| kimler ne dedi ?
Louis Aragon
Hayır, yazamam, şimdi olmaz rica ederim. Bırakın benim için bütünüyle ölsün, yoksa, daha önce, altmış yaşındaki bu delikanlı, bu sarışın boğa, ne hapisanenin, ne hastalığın, ne yaşın etkileyebildiğu bu insan içimde terütaze yaşadıkça hiçbir şey yazamam. Şimdi olmaz. Daha sonra. Söz veriyorum size, yazacağım, hattâ bu dergide, daha başka bir konu üzerinde: -Ölümünden değil, yaşamından söz edeceğim. Pentecote yortusu için sayfiyeye giderken cumartesi sabahı satn aldığım Znamia dergisinin son sayısını da götürmüştüm, dergide Nâzım’ın Les Romantiques (Romantikler) adlı romanının son Louis Aragon bölümü vardı. Yortu sırasında herkes onun değil, Papa XXIII. Jean’ın ölümünü bekliyordu. Her saat, radyoların başında. Ve pazartesi sabahı sabahı Papa daha yaşıyordu… Nâzım’a gelince, hiç bir şey bizi uyarmamıştı, can çekişmedi, şöyle ayakta, bir merdiveni çıkarken, ansızın ölüverdi. Yaşarken öldü. Bir ağaç gibi devrildi. Bırakın da benim için bütünüyle ölsün. O zaman yazarım derginize, burada yazarım, belki gelecek ay, yaza kadar izin verin. Bundan on sekiz yıl önce hapisanede, büyük Türk mistiği Mevlâna Celâleddin ya da İran’lı Ömer Hayyam gibi rubai biçiminde yazdığı şu dört mısranın bir kehanet olmaktan çıktıklarını anlayacak kadar vakit bırakınn bana:
“Paydos…” – diyecek bir gün bize tabiat anamız,-
“gülmek, ağlamak bitti çocuğum…”
Ve tekrar uçsuz bucaksız başlayacak:
görmeyen, konuşmayan, düşünmeyen hayat…
Yortunun pazartesi günü, sabah, onun düşüşünden bir iki saat sonra, telefon. Nâzım. Ey ölüm, günümüzde ne de hızlı gidiyorsun! İki saat evinde bulmuş, yüreğime işlemiştin, ey ölüm, telefonla gelen, görünmeyen, düşünülmeyen, daha bir sözcükten, bir addan başka bir şey olmayan ölüm, ve hayır diyorum, Nâzım olamaz. Evet. O. Nâzım… Ta kendisi, başkası değil. Bütün insanlar gibi o da. Ve şiirindeki bir çocuğu ansıdım:
Recep, damdan düşer gibi karıştı söze:
“Harbe girdiğin zaman, bir gâvur öldürüp
bir yudum içersen kanını
korku kalmazmış.”
Ben onun kanından birr damla içmeyeceğim. Konuşmayan… uçsuz bucaksız hayat… Hazım, senden bana ilk 1934’te söz ettiler, sen hapisteydin, o zaman bir şey yazabildim. Dostluğumuz otuz yıl sürmeyecekti. Ne kadar az, otuz yıl. 1950’de, bizler, yani Türk halkı, dünyanın her köşesindeki şairler seni hapisten kurtardığımız zaman, bir on dört temmuz günü dosdoğru hayatın içine daldın. Ama bu yıl, sabırsızlığından, temmuzu bekleyemedin… Hapisane dışında on üç yıl, ya da buna yakın bir şey, kırk sekizinden altmış birine dek, güzel bir yaşam bu. On üç yıl, çok şey. Hapisane dışında öldün, bu da çok şey. Çünkü öldün. Bu fikre alıştıracağız kendimizi. “insan Manzaraları”nı sensiz hayal etmeye çalışacağız… Senin deyiminle, manzarayı bu ağaç olmadan hayal etmeye çalışacağız. Uçsuz bucaksız hayat’ı.
Alfred Kurella
Sanat silâhı idi onun. 1921 yılında devrimci eylemlerinden dolayı yapılan ilk kovuşturmalardan önce Türkiye’den kaçmak zorunda kalmış ve Moskova’da daha genç olan sosyalist gerçekçi şiirle ve özellikle de Vladimir Mayakovski ile yakından tanışmış ve bundan böyle yaşamı sanata, kendine dünya çapında ün kazandıran savaşçı bir sanata adamıştı.
