, dinlenmekte olan şaire benzer bir duruma geçiyorsunuz hızla. İkisi aynı şey değil. Ancak sanırım şiir yazıyor olmak tecrübesi, muhteşem olan tam da bu.
Sylvia Plath’ın Şiirlerinden ve Kitaplarından Alıntılar
“Neden yazı yazdığımı mı soruyorsunuz bana?
Zevk mi alıyorum?
Değer mi? Peki para kazandırır mı? Öyleyse bir nedeni var mı?Yazıyorum çünkü
İçimde susturamadığım
Bir ses var…”Letters Home’dan…
Sylvia Plath
“Özel olmanın ayrıcalığı diğer yüzünü döndü
herkes olmanın baskısı ve buna bağlı olarak
hiç kimse olamama.
Birşeyin öldüğünü ve özgür olduğunu düşünürsün,
sonra onu içine çöreklenmiş sana gülümserken bulursun.”Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı’ndan
”Bir kemanın en üst teli gibi gergin ve sinirli olabilirim ama yine de gökyüzü mavileşmeye başladığı sırada uyumaya hazırımdır. Sancılı bir uykuya dalıncaya dek, bütün o rüya görenleri düşünmek ve gördükleri rüyalar, gücümü tüketir. “
Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı’ndan
Benim için şimdi sonsuzdur, sonsuz da sürekli olarak değişir, akar, erir. Yaşam bu andır. Geçip gittiğinde, ölüdür artık. Ama her yeni anla birlikte yeniden başlayamazsınız, ölü olana göre yargılamak zorundasınız. Bataklık kumu gibi tıpkı… Daha başından umutsuz. Bir öykü, bir resim, heyecanı biraz yenileyebilir, ama yeterince değil, yeterince değil. Şimdinin dışında hiçbir şey gerçek değildir, daha şimdiden yüzyılların ağırlığının beni boğduğunu duyumsuyorum. Bir zamanlar, yüz yıl önce bir kız yaşamıştı, şimdi benim yaşadığım gibi. Sonra öldü. Ben şimdiyim, göçüp gideceğimi de biliyorum ama. Doruktaki o an, o parıltı gelip geçiyor, sürekli bir bataklık kumu. Ama ben ölmek istemiyorum”
Temmuz 1950
”Birinden hiçbir şey beklemeyince asla düş kırıklığına uğramaz insan.”
”İntihar etmeyi hiç düşünmediyseniz intihar sizin için anlaşılır bir şey değildir…” Sylvia Plath
“Hayatım sihirli bir biçimde adeta iki elektrik devresi tarafından yönetiliyor: Biri neşeli ve pozitif, diğeri ümitsizce negatif. O anda hayatımı hangisi yönlendiriyorsa tamamen onun etkisi altına giriyorum. Şu anda ümitsizlikle dolmuş taşıyorum. Sanki büyük bir baykuş göğsümde oturmuş pençeleriyle kalbimi sıkıştırıyor.”
Sylvia Plath
“Ben ölü yumurta, uzanmışım
Büsbütün
Dokunamadığım bütün bir dünyanın üzerine “(’’Felçli/Paralytic’’)
“Umarsızlığa kapılıp avuntu gereksinimi uğruna onurumu hiçe saymamalıyım;içkide saklanmamalı,tuhaf adamlarla kendimi incitmemeliyim;güçsüz olmamalı,başkalarına için için nasıl kanadığımı,nasıl gün gün damlayıp biriktiğini,pıhtılaştığını söylememeliyim…Hala gencim.Yirmi üç buçuk yaş bile yaşamaya yeniden başlamak için geç değildir….”
Günceler
’Sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür.’
Tanrıyla bir daha konuşmayacağım. /Babası öldüğünde söylemiştir.
Eğer küçük isem, zarar veremem.
Eğer kımıldamazsam, hiçbir şeyi deviremem. İşte böyle dedim.Cadı Yakılışı / Sylvia Plath (1932-1963, ABD)
“Hırsız! / nasıl yürürsün / nasıl! yalnız başına / çok uzun süredir hasretle istediğim ölüme…”
neye tutundun,
ve nasıl içine yatıp uzandın?
hırsız-
nasıl içine doğru süründün?
yalnız başına emekledin
ölüme doğru,benim uzun zamandır çok fazla arzuladığım?
