“Her daim düşleri peşinde koşan sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına…”
Doğu Karadeniz için, hüznün kollarını açıp sessizce beklediği durumdur Sonbahar. Esen poyrazın etkisiyle salınan, sedir, çam ve kızılağaçlarının, sarı yapraklarını, dalgın dalgın yürüyen insanların saçlarından adımlarına düşürdüğü yoldur. Ayrılıkların, aşık bedenleri ayrı ayrı diyarlara savurduğu hüzün mevsimidir aynı zamanda. Kimisi için burukluk ve boşluk zamanı, kimisi için özlem ve gurbet, kimisi içinse beklenen bir sonraki yılın hasat dönemidir umutla beklenen. Kimisi için de hafızalardan silinmeyen cezaevlerinin F tipi hücre evlerinde yaşanan travmalardır. Ama birileri için de loş ışıklı salonlardan yükselen sahte kahkahalardır. Süslü, samimiyetten uzak boş konuşmalar ve marka yoğunluklu sohbetlerdir bu kışa hazırlanan mevsim. Genç yönetmen ve senarist Özcan Alper için de ayrı bir önem taşıyor Sonbahar. Doğup büyüdüğü, tulum eşliğinde yaylalarında kol kola horon teptiği çay ve fındık bahçelerinde birlikte sepet sepet hasat taşıdığı Karadeniz insanına karşı kendince bir gönül borcudur. İnsanın başını döndürecek boyuttaki muhteşem doğasının kirletilmeden tertemiz kalması için gayret gösteriyor, insanları bu konuda duyarlı olmaya çağırıyor Alper. Sarı yapraklı dallarıyla mavi gökyüzünde bulutlara değen çam ve sedir ağaçlarının korunması gerektiğini düşünüyor. Halkın en temel ve en doğal kaynakları olan nehir ve ırmaklarının tahrip edilmesi pahasına birilerine peşkeş çekilmesi, endişesini arttırıyor doğal olarak. Liseye kadar Trabzon’da okuduğu yılların anısına, bazı gözlem ve birikimlerini bir filme dönüştürmeyi çok önceden koymuş kafasına. İtirazlarını, başkaldırısını ve hayallerini, daha sonra okuduğu İstanbul Üniversitesi Fizik ve Bilim Tarihi hassasiyetiyle, mantık süzgecinden geçirerek tutarlı bir kalem, duyarlı bir duruşla senaryolaştırıp beyaz perdeye aktarmaya koyulmuş. Anadolu’nun her yerinden olduğu gibi Karadeniz’de de, inandıkları dava uğruna onlarca yıl hapis cezasına çarptırılmış gençler olduğunu söylüyor.
Zamanın meşhur F tipi cezaevleri, açlık grevleri ve çeşitli protestolarla itiraz edilse de, pek çok gencin yatırıldığı hapishaneler olarak; ıssız ve soğuk konumlarıyla, dönemin yetkilileri tarafından beton gibi sağlamlaştırılıyor ve bir tutam güneş bekleyen insanların hayatını karartıyor.
Türkçe, Hemşince ve Gürcüce dillerinin kullanıldığı filmde, cezaevi ve ölüm orucu gerçeğine insancıl bir açıdan yaklaşılıyor. Yönetmenliğini Özcan Alper’in, yapımcılığını Kuzey Film’in üstlendiği ‘Sonbahar’ adlı filmin çekimleri 6 haftada tamamlandı. Hopa, Çamlıhemşin ve Kemalpaşa’da çekilen filmde, genç bir üniversite öğrencisi(22 yaşında) olarak girdiği cezaevinde ölüm orucuna giren ve 10 yıl sonra özgürlüğüne kavuşan Yusuf’un çocukluk ve ilk gençlik yıllarının izini sürerek geçirdiği son iki ayının öyküsü anlatılıyor.
