Zamanının koşulları içerisinde değerlendirilmesi gereken bir mücadele yöntemini içerir Nurhak Olayı. Ve bu tarihsel kesit, geniş kitlelerce de bilinmeli ve yorumlanmalıdır.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi ve YÖK Üyesi Prof. Dr Alpaslan Işıklı o gençler hakkında şöyle yazmıştır:
“Bu dönemin eylemci gençliği konusunda asıl garip ve trajik olan husus, bunlardan çoğunun, fiilen terörist olmadıkları halde, kendilerini terörist olarak göstermekte son derece başarılı olmalarıdır. Deniz Gezmiş ve arkadaşları terörist olsalardı, Balgat’taki Amerikan üssünden Amerikan askerlerini kaçırdıktan sonra, bir mahalle bekçisi tarafından kuzu kuzu yakalanmaları mümkün olabilir miydi? Ya öldürürlerdi, ya da öldürülürlerdi. Hangi teröristin, gece uyurken, kaçırdığı Amerikan askerlerine battaniyesini verdiği görülmüştür. Deniz Gezmiş ve arkadaşları böyle yapmışlardır. Hüseyin Cevahir, İstanbul’da kaçırıp rehin aldığı genç kıza o kadar iyi davranmıştır ki özel timler tarafından öldürüldüğü vakit, genç kızın üzüntüden kriz geçirdiği gazetelere yansımıştır. Cevahir, genç kızın yaşamına 12 Martçıların da kendisi kadar önem vereceklerini sanmış; bu şantajla bir sonuç alabileceğini umacak kadar gerçeklerden kopuk olduğunu göstermiştir.”
Deniz Gezmiş’in, İstanbul’da öğrenci lideriyken Sinan Cemgil’in de aynı şekilde Ankara’da kitlesel öğrenci lideri olduğunu, bir konuşmasında ODTÜ’lü Cemgil’in, binlerce kişilik öğrenci kitlesine seslenebildiği ve konuşmalarının zevkle ve özenle profesörler tarafından da takip edildiğini, Turhan Feyzioğlu’nun konuyla ilgili kitaplarından öğrenebilirsiniz.
31 Mayıs 1971 günü Nurhak’ta, İnekli köyü yakınlarında, kürecik amerikan radar üssünü basmak için yola çıkan Sinan Cemgil, Alpaslan Özdoğan ve Kadir Manga nın, bir muhtar tarafından ihbar edilmeleri sonucu jandarma tarafından kuşatılmaları ve girdikleri çatışmada öldürülmeleriyle sonuçlanan katliam. Gruptaki diğer kişilerden Mustafa Yalçıner ağır yaralandı. Hacı Tonak yakalandı. Metin Güngörmüş ve Ahmet Erdoğan ise kaçtılar. Daha sonra 6 Haziran da yakalanan Güngörmüş ve Erdoğan, Yalçıner ve Tonak la birlikte THKO davasından yargılandılar. Çatışma sonrası cenazeleri almaya gelen Sinan Cemgil’in babasının yaptığı konuşmadan bir bölüm;
“ben varlıklı bir aileden geliyorum. kendim öğretmenim. ekonomik durumum oldukça iyidir. oğlumu en iyi şekilde yetiştirdim. en iyi okullarda okuttum. ülkenin en güzide üniversitesi olan orta doğu teknik üniversitesi nde okuyordu. hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. bu sonuç olmasa yüksek mühendis çıkacak ve o da varlıklı bir hayat yaşayacaktı. fakat o sizin iyiliğiniz için öldü. bunu bilesiniz diye söylüyorum.”
Sinan Cemgil Kimdir?
Sinan Cemgil, (d. 15 Kasım 1944, İstanbul – ö. 31 Mayıs 1971, Nurhak). THKO örgütünün kurucularından.
Adnan Cemgil ve Nazife Cemgil’in ikinci oğulları olarak 15 Kasım 1944’de İstanbul’da dünyaya geldi. Dedesi Erzurumlu Cemal Bey Kurtuluş Savaşı sırasında Muğla Kuva-yi Milliye örgütünün başkanlığını yapmıştır. Öğretmen anne-babanın çocuğu olarak iyi bir eğitim aldı.