ölmek için ikimizin de çok geç kaldığını söylemiştik,
o bizim sıska göğüslerimizin üzerine
giyindiğimiz şey,
o bizim her zaman sıkça bahsettiğimiz şey.
boston’da üç ekstra sek martini devirdik
psikanalistlerin ve tedavilerin bahsettiği ölüm mü,
entrikacı gelinler gibi adından bahsedilen ölüm mü,
içtiğimiz ölüm,
güdüler ve sessiz hareketler mi?Anne Sexton / Sylvia’s Dead
“Azgın alevlerin ortasında bile altın nilüfer (lotus) yetiştirilebilir.”“Even amidst fierce flames, the golden lotus* can be planted”Sylvia Plath (27 Ekim 1932 Boston – 11 Şubat 1963 Londra)
“Romalı bir düşünüre nasıl ölmek istediğini sorduklarında damarlarını ılık banyo içinde kesip açacağını söylemişti. Bunun kolay olacağını sanıyordum. Küvete uzanıp bileklerimde çiçeklenen kızıllığın berrak suyun içinde dalga dalga kabarışını izleyerek gelincik rengi köpüklerin altına kayıp uykuya dalacaktım.”
Sylvia Plath / Sırça Fanus’tan
İki kişinin birbirine gitgide daha fazla kapılışını seyretmekte insanın moralini bozan bir şey vardı.Paris’i, kentten hızla uzaklaşan bir ekspresin yük vagonunda seyretmeye benziyordu bu; hani kent her saniye biraz daha küçülür ama insan gerçekte kendisinin küçüldükçe küçüldüğünü, yalnızlaştıkça yalnızlaştığını, bütün ışıklardan ve coşkudan saatte bir milyon mil hızla uzaklaştığını hisseder ya, onun gibi bir şeydi işte.
Sylvia Plath
Ölüm çok güzel olmalı, yumuşak, kahverengi toprakta yatmak, birinin başının üzerinde çimlerin dalgalanması, ve sessizliği dinlemek. Dünün olmaması, ve yarının olmaması. Zamanı unutmak, hayatı affettmek, barışta olmak…
Sylvia Plath
(Çeviri için Nil AY’a teşekkürler)
“Bir gün bir yerde, okulda, avrupada, herhangi bir yerde, o boğucu çarpıtmalarıyla sırça fanusun yeniden üzerime inmeyeceğini nasıl bilebilirdim? O sırça fanus ki içinde ölü bir kelebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür!”
Sylvia Plath
”Mutlu olamam, yalnızca memnun olabilirim.” /S. Plath
Suçlanıyorum. Soykırımları düşlüyorum.
Bahçesiyim ben siyah ve kırmızı acıların.
İçiyorum onları
Tiksinerek kendimden, tiksinerek ve korkarak.S.Plath
Nefret ettiğim bir şey daha varsa, o da insanların kendinizi berbat hissettiğinizi bildikleri halde neşeyle hatırınızı sorup, “İyiyim,” demenizi beklemeleridir.
Sylvia Plath – Sırça Fanus (Can Yayınları sf.207)
“Bir bebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür.”
Sylvia Plath
“Umarsızlığa kapılıp avuntu gereksinimi uğruna onurumu hiçe saymamalıyım;içkide saklanmamalı,tuhaf adamlarla kendimi incitmemeliyim;güçsüz olmamalı,başkalarına için için nasıl kanadığımı,nasıl gün gün damlayıp biriktiğini,pıhtılaştığını söylememeliyim.. Hala gencim.Yirmi üç buçuk yaş bile yaşamaya yeniden başlamak için geç değildir….”
Plath Günceleri
Anımsar mı deniz üstünde yürümüş olanı?
Moleküllerden sızar anlam.
Nefes alır şehrin bacaları, terler pencere,
Sıçrar çocuklar yataklarında.
Çiçek açar bir sardunya olan güneş.
Daha durmadı yürek…
Sylvia Plath
(…)ellerim/Bu malzemenin üstüne güzel işlemeler yapar. Kocam/Bir kitabın sayfalarını çevirir de çevirir./İşte şimdi evde birlikteyiz, akşam saatleri.
