“Tanrı, iradesini egemen kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini egemen kılmak için Tanrı’yı kullanır.”
Giordano Bruno
Yeryüzünde hep sürgündük biz. Aşklarımız da oldu; acılarımız da. Hiçbir vatan, vatan olmadı bize. Çünkü Hz. Adem’den beri, kovulduğumuz yeri arıyor, kovulduğumuz yere döndürülmenin hasretini çekiyoruz. Mevlana’nın ney kamışı metaforu gibi, koparıldığımız sazlığa gitmenin özlemiyle yanıp tutuşuyoruz. Dışarıya adımımızı attığımız an ötelere gideceğimizi, hızlı adımlarla yol alıp ilerleyeceğimizi sanıyoruz ama akşam döndüğümüz yer yine evimiz oluyor. Dönüp dolaşıp aynı çilehaneye geliyoruz. Koşu bandında koşan bir adam gibi, koşuyoruz ama ilerleyen sadece zannımız.
Bagno Vignoni’nin delisi Domenico da böyle yapardı. Hurdaya çıkmış bisikletinin üstünde pedal çevirir dururdu saatlerce, hiç ilerlemezdi. Çünkü bilirdi Domenico, uğraş boşa. Hem uğraşmaya değer miydi bu fani dünya? İnsanoğlunun etrafı duvarlarla çevriliyken, çatılar gökyüzüyle bağlantısını keserken, insanların birbirlerine dokunabilmesini sınırlar engellerken, Domenico dellenmeyip de ne yapsındı? Ailesini, evini, maddi her ne varsa engel olarak görüyordu Domenico ve hafifletmek istiyordu yükünü. Çünkü dünya ağırdı ve üstüne üstüne geliyordu. İnsanoğlunun bu dünyada sahip oldukları arttıkça kıymeti azalıyor, sahip oldukları azaldıkça kıymeti artıyordu. Ve insan, kendisini hakikate götüren yolda engelleyen her ne varsa ortadan kaldırmalıydı. İşte Domenico’nun öyküsü buydu ve Goncharov da bu öykünün ateşinde pişecekti.
Sen O’sun, olmayan; ben O’yum, olan
Goncharov bir şairdi. Tıpkı Tarkovsky’nin babası Arseni Tarkovsky gibi. Ve deriz ki; her şair yitiğini aramak için harflere sığınır. Kendine bir avuntu kalesi inşa eder ve orada doldurur çilesini. Şairlerin mutsuzluğu bu yüzdendir biraz. Mutsuz olmayan şair yoktur ve nerede bir mutlu adam varsa şiir ondan uzaktır. Çünkü her sanat dalı gibi şiir de mevcut olana duyulan memnuniyetsizlikten sâdır olur. Goncharov da mutlu değildi, ne aradığını bilmeden dolaşıp duruyordu. Huzurun, sükûnetin nerede olduğunu bilmiyordu. Ailesi, çocukları, evi, yurdu, ülkesi. Hiçbir şey ona sekinet vermiyordu, sadra şifâ olacak eczâyı nerede bulacaktı? Ve yıkıp geçmesi mi lazımdı felahına engel olan her ne varsa? Domenico’nun, evini yakıp ailesini terkettiğini öğrenince dünyada yalnız olmadığını anladı Goncharov. Bazen terk etmek güzeldi. Goncharov da Sosnovsky’yi bahane edip vatanı Rusya’yı ve ailesini terkederek İtalya’ya gelmemiş miydi hem? Ama hala terkedilmeyen ve onu engelleyen bir şey vardı; kendisi.
Goncharov mabetlerden uzak dururdu. Çünkü inancını yitirmiş bir adamdı fakat kendisine tercümanlık yapan Eugenia’nın şehvani duyguları, inancının zayıflığına rağmen onu hiç cezbetmiyordu. Burada bir tenakuz vardı, su götürmez bir paradoks. Peki madem böylesine tepeden bakıyordu dünyaya, neden dünyadan vazgeçemiyordu? Ona da bir mürşid gerekiyordu ve ne bilsin herkesin üstüne güldüğü, elindeki mumla suyu geçen, evini yakıp ailesini terkeden bir delinin kendisine tekamül basamaklarını bir bir çıkarttıracağını? Tertemiz sulara dönmeliydi Goncharov, upuzun çayırlara, annesinin rahmine, hayatın o en homojen cevherine. Masanın üstünde şişeler, zemine damlayan yağmur sularının şıpırtısı, suretinden daha kuvvetli olan imgeler, bir dolu hayaller ve gölgeler. İnsan ne mutsuz, ne yalnız. Goncharov binbir şiir karalaması dolu kendince kutsal kitaplarını yakmalıydı. Bir şair için şiirlerini yakmak az şey miydi? Bir şairin şiirinden vazgeçmesi, hayatından vazgeçmesi demekti. Soyunmaya başlıyordu Goncharov artık, hiçbir örtünün mani olamayacağı o hakikat dolu çıplaklığa.
Bir damla, bir damla daha iki damla etmez, daha büyük bir damla eder.