Onun şiirleri yıllardır yurdunda ağızdan, ağıza dolaşıyor ve el yazısı kopyalar, gizli baskılar evden eve, köyden köye, kentten kente iletiliyor. Bir kaç yıl önce Nâzım Hikmet, Leipzig’te bir öğrenci toplantısında yaptığı konuşma sırasında bir ş iirini Türkçe o kumuştu. Onu dinlerken hepimiz büyülenmiş gibiydik. Bu dilde böylesine bir müzik zenginliği bulunduğundan o zamana kadar hiç birimizin haberi yoktu. Tek sözcük anlamamıştık. Fakat yine de, böylesine dizelerin insanın kulağına ve yüreğine işleyebileceğini, hele o şiirlerin konusunu açkıladığı zaman daha yakından kavradık. Alfred Kurella
Nâzım Hikmet’i çağımızın en büyük ozanlarından biri olarak tanımlamak abartma olmaz. Kendi yurdu dışında gerçek yanları ile daha gereği gibi tanınmıyor o. Tiyatroları, destanları ve bazıları bizim sahnelerimizde oynanmış bulunan çağdaş dramlarıyla daha şimdiden büyük bir etki yaratmış bulunuyor. Oysa ki, onun gerçek büyüklüğünü yansıtan eserleri, şiirleridir. Şiirlerinin asıllarındaki düşünce deliği ve güzellik üzerine yaklaşık bir görüş sağlayabilecek, aslına yaklaşık bir çeviri yapılması için belki biraz daha zaman geçecektir.
Nâzım Hikmet’in yüreği artık çarpmıyor. Kurtarılmış yurduna birkez daha dönebilmek için taşıdığı ateşli istem, içinde kor gibi yanan yaşam istemi, yokluk, ikence ve zindanlarda geçirdiği uzun yıllardan yıpranan vücudundaki yaşam alevni canlı tutabilmek için ona güç vermişti. Bu alev şiirlerinde ve tiyatrolarında yanmaya devam ediyor. Bu alev, onun köklü devrimc inancı, kendini barış ve sosyalizmi davasına adamşı bir insanın değiştirme gücüne duyduğu inanç ile besleniyordu. Ve bu alev, aynı ülküler uğruna yanmak için daha bir sürü insanda hayranlık uyandıracaktır.
Jean-Paul Sartre
Büyük ozan Nâzım Hikmet’e duyduğunuz saygıya bu mesajla katılmak istiyorum. Yazdıklarının güzelliğini ve güçlülüğünü başkaları benden iyi anlatacak. Ben her şeyden önce onun insan olarak büyülüğünü ve kabına sığmaz enerjisini hatırlatmak istiyorum. Onu, ağır hastalığı sırasında tanımış, yaşamak ve savaşmak iradesi karşısında şaşıp kalmıştım. Ama beni asıl etkileyen onun hüzünlü ve alaycı uyanıklığı oldu. Eziyetlerden, ölümlerden kaçıp kurtulan bu dam – başkalarının yapacağı gibi – dinlenmiyordu. Biten hiç bir yoktu onun için. Dıştaki düşmanla savaşması ve de içteki dostların hatalarına karşı kardeşçe bir savaşı sürdürmesi gerekiyordu. Herkesle birlikte barış uğruna, emperyalizme ve faşizme karşı savaştığı sırada bile, Moskova’da oynanan bir piyesinde, bürokrasinin tehlikelerine karşı arkadaşlarını uyarıyordu. Ne militan dsiplininden geçti ne de yazar eleştiriciliğinden. Bu çelişmeyi sonuna kadar yaşadı. Bu sürekli gerginliktir ki, son yıllarda, mahpusluktan arta kalan güçlerini de yedi bitirdi. Ama asıl bu yönüyle bugün bir örnek insan olarak kalıyor aramızda.
Vefalı dost, yiğit militan, insan düşmanlarının amansız düşmanı, her yerde hizmet etmek ama hiçbir şeyi görmezden gelmek Jean Paul Sartre istemiyordu. Biliyordu ki, insan yapılacak bir şeydir ve hiç bir yerde yapılmamıştır. Gerekli olan, durmadan düşmanla savaşarak kendi kendini yaratmıştır; sözün kısası, Pascal’ın hrıstiyan için dediği ve bugün militan için, Nâzım Hikmet dolayısıyla aydın militan için denebileceği gibi, “asla uyumamak” gerekliydi. O asla uyumadı. Harikulade olan şudur ki, ölüm onun ilk ve son uykusu oldu.
Durup dinlenmeden nöbet tutan bir insanın eserleri, ölümünden sonra da sizin için aynı işi yapıyor.
Peter Hamm
Türk ozanı Nâzım Hikmet, çok uzun zaman bilmezlikten gelindi.