Yönetmen Özcan Alper – Yapımcı F. Serkan Acar – Senarist Özcan Alper – Oyuncular Onur Saylak, Megi Kobaladze, Serkan Keskin, Raife Yenigül – Görüntü yönetmeni Feza Çaldıran – Türü Dram, Siyasi – Yapım yılı 2007, Türkiye – Çıkış tarih(ler)i 19.12.2008 – Süre 95 dakika – Dil Türkçe, Hemşince, Gürcüce
Yusuf 1997 yılında 22 yaşında üniversite öğrencisi iken girdiği cezaevinden, 10 yıl sonra sağlık nedenleriyle tahliye edilir. Aslında iki yıl daha yatması gerekirken geçirdiği ağır hastalık yüzünden çok az ömrünün kaldığının anlaşılması üzerine serbest bırakılır. Yakalandığı verem hastalığı akciğerlerini iyice zayıflatmıştır. Bir de F Tipi hapishane sistemine karşı yapılan ölüm orucu eylemlerine katılması sağlığını iyice kötüleştirmiştir. Doktor durumunu kendisine açıklayıp yazdığı raporla bırakılmasını sağlar. Yusuf ‘u, cezaevinden çıkıp geldiği Doğu Karadenizde ki köyünde bir tek yaşlı ve hasta annesi karşılar. O cezaevinde iken ablası Meliha ise evlenmiştir. Annesi Rukiye Hanım (75) ağır hastadır ama tüm duaları oğlunu tekrar yanında görebilmek içindir, duaları sonunda kabul olmuştur. Artık tek düşüncesi huzur içinde ölmeden önce Yusuf’u evlendirmektir. Bu mesele için köyün önde gelen ihtiyarlarından Mustafa Amca (72) ile konuşur… Ama bilmemektedir ki zamanın akışı Yusuf için artık onunkiyle bir değildir.
Ekonomik nedenlerle sadece yaşlıların kaldığı köyde Yusuf’un arkadaşı Mikail kışları köyün kahvesini işletmektedir. Yazları ise orman işletmelerinde sahip olduğu çekici aracı ile kesim işlerinde çalışmaktadır. Yusuf ve Mikail’in konuşmaları hep yaşanmamış gençlikleri ve zamanla ilişkileri üzerinedir. Mikail’in söylediğine göre bir iki yıl kaldıktan sonra gitmeyi düşündüğü buralardan bir türlü gidememiştir. Zamanın nasıl akıp gittiğini anlamamıştır. Severek evlendiği ve hatta ölümü göze alıp kaçırdığı karısı Asiye’ye karşı bile duyguları değişmiştir. Tek tesellisi oğlu Onur (10) ve artık farkında olmadan bağımlısı olduğu alkoldür. Müdavimlerinin her daim köyün ihtiyarlarının oluşturduğu bu kahvede o da onlarla birlikte ruhunu yitirmiştir.
Yusuf birkaç ay sonra öleceğini kimseye söyleyemezken, içindeki hesaplaşmayı da tek başına yaşamaktadır. Yıllarca hapishanede kalmanın verdiği alışkanlıkla fazla dışarı çıkmaz ve insanlarla kolay ilişki kuramaz. Geceleri kabuslarla uyanır, sabahın erken saatlerinde kendini dışarı atar ve uyanmakta olan vadinin sesini dinler. Bu seslere gençken çok iyi çaldığı müzik aleti tulumun bozuk akort sesi karışır. Tulumu tavan arasından çıkarır ve her gün birkaç saatini tamir etmeye ayırır.
Bir gece karşısına Mikail’in ısrarı ile gittiği ilçedeki meyhanede konsomatris olarak çalışan Gürcü kızı Elka çıkar. Olduğundan farklı ve rahat görünmeye çalışan Elka istemeden girdiği ilişkiler ağına rağmen hala ruhunu koruyabilmiştir. Elka (24) Moskova’da matematik eğitimi görmüş ve kısa süreliğine girip çıkmayı düşündüğü bu ilişki ağının artık yaşam biçimi olduğunu fark etmeye başlamıştır. Bulunduğu mekanlarda sanki ruhu yoktur. Sanki sadece bedeniyle ve başka bir kişilikle oralarda dolaşmaktadır. Bir yabancıdır…
O gece davet edildikleri içki masasında kendisi gibi aynı yabancılığı paylaşan Yusuf’la karşılaşır Elka. İkisi de gece boyunca göz ucuyla birbirlerini incelerler. Kısa bir süre sonra da birbirlerine aşık olurlar. Son birkaç ayını yaşamakta olan Yusuf için bu aşk melankolisini arttıran umutsuz bir durumdur. Elka ise bavulunu toplamış oralardan kaçıp gitme düşüncesiyle hesaplaşmaktadır.