‘Bir öykü oku: Düşün. Yapabilirsin. Dahası, yapmalısın, uyku sırasında sürekli kaçmamalısın – ayrıntıları unutmamalısın – sorunları umursamazlık etmemelisin – kendinle dünya arasında ve bütün parlak zekalı neşeli kızlar arasında duvar çekmemelisin – : lütfen düşün – kurtul bundan. İnan, sınırlı benliğinden daha yüce yararlı bir güce: Tanrım, tanrım, tanrım: Neredesin? Seni istiyorum, ihtiyacım var: Sana ve sevgiye ve insanlığa inanmaya. Böyle kaçmamalısın. Düşünmelisin.’
Sylvia Plath
Sessizlik bunaltıyor beni. Sessizliğin sessizliği değil bu.
Benim kendi sessizliğimdi.Çok iyi biliyordum ki otomobiller gürültü yapıyordu. Otomobillerin ve yapıların aydınlık pencerelerinin gerisindeki insanlar da gürültü yapıyordu. Nehir de gürültü yapıyordu. Ama ben hiçbir şey duyamıyordum. Kent ışıldayarak, göz kırparak, bir afiş gibi yamyassı asılmış duruyordu penceremde.
Sylvia Plath – Sırça Fanus (Sf.45)
Yüce barış tanrıçalarını.Taş,taş,beni oraya, aşağıya taşı.Çeviren:Nurten Uyar
Plath
Yara izlerime bakmanın, bir bedeli var. Kalbimi dinlemenin Hakikaten çalışıyor. Bir bedeli var, çok büyük bir bedeli var. Bir sözün, veya bir dokunuşun. Ya da biraz kanımı akıtmanın.
Sylvia Plath
İnsan Tanrı’yla karşılaşmışsa, neye yarar ilaç? Sylvia Plath
Şiirlerinden
Yaşamındaki tüm haksızlıkların sorumlusu olarak gördüğü babasına Yahudi tutsaklar üzerinde biyolojik deneyler yapan Alman doktorların kimliğini yakıştırır “babacığım” şiirinde. Babayla buluşma onu ölüme çağırır, ancak yeniden doğuşa da bir davetiyedir. Bu yeniden doğuş sayesinde, erkekleri yiyen yamyam bir cadıya dönüşecektir.
Babacığım
Yok artık bir işe yaradığın yok
Tam otuz yıl zavallı
Kanı çekilmiş bir ayak gibi
İçinde yaşadım senin kara kundura
Ancak bir soluk, ancak bir Hapşu.Babacığım öldürmek zorundayım seni
Ben zaman bulamadan ölüverdin
Mermer gibi ağır, bir torba dolusu tanrı
San Fransisco ayıbalığı gibi kocamandı
Bir ayak tırnağın, iğrenç anıt,Hele o çılgın Atlantik sularındaki kafan
Güzelim Nauset açıklarında mavi sulara
Fasulye yeşili akıtırdı.
Dua ederdim iyileşesin diye.
Ach, du.Alman dilinde, savaş, savaş, savaş
Silindirinin yerle bir ettiği
O Polonya kentinde.
Herkes bilir bu kentin adını.
Polonyalı dostumBir iki düzine var diyor.
Bu yüzden nereye ayak bastın,
Kök saldın, hiç bilemem.
Hiç konuşamadım ki seninle.
Dilin yapıştı kaldı damağıma.Dikenli tellere takıldı kaldı.
Ich, ich, ich, ich,
Güçlükle konuşurdum.
Her alman’ı sen sanırdım.
Hele o yüz kızartıcı dilinBir lokomotif, beni bir Yahudi gibi
Çuf çuf alıp götüren lokomotif.
Dachau’ya, Auschwitz’e, Belsen’e.
Yahudi gibi konuşmaya başladım.
Sanırım pekala bir Yahudi olabilirim.Tyrol’ün karları, Viyana’nın temiz birası
O kadar da saf ya da gerçek değildir.
Çingene ninelerim ve acayip talihim
Ve fal kağıtlarımla, fal kağıtlarımla
Pekala ben de birazcık Yahudi olabilirim.Hep korktum senden,
Luftwaffe’nden, lafı ağzında gevelemenden.
Ve o düzgün bıyığından
Hele masmavi Ari gözlerinden.
Hey Tankçı, Tankçı, Ah Sen—Tanrı değil, bir gamalı haçsın
Öyle karasın ki hiçbir gökyüzüne geçit vermezsin.