Türkiye ile Federal Almanya arasında bir kaç yıldan beri bir kültür anlaşması yapılmış bulunuyor. Tuhaf görünürse de, şurası da bir gerçektir: En önemli Türk ozanının eserlerinin uzun yıllar bize ulaşmasına engel olan da bu anlaşmadır. Çünkü: Nâzım Hikmet’in adının bile anılması, Türkiye’de bir zamandan beri yasaktır (oysa dünyanın herhangi bir köşesinde Türk kültüründen söz edilse, biricik ad olarak onun adı anılır.) Türkiye hükümeti ve yönetici üst tabakası; hapisanelerinde (toplam on yedi yıl) yatan ve daha sonra da, yaniden tutuklanma eşiğinde iken, 1951 yılında bu ozanın yurdundan temelli ayrılmış olmasını ve Moskova’ya ekzile gitmiş olmasını sindirememiş görünüyorlar.
Nâzım Hikmet, daha önce de bir kaç kez Türkiye’den ayrılmak zorunda kalmıştı. Ancak, yurduna duyduğu özleme dayanamayarak acele, hem de zamansız denecek kadar acele, her defasında yurduna dönmüştü. Zamansız dı çünkü: Yöneticilerin aklına, ülkenin bu en değerli ozanını kovuşturmak ve onu tutuklamaktan başka bir şey gelmiyordu. Ne var ki, bir Blaise Cendrar’ın, ya da Jean Genet’in aşırı yaşam biçimlerinden bazı bakımlardan daha maceralı geçen Hikmet’in yaşamı ve çektiği acılar, döndü dolaştı, yine de Türkiye’deki bu efendilerin çocuklarını başına belâ oldu, onlar için bir kâbus oldu. Böylesi de iyidir.
Tristan Tzara
Şiirin büyüklüğü evrenselliğinin içinde hüküm sürer. Ozan, yaşayanların dünyasında bir bütün olmak için kendi kişisinin çerçevelerini aşan, içinde taşıdığı evrenin ölçüsünde büyüktür. Ozan, bu dünyaya herkes için ortak bir görüntüye cevap veren, kendi görüş biçimine de uygun, yeni bir görünüm verir. Böylece ozana özgü, her insanın içinde acılarını ve umutlarını bulduğu oldukça yoğun ve güçlü bir anlatıdır bu.
Şurası açık ki, ancak çevirilerinden, okuyup tanıdığımız Nâzım Hikmet’in şiirinin kendine özgü akıcılığını kuran şey bize ulaşamıyor. Bununla birlikte, çevirinin kusursuz olamayacağına karşılık, dilin verdiği güzellikten bile bu şiir öyle insansı bir güçle yüklüdür ki, etlenip canlanır ve içimizde dokunaklı titreşiminin bütün tazeliğiyle biçimlenir.
Nâzım’ı, dünya görüşünü alelâdeden alıp yüksek bir düzeye çıkarmayı bilen bir ozan olarak görür ve ele alırsak şu nokta Tristan Tzara kesinlikle anlaşılır ki, Nâzım bütünüyle yaşama sevgisi üstüne tasarlanmış duygusunun yetkinliği olan bir ozandır ve bu duygu yetkinliğini, şiirine kendini veren coşkuya borçluyuz. Kişisel deneyi insanlığın deneyiyle ölçüşür. Aydınlık bir geleceğe yönelmiş insanlık, toplumsal bir yöntemin ve yok olmuş bir uygarlığın iflasına bağlanan Türk ulusunun bağımının hangi noktada olduğunu anlamak için Türkiye’nin tarihsel ve coğrafyasal ayrıntılarını öğrenme gereğini duymuyor. Baştan başa Türk ulusunun umutlarını soluyarak Nâzım Hikmet’in şiiri bütün ulusların ortak dileklerinin alabildiğine insansı anlatımını kucaklıyor. Bu anlamda, Nâzım’ın şiiri günümüz insanının etkisl alanının sahibidir ve tarihsel değerinin gürlüğüyle sürekli bir hakikat değeri kazanır.
Her ne kadar yadsınamaz bir özgünlüğü de olsa, Nâzım’ın şiiri çağdaş batı şiirinin yapısına yabancı değildir. Özellikle de Mayakovski ve Garcia Lorca’nın yapı çizgisindedir.