Türk Barışseverler Cemiyeti’nin Menderes Hükümetini, TBMM kararı olmaksızın Kore’ye asker göndermesi sebebiyle protesto etmesi üzerine Adnan Cemgil’in aldığı hapis cezası Sinan’ın henüz çocuk yaşta cezaeviyle tanışmasına sebep olur. “Komünistler Moskova’ya!” bağırışlarını ise, aynı dava yüzünden Yozgat’a sürgüne gönderilen annesinin yanında duyacaktır.
1964’de Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Mimarlık Fakültesi’ne girdiğinde siyasetle etkin olarak ilgilenmeye başlar.
1965 yılında Bursa’daki TİP kongresinin yapılacağı Saray Sineması önünde babası Adnan Cemgil yaralanıp hastaneye kaldırılır. 1965 yılında çıkardıkları Dönüşüm dergisini satarken arkadaşı Şirin Yazıcıoğlu ile birlikte gözaltına alınan Sinan Cemgil, aynı yıl ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü’nün (SFK) kuruluşuna katılır, bir süre genel başkanlığını yapar ve Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) de üye olur.
1967 yılında ilkokul yapma amacıyla Muş’un Korkut ilçesine giden ODTÜ kafilesinde yer alan Sinan, arkadaşlarıyla birlikte halk kültürü üzerine de incelemelerde bulunur. Bu incelemelerden geriye kalan, kafilenin diline persenk olan Çift Jandarma türküsüdür.
Sinan’ın Amerikalı öğretim görevlisinin Yıllardan beri ODTÜ’de İngilizce eğitim görüyorsunuz. Nasıl İngilizce bilmezsiniz? sorusuna verdiği yanıt bugünlere kadar gelmiştir: “Biz, ODTÜ’de İngilizce üç kelime öğrendik: Yankee go home.” (Turhan Feyizoğlu, Sinan: Nurhak Dağlarından Sonsuzluğa /Nurhak’ta Bir Şafaka Vakti)
1968’le birlikte yoğunlaşan öğrenci eylemlerinde, üniversitedeki hareketin doğal önderi olur. ODTÜ’de Toplumcu Gurup içinde yer alır. 1968’de ODTÜ’deki boykota ve 1969’daki ODTÜ işgaline önderlik eder.
Toprak reformunun gerçekleştirilmesi istemiyle hazine topraklarını işgal eden Elmalı köylülerini ziyaretinin Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Merkezi tarafından tepki ile karşılanması, TİP’ten istifasını getirir.
Sosyalist Devrim-Milli Demokratik Devrim tartışmalarında Milli Demokratik Devrim’i savunsa da Hüseyin İnan’la birlikte “Türk Solu” ve “Aydınlık” odaklı MDD yorumlarından ve bu çevredeki tartışmalardan uzak durur ve farklı bir yol açmak için arkadaşlarıyla birlikte harekete geçer.
1969 yılında Şirin Yazıcıoğlu ile evlenir.
Komer’in arabasını yakanlardandır. Eylemde birlikte yer aldığı arkadaşı Mustafa Taylan Özgür’ün İstanbul’da öldürülmesi üzerine Ankara’da Atatürk Anıtı önünde toplanan kalabalığa, aranıyor olmasına karşın şöyle hitap edecektir:
“Bir devrimci kardeşimiz polis kurşunu ile kahpece öldürülmüştür. Devrimci şehitlerin matemini tutacak zamanımız yoktur. Devrimcilerin postunu ucuza satmayacağız. “ 1970 yılında doğan oğluna söz verdiği gibi arkadaşı Taylan’ın adını verir.
Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu ve eylemler
1970 yılında, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Alpaslan Özdoğan, Deniz Gezmiş ve Cihan Alptekin’le birlikte Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun kuruluş çalışmalarını yürütür. THKO’nun şehir gerillası eylemlerinde yer alan Sinan Cemgil, 12 Mart 1971 muhtırasından sonra, arkadaşlarıyla birlikte Ankara’yı terkeder ve Elbistan civarındaki Nurhak Dağı’na çıkarak burada arkadaşlarıyla birlikte THKO’nun gerilla kampını kurar. Sinan Cemgil komutasındaki gerilla birliği, planlandığı gibi Kürecik Radar Üssü’nü basmak için harekete geçer.