Sonbaharın kendini yavaş yavaş kışa teslim ettiği bir gecede, Yusuf annesinin kendisi için çalma teklifini geri çeviremez ve yıllar sonra bir enstrüman yeniden hayat bulurken, o bütün vadinin bembeyaz bir kefene büründüğü gün toprağa verilir. Tulumun sesi bir annenin oğluna yaktığı ağıda eşlik eder…
Son Sahne
gel oğul gel.
sana kurban olayım oğul.
gel oğlum yusufum gel.
sonbahar geçti de, kış mı geldi oğul…
on yıl bir delikte kaldın da oğul,
yüreğin mi çürüdü oğul,
benim yusufum oğlum.
yüreğine kurban olayım oğul.
gel oğlum yusufum gel.
büyük derdin vardı da oğul,
bana söyleyemedin mi oğul,
gel oğlum yusufum gel
benim yusufum oğlum.
bembeyaz alnına ve uzun burnuna oğul
kurban olayım ben oğlum
gel oğlum yusufum gel.
senin için bahar olmadığını biliyordun da oğul
o yüzden mi kışın yaylaya çıktın oğul
gel oğlum yusufum gel
benim yusufum oğul.
Film, 6 Haziran 2008 tarihinde 15. Altın Koza Film Festivali kapsamında ilk kez gösterime girmiştir. Ulusal Uzun Metrajlı Film Yarışması bölümünde en iyi film seçilmiştir.
Özcan Alper – Hikmet Tunç
Özcan Alper; F tipi cezaevlerinde terörist suçuyla cezasını çeken bu şahısları, “Televizyon kanallarının haber bültenlerinde terörist olarak tanıtılsa da; aramızdan alınıp oralara götürülen, aslında bizim gibi hava soluyup bizim gibi su içen, sevinçleri, özlemleri, öfkeleri olan, belli bir eğitime sahip insanlar.” olarak tanımlıyor. İçerde yaşadıkları travmaların, cezaevi dışındaki sosyal yaşamlarını da direkt etkilediğini bu travmaların sonraki süreçte onları nasıl içten içe erittiğini ve yok edene kadar da peşlerini bırakmadığının altını çiziyor. Yukarıda değindiğim, gerek Karadeniz’in muhteşem doğasıyla iç içe yaşayan köy insanını, gerekse F tipi cezaevleriyle ilgili süreci, senaryosunu yazdığı ve yönettiği “Sonbahar” filmiyle gerçekleştirmiş Özcan Alper. Sadece bu iki konuyla yetinmemiş Alper. SSCB’nin dağılmasıyla, özgürlüğüne kavuştuğunu sanan eğitimli, güzel Rus kadınlarının, genç kızların, yaşamlarını sürdürebilmek için bedenlerini satmak zorunda kaldığına işaret ediyor. Sosyalizmin yıkılmasıyla işsiz kalan çoğu doktor, mühendis ve değişik meslek gruplarından Nataşaların, Ekaların; Eğitim, sağlık, gıda ve giyim gibi temel ihtiyaçlarında yoksunluklar yaşadığını bu temel ihtiyaçlarını karşılamak için Karadeniz İllerine akın ettiğini vurguluyor. Otel odalarında yaşadıkları ve yaşattıkları çarpık ilişki boyutuna değiniyor filmde. Senaryosunu yazarken yörede Türkçe ile beraber konuşulan, Gürcüce ve Hemşince dillerini de unutmamış, yöresel konuşmaları, doğal ve samimi diyalogları canlı ses kaydıyla, yer yer Türkçe alt yazıyla vererek, olduğu gibi beyaz perdeye yansıtmış. Bunu gerçekleştirirken de ders vermeden, siyasi mesaj klişelerinden uzak kalarak, karakterlerin insani duygu ve davranışlarını ön plana çıkararak başarmış.
Özcan Alper; “12 Eylül’de Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananların filmini çekmediğim sürece ben Politik Film yaptım diyemem”
Sonbahar Filmini İzle :
(Download edilip, Türkçe alt yazı ekleyenilebilir.) Alt Yazı için buraya tıklayın