Maykovski’nin devrimci coşkunluğunun dayanağı olarak kullandığı teklifsiz edayı, ve Garcia Lorca(nın şiirini İspanyol toprağına has bir lutuf gibi besleyen, halktan gelm esini Nâzım’ın şiiri söz konusu olunca hatıra getirmek yerinde olur. Nâzım’ın şiiri halkın dileklerini herkese açık bir şekle sokmayı başarmakla kalmamış, aynı zamanda yüksek ve çağdeş bir özle Türk şiirinin alanını da yenileştirmiştir. Bu yeni Tükr şiiri dünyayı ve çağımızı yansıtmaktadır. Nâzım, çağdaş dünya düzeyinde uulusal ekinin iyice derinine demir atmış geleneklere yer değiştirerek bir yenilik getiricilik yaptı. Memleketinin ozanlarıın üstüne yaptığı etki iyice görüldü. Hapisanede bile adaletsizlik ve zulümle çarpışan cesareti onu vatandaşlarının gözünde daha da büyüttü. Nâzım’ın mmleketinin edebiyatında oynadığı tarihsel rolün bilincine varanlar artık biliyorlar ki, Nâzım’ın adı, yığınların karşıdevrimin karanlık kuvvetlerine karşı yapmakta olduğu gürültüsüz ama güçlü savaşla bağlantılıdır.
Eğer, 1923 yılında Cumhuriyet’in gelişinden sonra, Türk dili konuşulduğu gibi şiirde gözüktüyse bunda, bütün gürlüğünü bu akıma veren Nâzım’ın rolü vardır. Nazmı bunu, okumuşlarla çevrili bir ortamda kendine yer bulmuş içi boş bilgiççe deyimleri şiirden kesinlikle atarak yapmıştır. Bazı kez bu devrimci, geleneğin, hem de ortaçağ İran şiirinin kaynağından gelen bu geleneğin en yumuşak başlı sürdürücüsü de olmuştur.
Ama bu, özellikle memleketinin folklorunun verdiği kaynakları derin götürererk olmuştur. Kaynaklara gündelik birgeçerlik kazandırarak onlaradan bazı anlatım biçimleri aldı. Nâzım, yaşamanın tadına da sahip, zulme karşı başkaldırmaya ve adalete yapılan çağrıları içinde taşıyan insanı sıcaklığından yaratılmış şiirin içeriğiyle kaynakları birleştirmeye gelmişti. Halk şiiri Nâzım’a, mgelerle dolu dilinin öğeleri içinde, özgürlük duygularını alabildiğine geniş biriktirebileceği bir bilinç verdi. Halkın gönlü burada yüreğini kandıracak besini, çektiği acıyı ve duyduğu sevinci çıkarır.
Nâzım’da dilin görevi, şiirsel imge bir eğretileme ve bir uzakta kalmış terimler yakınlaşmasından çok, şiirsel bir olgudur. Şiirlerinde çoğunlukla destansı kişiliğinin çizgilerini çizen budur. Denebilir ki, şiiri bir eylem şiiridir ve şiirini dayanaklık eden durumda her yükseklikteki bütün insanların deney payı vardır. Karşılıklı bağımlılıkları göz önünde tutulursa Nâzım’ın şiirlerinin içeriği ve biçimi teknik yönden olduğu kadar insanın geleceği yönünden de birbirinden ayrılamazlar. Bu bakımdan, temel ve biçim sorunlarının artık olmadığı yerde şiirin başladığı ileri sürülebilir. Şiirin sağlamlığının da işareti olan ve şimdilerde doğan yeni gerçek, bundan böyle insanlığın etkinsel zenginliği içinde kendini bütünleyebilir ve dünyanın biçim değişimi içinde önemli bir çark gibi hareket edebilir.
Nâzım’ın hayatının en güzel yılları hapishanelerde geçti. Orada da şiir yazıyordu. Bursa Hapisanesinin duvarlarının kalın ve sağlam olması onun sesinin duyulmasına ve bize kadar ulaşmasına engel olamadı. Özgürlüğe düşkün kimselerin çabası ve büyük ozana karşı Türk hükümetinin giriştiği şiddet hareketinin bütün dünyada uyandırdığı hoşnutsuzluk Nâzım’ı ağır ağır bırakıldığı ölümden çekip kurtardı. Ozanları ortadan kaldırma isteğine karşı çıkma hırsının nereden geldiğini aramaya kalkmak yersizdir. Olayların baskısı altında şiirin bir kurtuluş silahı olduğu, ozanların yazdıklarının etkinliğinin en iyi örneği değil midir?