Ölümü
Kürecik Radar Üssü’ne yapacakları baskın öncesinde Sinan Cemgil ve arkadaşları, İnekli Köyü muhtarının ihbarı üzerine kuşatılır. 31 Mayıs 1971’de askerlerle çıkan çatışmada öldürülür.
Yazında Sinan Cemgil
Kitaplar
- Sinan: Nurhak Dağlarından Sonsuzluğa, Turhan Feyizoğlu, Ozan Yayıncılık, İstanbul, Ağustos 2000, ISBN 975-7891-29-0
- Gülünün Solduğu Akşam, Erdal Öz, Can Yayınları, İstanbul, 1997, ISBN 978-975-510-086-9
- Öldükleriyle Kalmadılar, Orhan İyiler, Ceylan Yayıncılık, İstanbul, 1996, ISBN 978-975-842-606-5
Filmler
- Hoşçakal Yarın (Sinan Cemgil rolünü Rıza Sönmez üstlenmiştir)
Diziler
- Hatırla Sevgili (Sinan Cemgil rolünü Çetin Demir üstlenmiştir)
Atilla Keskin anlatıyor:
Hürriyet’teki resimleri benim yaşımdaki her insan gördü mutlaka.(..) Sinan Hocamın üstünde bir tek külot var. Delik deşik olmuş güzelim fiziği. Kurşun yaralarını saymaya çalışıyorum. O kadar net görünüyor ki delikler…
16 Mart 1971’de Malatya Kürecik’teki Amerikan radar üssünü tahrip etmeye giden Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’na (THKO) bağlı gruptan bir kısmı, 31 Mayıs 1971’de Adıyaman’ın Gölbaşı ilçesine bağlı İnekli Köyü civarında mola verdikleri bir sırada jandarma birlikleri tarafından kuşatılmış ve teslim olmayıp birliklerle çatışmaya girmişlerdi. Civardaki köylülerce eşkıya zannedilerek ihbar edilen grup, yedi kişiden oluşuyordu: Sinan Cemgil, Kadir Manga veAlpaslan Özdoğan çatışma sırasında öldü.Mustafa Yalçıner ağır yaralandı. Hacı Tonakise kaçamayarak yakalandı. Metin Güngörmüş ve “hemşerim” adıyla bilinenAhmet Erdoğan ise kaçtılar. Daha sonra 6 Haziran’da yakalanan Güngörmüş ve Erdoğan, Yalçıner ve Tonak’la birlikte THKO Davasından yargılandılar.
Yalçıner mahkemedeki sorgulamasında daha sonradan kamuoyunda “Nurhak Katliamı” diye bilinecek olay hakkında şunları söyledi: “(…) Çatışmada Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan’ın yaralı iken vahşice kurşunlandığını, benim de üzerime 50-60 metre mesafeden 15-20 mermi sıkıldığını, köylülerin olay yerine gelmesi nedeniyle, sonradan atılan mermilerle yalnız kolumdan yaralanarak şans eseri kurtulduğumu (…) belirtmek isterim (…)”*
Acılara yenilmeyen gülümseyişler
“Acılara Yenilmeyen Gülümseyişler“ isimli kitabında Atilla Keskin “Ölümleri kanıksamıyorduk ama o kadar çok arkadaşımızı kaybettik ki o dönem ölüm sıradanlaşır olmuştu” diyor.
Denizler’in idam hükümlerinin okunduğu salonda haklarında idam hükmü verilen on sekiz gençten biri de Atilla Keskin’di, namı diğer “Ato”.
O dönem İstanbul ekibinde olan Keskin’in görevi ilişkileri iyi bildiğinden dağa çıkacak arkadaşlarını dağa götürmekti. Yolcuğa çıkmadan önce İstanbul’da kiraladıkları evde, güzel bir Pazar sabahı, bahçede son çaylarını içip bir yandan da radyo dinliyorlar.