Her kadının gönlünde bir Faşist yatar,
Suratına yer tekmeyi, hayvan
Senin gibi hayvan, hayvandır kalbi.Bendeki resminde
Karatahtanın önünde duruyorsun baba
Ayağın yerine çenen ikiye ayrık
Ama daha az şeytan sayılmazsın bu yüzden
Yoo, küçücük kan kırmızı yüreğimiIsırıp ikiye ayıran adam sensin
Daha on yaşındaydım seni gömdüklerinde
Yirmimde ölmek istedim
Sana dönmek, sana dönmek istedim
Kemiklerim bile becerir sandımAma çıkardılar beni torbadan
Tutkalladılar, yapıştırdılar yeni baştan
O zaman anladım ne yapmam gerektiğini
Bir örneğini yaptım senin
Meinkampf bakışlı, işkence askısıBurgu düşkünü karalar giymiş herif
Sonra evet dedim, evet, evet
İşte böyle babacığım, sonunda işim bitti
Kara telefon kökünden kesildi
Kımıl kımıl sesler geçemez artıkBir değil iki adam birden öldürdüm
Bana sen olduğunu söyleyen
Ve bir yıl doğrusunu bilmek istersen
Tam yedi yıl kanımı emen vampiri
Babacığım sırt üstü uzanabilirsin şimdiBir kazık saplı şişko kara kalbinde
Hatta köylüler bile sevmediler seni
Üstünde dans edip tepiniyorlar şimdi
Sen olduğunu hep biliyorlardı
Baba, babacığım, alçak herif, seninle işim bitti.Sylvia Plath
12 Ekim 1962
Pazar yerinde yığıyorlar kuru odunları.
Pespaye bir paltodur gölgelerin fundalığı. Otururum
Kendimin balmumu resminde, bir bebeğin bedeni.
Burada başlar hastalık: cadılar için hedef tahtasıyım.
Ancak şeytan yiyerek dışarı atabilir şeytanı.
Kırmızı yaprakların ayında tırmanırım ateşten bir yatağa.Suçu karanlığa yüklemek kolaydır: bir kapının ağzı,
Mahzenin karnı. Üfleyip söndürdüler maytabımı.
Siyah kanatlı bir kadın tutar beni bir papağan kafesinde.
Amma da büyük gözleri var ölülerin!
İçli dışlıyım saçlı bir ruhla.
Bu boş kavanozun gagasından kıvrımlaşır duman.Eğer küçük isem, zarar veremem.
Eğer kımıldamazsam, hiçbir şeyi deviremem. İşte böyle dedim,
Otururken bir kazan kapağı altında, bir pirinç tanesi gibi atıl ve minnacık.
Arttırıyorlar ocakların ısısını, halka halka.
Nişastayla dolup taşıyoruz, benim küçük beyaz arkadaşlarım. Büyüyoruz.
Önce acıtıyor. Öğretecek bize gerçeği o kırmızı diller.Böceklerin annesi, aç elini yeter ki:
Mumların ağzı arasından uçacağım yanmayan bir kelebek misali.
Geri ver bana biçimimi. Hazırım günleri tefsir etmeye
Bir taşın gölgesinde tozla çiftleştiğim yerde.
Bileklerim parıldar. Parlaklık tırmanır kalçalarıma.
Yitip gitmişim, yitip gitmişim, bütün bu ışıkların harmanilerinde.(1959)
Sylvia Plath / Cadı Yakılışı (1932-1963, ABD)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy
Benim için şimdi sonsuzdur, sonsuz da sürekli olarak değişir, akar, erir. Yaşam bu andır. Geçip gittiğinde ölüdür artık. Ama her yeni anla birlikte yeniden başlayamazsınız, ölü olana göre yargılamak zorundasınız.
Bataklık kumu gibi tıpkı. Daha başından umutsuz. Bir öykü, bir resim heyecanı biraz yenileyebilir ama yeterince değil.
Şimdinin dışında hiçbir şey gerçek değildir, daha şimdiden yüzyılların ağırlığının beni boğduğunu duyumsuyorum.