Domenico’yu ayrı bir varlık olarak görmemekti ilk mertebe. Çünkü tüm rasyonel ve pozitivist dayatmaların aksine 1+1 hiçbir zaman 2 etmezdi, yine 1 ederdi. Kesbin ne önemi vardı ki keşf varken? Birbirine eklemlenmenin, birbirini ihata etmenin bir deli gözüyle yorumlanışı buydu. İnsanoğlunun kendine koyduğu en büyük sınırdı bu matematiksel dogmalar. Kendinden sıyrılıp O olmuyorsan, kendinden sıyrılıp Sen olmuyorsa, kendinizden sıyrılıp Biz olmuyorsanız, nedir ki aşk, nedir ki dostluk? Hem canını canana bürümek değil miydi candaşlık? Hayata onun gibi bakmıyorsan, o uykudayken sen kör olmuyorsan niye çarpar ki kalbin?
Evvela yitirdiği o mukaddesi kazanmalıydı Goncharov, inancını. Rüzgar mumu söndürse de; o tekrar denemeliydi. Ne de olsa kainat emrinde değil miydi saf bir aşk ile inanmış kalplerin? Rüzgar, hava, ateş, su, toprak, kül, toz, duman. Böcek vızıltıları, çayırlar boyu uzanan su sesleri, ağaçların uğultusu ve çiçekler. İnanmak için ne çok şey vardı yeryüzünde. Yeter ki yaşamın Allah tarafından kendisine bahşedilen bir müjde olduğunu farketsin kişi. O zaman yıldızları temaşa ettiğinde yeryüzüne dönük dileklerde bulunmaktan ziyade yıldızların ardına ulaşmak ister. Goncharov tam da bu noktada duruyordu, bir yıldızın ucunda. Dünya onu yere çekmek istiyordu fakat yukarılara, ötelere çıkmadan huzura eremeyeceğini biliyordu o. Bu yüzden şiir yazmayı bıraktı, kendisi bir şiir olmaya karar verdi. Domenico gibi bir müşerrihi vardı üstelik, zerreden kürreye kadar kendisini şerh edecek ve donatacak.
Tarkovsky’nin nostaljiye verdiği anlam zaman ile kısıtlı değildi. O, bir geçmiş zaman güzelliğine değil tüm zamanlardan öte olan hakikate, mekandan bağımsız olan anavatanına özlem duyuyordu. Bitimsiz bir daüssıla hasreti. Zamanın mişli geçmiş formlarının boyunduruğu altına
alınmak istenen nostaljinin baş kahramanı yapmıştı bu yüzden Goncharov’u. Nehirler özledikleri yere akardı ve bu özlemde pişmanlık yoktu. Çünkü pişmanlık Nietzsche’nin söylemiyle ‘köpeğin taşı ısırmasıydı’ . Geriye, ileriye, şimdiye değil, tüm zaman ve mekanların ötesinde atomize edilen o büyük parçaya, tasavvuf ehlinin hakikat-i muhammediye dediği hayatın ana arterine dönüş. İnsanoğlu sanayi devrimiyle birlikte bir aydınlanmadan söz etmişti. Tamamen maddeye ve maddesel terakkiye odaklanmış bir aydınlanma neye yarardı ki? Ruhun ve idrakin aydınlanmasıydı asıl terakki. Bu yüzden Goncharov giyimine özen göstermezdi, bir kısmı aklaşan saçlarını taramazdı ve caka satmazdı. Ruh cilasının derdine düşmüştü o. Güzel kadınlar, lüks yaşamlar, soylu ortamlar yerine bir delinin peşine takılıp delirmeye karar verdi. Kendini karartıp silik bir gölge gibi yığınların içinden geçmeden nasıl aydınlanırdı ki ruh?
Deli bir adam size, kendinizden utanmanızı söylüyorsa, ne biçim bir dünyadır burası!
İnsanoğlu öylesine kopmuştu ki birbirinden; kalabalık caddelerde birbirine çarpmadan yürüyordu. Kazara biri çarpsa, başka insanların da yaşadığını farkediyordu. Savaşlar, ölümler, kıyımlar. İnsanlığı da alıp götürmüştü. Domenico o büyük meydanda kendini feda ederken, acı acı haykırıyordu bunu Tarkovsky. Deli bir adam utandırıyordu tüm insanlığı ve bir delinin kendisini yakmasına tepki veren sadece bir köpek, birkaç deli ve Goncharov’du. Öylesine yorgun ve meşgul ki insanlık; odasına gelen kişi masayı devirmeden, öksürmeden farketmeyecek hiç kimse. Biz sağlılıklar ne trajedik hastalığa kapılmışız ve hastalar ne kadar zinde. En büyük deliliğin bir deliliğe sahip olmamak olduğunu söyleyen o aziz bilge ne kadar da haklıydı. Aklını aklıyla terk etmeyen adam hayatın özünü nasıl sezebilirdi ki? Sezgisi, inancı, temaşası kaybolmuş sefil baykuşlar gibi ormanda birbirimizden habersiz geziyoruz. Bir çiçek soluyor, bin orman yakılıyor, gök kubbe tepemize çöküyor; biz hala frapan giysiler ve profan uğraşlarla oyalanıyoruz. Ateşi bulduğumuz için koltuklarımızı kabartıyor ve avangart pozlar takınıyoruz. Oysa asıl terakki ateşin değil ateşte yanmanın icadıylaydı. Domenico tarihin en büyük kaşiflerindendi bu yüzden. Havuza elinde yanan bir mum ile girerdi ama kendisini boğacağından korkanlar, onu havuzdan çıkarırdı. Hakikat uğruna kendini feda etmeye bile izin vermiyordu çağ. İşte o yüzden meydandaki heykelin üstüne çıktı Domenico. Ve onun yarım kalmış işini tamamlamak Goncharov’a düşmüştü. Elindeki mumu havuzun sonuna kadar taşıdı Goncharov. Ve Domenico o büyük meydanda cayır cayır yanarken, Goncharov sadık kaldı öğretiye. Mum yerdeydi, Goncharov ise ötelerde. Tıpkı Domenico gibi.