“Duyduklarımız bomba gibi düşüyor aramıza: ‘Gölbaşında çatışma, Sinan, Alp, Kadir öldürülmüş, Yalçıner yaralı, Hacı Tonak sağ ele geçirilmiş’. Kendimizi acılara, ölümlere hazırlayarak yola çıkmıştık sözde… Korkunç dağlanıyor gencecik yüreklerimiz. Şaşkınız. Konuşan da yok, ağlayan da. Yusuf daha yeni dönmüş ölümün eşiğinden, Deniz (Deniz Gezmiş) ve Dede (Hüseyin İnan) tutuklu. İstanbul ekibinden çok kişi tutuklu. Bu durumda Dağ tek ümidimizdi. Üstelik Cihanlar (Cihan Alptekin) yola çıkmış. Ben gitmezsem ortada kalacaklar. (…)”
Keskin’in bu kitabı yazarak ne zorlu bir işe giriştiğini bunca ölüm karşısında kestirmemek imkansız. Zaten o da “Biz sadece acıyı, kederi, hüznü, zulmü mü paylaştık? Elbette hayır!… Notlarımı süzdükçe paylaşmak istediğim birçok güzellik çıktı su yüzüne” diyor ve bu “güzellikleri” paylaşıyor.
37 yıl sonra Nurhak Katliamına geri dönecek olursak bizler de Keskin’in notlarından -bu güzellikleri- dönemin gazetelerinin “Öldürülen anarşikler” diye verdiği Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan’ı ODTÜ ve Erzurum üniversiteleri öğrencileri Sinan, Kadir ve Alpaslan olarak Keskin’den alıntılayacağız.
Ne senden önce ne de sonra senin gibi şiir okuyana rastladım Sinan Cemgil
“Bu kez rüzgarda dağılan simsiyah saçlarını elleriyle tarayan Sinan Hoca. ODTÜ’nün stadyumu tıklım tıklım. Tribünlerde iğne atsan yere düşmez. Öğrenciler, öğretim üyeleri. Görevliler, inşaatlarda çalışan işçiler bile çıt çıkarmadan dinliyorlar Sinan Hocamızı. (…) Simsiyah kadife pantolonu, kendisine çok yakışan balıkçı kazağı, rüzgarda dağılan saçlarıyla tam bir erkek güzeli. (…) Konuşmasını bitirip de sol kolu havada tüm gücüyle sloganlarımızı haykırmaya başlıyor. Tribünlerde herkes ayaklanmış bir orman gibi sol yumruklarımız havada katılıyoruz sloganlara…”
“Ne senden önce ne senden sonra senin gibi şiir okuyana rastlamadım Hocam. (…) Sizin evde Ruhi Su ile birlikte olduğumuz geceyi de anımsıyor musun? Tüm ısrarlarımıza rağmen bir tek türkü söyletememiştik. ‘Ben Şirin’i dinlemek istiyorum bugün’ diyordu. Ve Şirin de okur doğrusu, o gece Ege Türküleri, ağıtlardan oluşan nefis bir konser vermişti bizlere(…)”
“‘Direniz Ato’ dediğinde de çok güldürmüştün beni. (…) Minübüsten inip bakımlı apartmanların arasında yürüyoruz. İleride oldukça büyük bir bahçe içinde kagir ama kişiliği olan eski bir İstanbul evine gözüm takılıyor. ‘Bu kadar apartman arasında amma da direnmiş’ diye düşüncemi belirtiyorum. Cevabını unutmam imkansız: ‘Direniriz Ato, bizim ailenin ömrü hep direnmekle geçti. Gördüğün gibi evimiz de direniyor’. (…) Sonra evi gezdiriyorsun. Her yerde kitaplar, sözlükler, kağıtlar, altı çizilmiş ansiklopediler. Sanki ev değil kütüphane, kardeşin ve baban harıl harıl kitap çeviriyor. Sahi sen kaç yabancı dil biliyorsun be Sinancan?”