Bir zamanlar yüz yıl önce bir kız yaşamıştı, şimdi benim yaşadığım gibi. Sonra öldü. Ben şimdiyim, göçüp gideceğimi de biliyorum ama doruktaki o an, o parıltı. Gelip geçiyor sürekli bir bataklık kumu, ama ben ölmek istemiyorum.”
Sylvia Plath, Temmuz 1950, Massachussets, ABD
Bütün dünya ölüme düşer kapattığımda gözlerimi;
Açarım gözkapaklarımı ve doğar herşey yeniden.
(Sanıyorum kafamdan uydurdum seni.)Yıldızlar vals yaparlar, kırmızı ve mavi,
Ve keyfi bir siyahlık dörtnal peşinden:
Bütün dünya ölüme düşer kapattığımda gözlerimi.Düşledim büyüyle beni yatağa çektiğini
Ve çılgınca öptüğünü, delice şarkı söylediğini.
(Sanıyorum kafamdan uydurdum seni.)Devrilir gökten Tanrı, solar cehennem ateşleri:
Melek ve Şeytan’ın adamları çeker giderken:
Bütün dünya ölüme düşer kapattığımda gözlerimi.Hayal ettim söylediğin yoldan döneceğini,
Fakat yaşlandım, artık unuttum ismini.
(Sanıyorum kafamdan uydurdum seni.)Bir fırtına kuşunu sevmeliydim seveceğime seni;
Hiç değilse baharda göğü şenlendirir gelirdi.
Bütün dünya ölüme düşer kapattığımda gözlerimi.
(Sanıyorum kafamdan uydurdum seni.)Sylvia Plath (1932-1963, ABD) / Deli Kızın Aşk Şarkısı
Kenar
Kusursuzlaştırdı kadın
Kendi ölümünü.
Kuşanmış bedeni başarmanın gülüşünü.
Bir Yunan gerekliliğinin yanılsaması
Akar harmanisinin kıvrımlarında.
Çıplak
Ayakları konuşur sanki:
Çok yol aldık, sonuna geldik.
Kıvrılmış her ölü çocuk, beyaz bir yılan,
Şimdi boşalmış
Küçük süt sürahisi yanında.
Kadın katlayıp onları
Geri soktu bedenine gül yaprakları gibi.
Kapanırdı gül kaskatı kesilen bahçede
O gece çiçeğinin şirin ve derin gırtlağından
Yükselen kokular kanarken.
Kemik kukuletasından dikkatle bakan
Ay için üzülecek bir şey yoktur.
Bu tür şeylere alışkındır.
Karanlıkları çatırdar ve sürüklenir.Sylvia Plath (1932-1963, ABD)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy
Son Sözler/ Sylvia Plath (1932-1963, ABD)
Sıradan bir tabut istemem, kaplan çizgili
Bir lahit isterim, ve uzun uzun bakmak için
Ay gibi değirmi bir yüz olmalı üstünde.
Geldiklerinde onlara bakmak isterim
Dilsiz minerallerin, köklerin arasından seçmek için.
Şimdiden görürüm onları – o solgun, yıldız uzağı yüzleri.
Bir hiçler şimdi, bebek bile değiller.
Babasız ve anasız tasarımlarım onları, ilk tanrılar misali.
Önemli olup olmadığımı düşünürler.
Şekerlemeliyim ve meyve gibi reçelini yapmalıyım günlerimin!
Aynam buğulanır –
Birkaç nefes daha, ve hiçbir şey yansıtmayacak.
Çiçekler ve çehreler çarşaf misali ağarır.Güvenmem ruha. Kaçar buhar misali
Düşlerde, ağız-deliği ve göz-deliği arasından. Durduramam onu.
Bir gün gelmeyecek artık geri. Nesneler böyle değil.
Kalırlar, sayısız dokunuşlar ısıtır
Küçük özel cazibelerini. Handiyse mırlarlar.
Ayak tabanlarım üşüdüğünde,
Firuzemin mavi gözü avutur beni.
Bırakın alayım bakır tencerelerimi, bırakın allık kutularım
Çiçeklensin etrafımda güzel kokan gece çiçekleri gibi.
Saracaklar beni bandajlara, ayaklarımın altındaki
Hoş bir paketin içine koyacaklar yüreğimi.
Neredeyse tanıyamıyorum kendimi. Karanlık bastıracak,
Ve İştar’ın çehresinden daha hoş ışıldar bu küçük nesneler.