“on gün sürekli uyuyup seni silip atmak isterdim. belki de silecek bir şey yoktur. sen zaten varolmadığın için.”
Fakat Domenico tüm bu hakikate komşuluğuna rağmen neden üstüne gülünen bir adamdı? Neden insanlar ondan bir şey öğrenmek ve ibret almak yerine onu köyün delisi görüp aşağılıyordu? Çünkü insan kıskançtı. İnsanlığın yok oluşunun başlangıcı hasedi keşfetmesiyledir. Kabil bu yüzden öldürdü Habil’i. Manayı kaybedip maddeye boğulan materyalist dünya, bu yüzden Afrika’yı yerle bir ediyor hala. Amerika bu yüzden yakıp küle çevirdi Kızılderililer’i, Vietnam’ı. Çünkü onlar doğanın sırrına ermişti. Kaybettiklerini onlarda görmenin hırsı kamçılıyordu materyalist insanı ve bu kendisi için aşağılık bir durumdu. Tıpkı kaybettikleri tüm değerleri Domenico’da gören Toscana sefihleri gibi. Onlar refah dolu bir hayat yaşamaktaydı. Sofralarda binbir türlü lezzetler, havuzlarda lavanta kokularıyla geçirilen saatler onları teskin etmiyordu, sadece maskeliyordu. Fakat bir adam çıktı ve onlara ‘siz sağlıklı değilsiniz. asıl hasta, asıl deli sizlersiniz’ diye bağırdı. Ve yanarak ispatladı rüşdünü. Tıpkı Hermann Van Riswik gibi, tıpkı Giordano Bruno gibi, tıpkı Hz.İbrahim gibi.
Şimdi yanma sırası bizde.
Ve fonda Domenico & Farjad & Beethoven:
~ Domenico’nun Konuşması ~
İnsanoğlu dinle !
Senin içinde su, ateş ve sonra kül.. ve külün içinde ki kemikler gerçekliğin içinde veya hayalimde değilken ben neredeyim?
İşte yeni anlaşmam; geceleri güneş olmalı ve Ağustos’da karlı.
Büyük şeyler sonra erer, küçük şeyler bâki kalır. Toplum böyle parçalanmaktansa, yeniden bir araya gelmeli.
Sadece doğaya bak ve hayatın ne kadar basit olduğunu göreceksin. Bir zamanlar olduğumuz yere dönmeliyiz.. Hayatın ana temellerine geri dönmeliyiz.. suları kirletmeden!
Deli bir adam size, kendinizden utanmanızı söylüyorsa, ne biçim bir dünyadır burası ?
sinemazingo.com, İbrahim Sâki
Filmin Özeti :
Imdb puanı: 8.0/10
Yapım: 1983 ~ Fransa, İtalya, Rusya
Tür: Dram
Yönetmen: Andrei Tarkovsky
Senaryo: Andrei Tarkovsky, Tonino Guerra
Yapımcı: Lorenzo Ostuni, Manolo Bolognini
Görüntü Yönetmeni: Giuseppe lanci
Müzik: Gino Pegur
Tanınmış bir Rus şair olan Andrei, 18. yüzyılda yaşamış ve Bolonya’da eğitim görmüş memleketlisi müzisyen Sosnovsky’nin hayatını araştırmak için İtalya’ya gelir. Güzelİtalyan tercümanı eşliğinde Toskana’dayken mutsuz evliliğinin, karısının ve çocuklarınınRusya’daki hatırası onu avlar. Seyahati giderek içsel bir serüvene dönüşürken mistik bir aydınlanma, şairin yolunu aydınlatacaktır.
Tarkovsky’nin ülkesi dışında çektiği ilk film olma özelliğine sahip olan Nostalji, yönetmenine Cannes’da 2 tane çok prestijli ödülü birtden getirmişti.
Filmi İzle:
Nostalji Nostalghia (1983) from Yasama Ugrasi on Vimeo.