“Verdiğim sözü ancak beş sene sonra Niğde cezaevinden çıkınca yerine getirebildim. Sabahın üçüne kadar oturduk Şirinle. (…) Taylan getirdiğim çikolatalardan hoşnut dizimin dibinde oturdu. Ertesi gün Boğaz’ın sırtlarında gezdik, nereden düştüyse yolumuz mezarlıkların arasına düştü. Taylan soruyordu: ‘Ato amca sen babamı iyi tanıyormuşsun. Muhakkak bu mezarlardan hangisinin babama ait olduğunu biliyorsundur. Bana da göstersene’ Şimdi olsa aynı soru saatlerce oturur bıkmadan anlatırdım seni Sinan Hoca.”
“Hürriyet’in iç sayfalarındaki resimleri benim yaşımdaki her insan gördü mutlaka. Ama ben 30 yıla yakın zaman geçtikten sonra bin kere seyrettiğim bir film gibi, her sabah aynada baktığım yüzüm gibi anımsıyorum onları. Sinan Hocamın üstünde bir tek külot var. Delik deşik olmuş güzelim erkek fiziği. Kurşun yaralarını saymaya çalışıyorum. O kadar ne görünüyor ki delikler.”
Öykümüzün isimsiz kahramanlarından biri de sendin, Kadir Manga
“Gerçekten gördük mü o çiçeği Kadir? Buzullaşmış karların altında incecik bir su… Suyun kenarındaydı anımsıyor musun? (…) keşke koparsak tüfeklerimizin namlusuna taksaydık. Ama yapamadık. (…) Sonraları okuduğum bir kitapta rasladım bu çiçeğe ‘kardelen’miş ismi. Yapamadık, belki de koparırsak solmasından korktuk değil mi Kadircan?”
“Biliyorsun, pencere kenarı en sevilen mekandı Diyarbakır Cezaevi’nde. Çok kalın taş duvarları olan eski bir iç kaledir bu cezaevi. (…) O gün de yine pencere kenarı sohbetindeydik birlikte. Üniversitede aynı sınıfta okuduğunuz kız arkadaşını, taa, uzaktan tanıdın. Elleri paketlerle doluydu, simsiyah saçları seninki gibi yağlanmışçasına parlıyordu. Nasıl da heyecanlandın onu görünce. Kalem odasında ‘özel’ bir görüş iznini müdürden ben kopardım. Görüşe giderken kopacak fırtınanın farkındaydın elbet. ‘Hadi, hadi, iyisin yine’, ‘Şuna bak, şuna; yere bakar yürek yakar.’, ‘Ne yapalım oğlum, biz senin kadar yakışıklı değiliz; yoksa yüzlerce kilometre yol kat edip bizi de ziyaret eden kızlar olurdu’. (…) Artık daha fazla dayanman olanaksızdı. Cevap yetiştirmek yerine, Teo’yu kaldırıp yere çalıyorsun. Küçük Ali de yine aranızda. Bak bu satırları yazarken, yine burnumun direği sızlıyor. (…) ne güzel insandın be Kadircan. İçin de dışın da pırıl pırıldı. Öykümüzün isimsiz kahramanlarından biri de sendin…
“Ne rezil geceydi değil mi? Zifiri karanlık, bora, fırtına, üstelik zehir gibi bir soğuk. Bir adım önümüzü göremiyoruz. Resmen körebe oynamaya başladık. Öylesine zindana kesmiş ki tüm evren, kimi zaman adım attığımız yeri görebilmek için çakmak çakıyoruz. Ama o fırtınada çakılan çakmak da anında sönüyor. Art arda sıralanmışız; hepimiz ayağımızı görmeden bir çukura sokup kırmaktan korkuyoruz. Tepelerde bir yerdeyiz; yanlış bir adım atıp uçuruma yuvarlanmak en büyük korkumuz. Yolumuzu bütünüyle kaybetmişiz. (…) Hepimizin sırt çantalarında yiyecek var; yufka ekmeği, kuru üzüm, çökelek, zeytin vs… Hepimiz yola çıkmadan önce sırt çantalarımızı sarıp sarmalamışız. Bizden bir parça olmuş yükümüz. Ama seninki farklı. Sırt çantanda 15-20 kiloluk bir pekmez tenekesi, her adım atışta seni bir o yana bir bu yana çekiyor. Üstelik teneke tamamen dolu olmadığı için, çalkalanıp dengeni bütünüyle bozuyor. Biz bile adım atmakta zorlanırken, sen resmen ıstırap çekiyordun.Saatler sonra mağaraya ulaşıp şeftali çaylarımızı yudumlamaya başladığımızda, yine de ilk kahkahaları atan sendin.”
“Bir yanım hâlâ bomboş Kadircan… Bir yanım kötürüm. Hep gülümsüyorsun belleğimde. Dümdüz, simsiyah saçların, seyrek, aşağıya sarkık bıyıkların, sırtında alametifarikamız olan ODTÜ armalı kazağınla her sözcükte yanı başımda oturuyorsun…
‘Sıra neferi’ diye bir şey varsa, o sendin, Alpaslan Özdoğan
“”Oysa sana kalsa bu geceyi bile bu evde geçirmeyip gece yarısı hemen yola çıkacaktık. Dağdakilere kavuşmak için müthiş sabırsızdın. Yine konuşmuyorsun, konuşsan da ağzından çıkan, sadece görevimize ilişkin birkaç küçük soru. Ayağında doğru dürüst bir ayakkabı yok. Senin koca ayaklarına köyden uygun bir ayakkabı bulmamız olanaksız. Yola çıkmadan önce senin aklına gelmiyor. Ben de deneyimli olduğum halde, o kadar işin arasında sana bir bot uydurmayı akıl etmiyorum. Ben kendi eşekliğime veryansın edip ‘Ne yapabiliriz,’ diye kıvrandıkça, sen; “Boş ver, üzme canını, ben böyle de idare ederim,” diyordun sadece.”
“Biliyor musun Alp? Ne El-Feth Kampları’nda ne de Diyarbakır Cezaevi’nde ben senin bir tek kez özel bir isteğin olduğuna tanık oldum. Çok sinirlenince bıyıklarını sıvazlamanın dışında ağzından kötü bir söz duyduğumu bile anımsamıyorum.”
Feth’de en çok seni götürürlerdi gece devriyesine, (…) Hep seni anlatırlardı överek, sen ise sorduğumuzda gülümserdin sadece.
(…) kardeşlerini görünce; ‘Bunların kökleri herhalde Vikingler’e dayanıyordun..’ diye düşündüm. Kız ve erkek kardeşlerin Diyarbakır Cezaevi’ne ziyaretimize geldiklerinde, unutmam olası değil, onları gören tüm gariban mahkûmlar kelimenin tam anlamıyla çarpılmışlardı. Sapsarı uzun saçlar, upuzun sırım gibi vücutlar, yemyeşil gözler… Tertemiz giyimliydi, üçü de.
Gerçekten kimdin sen, Alp? THKO eylemleri başladığında kim ne yapıyor bilmezdik. Sormazdık da. Ara sıra ortalıktan kaybolurdun sadece. Çok sonraları öğrendim, senin önemli tüm eylemlerde olduğunu. (…) Kimbilir ne çok sevdin, ne çok sevildin? Katıldığın eylemleri hiç anlatmadığın gibi, aşklarını da anlatmadın. ‘Sıra neferi’ diye bir şey varsa, sen o tanıma tam uyandın…”
Atilla Keskin kimdir?
1964’te Türkiye İşçi Partisi üyesi oldu. 1969’DA ODTÜ Fikir Kulübü başkanlığı yaptı. 1970’de El-Fetih Eğitim Kampı’ndan dönüşte tutuklanarak Diyarbakır Cezaevi’nde sekiz ay yattı. THKO Davasında Deniz Gezmiş ve arkadaşlarıyla birlikte yargılanıp müebbet hapis cezası aldı. 4 yıl Mamak askeri cezaevinde ve Niğde’de yattı. 1974 affı ile salıverildi. 1977’den beri Almanya’da zorunlu sürgün olarak yaşıyor. Politik dergilerde yayınlanmış makale ve öyküler yazdı. Bu yıl Acılara Yenilmeyen Gülümseyişler kitabının 7. baskısı yayınlandı. (EZÖ/GG)
*Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, Cilt 7, sayfa 2173.
** Acılara Yenilmeyen Gülümseyişler, 12 Mart Deniz, Yusuf, Hüseyin, İdamlar, Tekin Yayınları, 22008, 7. basım, Atilla Keskin