Max Jacob, Benjamin Fondane ve Pierre Unik’den giderek, Saint-Paul Roux ve Desnos dan bu yana şiir masumane bir oyun olmaktan çıktı. Ama, Collioure’da sürgünde ölen bir başka büyük İspanyol ozanı Antonio Machado’nun dediği gibi, eğer “Granadasında” Frankocuların Garcia Lorca’yı öldürüşü ve bu öldürme, ölüler listesini uzatamadıkları için teselli bulamayan faşistlerin suç zincirine başlangıç olduysa bu, işe girişen zekânın da şerefi oldu. İşe girişen, Nâzım Hikmet’in cezaya çarptırılan acılarıydı da. Ve gelişmenin büyüyen güçlerinin ışığında, bu şerefi kurtarmayı başarmış olan dünya bilinici için bu öyle pek entipüften bir utku değildir.
Ilja Ehrenburg
Nazım Hikmet’in dedesi paşa ve vali idi. Torun ise daha genç yaşta komünist oldu ve sonuna dek de öyle kaldı. Yirminci Parti Kongresi’nden sonra, bazıları şaşkınlığa ve hatta kuşkulara kapıldıkları zaman o şöyle demişti: “Şimdi herkesin yüreği biraz hafifledi, sanıyorum.” Bir Paris yolculuğundan geri döndüğü zaman da şunları anlatmıştı: “Tuhaf insanlar var. Suskunluk zamanlarında inançlıydılar; şimdi ise, gerçek söylendiği zaman, sallantıda kaldılar. Komünizm bir tutku, bir yaşamdır. Böyleleri için ise, dakikalarca süren bir sohbet ya da alışılmış bir hizmettir.”
Nazım’ın inanmış bir komünist ve büyük bir ozan olduğunu hepimiz biliyoruz. kendisi ile karşılaşanlar, onun son derece iyi yürekli bir insan olduğunu da bilirler. Bir kez ona, Eluard’ın Oradour Olayı’nı duyduktan sonraki ilk anlarda, Hitlercilerin gerçekten çocukları bir okula doldurup orada yakmış olduklarına inanamadığını, anlattım. Bunun üzerine Nazım şöyle dedi: “Onu anlıyorum. Bizde, Türkiye de de vahşi insanlar vardır; sık sık korkunç katliamlar olur. Fakat birisi çıkıp da, çocukların da birlikte katledildiklerini anlattığı zaman, bunun belki de bir masal ya da en azından bir abartma olduğuna inandım her zaman.”
Roma da onun eserlerinden iki cilde gözatmıştım. Bunlardan birini Guttuso, ötekini de Nazım’ın arkadaşı Paris’te yaşayan Ilja Ehrenburg Türk ressamı Abidin resimlendirmişti. Abidinle buluştuğumu söyledim ona; Nazım’ın gözleri parladı. Kendi şiirlerinden söz etmeyi bir yana bıraktı, sadece dostundan sözetmek istiyordu. Onun çeşitli ülkelerden sayısız dostu vardı: Pablo Neruda, Aragon, Nezval, Bronevski, Carlo Levi, Amado; saymakla bitmez hepsi. Bir kez bana, Eluard üzerine şunları söylemişti: “İlginçtir, onun şiirlerinden bir kaçını okuduğum zaman, diyorum ki, aynı konuda ve tam da bu biçimde yazmayı bende istemiştim gibi geliyor.”
Şaşılacak bir şeydir ki, Hikmet’in ustasının Mayakovski olduğu gibi bir görüş yaygnlaşmıştır. Onun için Mayakovski’nin insana özgü, yürekli bir eylem örneği olduğunu, şiirde ise kendisinin başka bir yol izlemekte olduğunu, Hikmet kendisi sık sık söylerdi. Kafiyeyi bir yana bırakmıştı ve, aralarında her ne kadar yakınlık varsa da, şiir sanatını müziktn oldukça ayrıldığını, sestn önc uyumun şiir için gerekle olduğunu, söylerdi. Halk türkülerini, deyim doğruysa, genişletme çabası, ona çok sade ve açık, kendine özgü bir biçim buldurmuştu. Kendi şiirlerini Türkçe olarak okurken dinledim onu, şiirlerinin Fransızca veRusça çevirilerini okudum. Bir ozanı tam olarak değerlendirmek için bunlar azdır elbette, ancak bana öyle geliyor ki, kendisini de inandığı gibi, Hikmet öncelikle Eluard’a yakındır.
Yirmi yıllarını sanatına karşı duyduğu sevgi, onun özyapısı ve estetiği ile yakından ilgilidir. O, şiirinde, her türlü edebiyat okuluna bağlı olmaktan kendini kurtarmıştı. Buna karşılık, onun tiyatro eserlerinde biraz eski tiyatronun izlerivardır; bu eserlere artık ölmüş olan bir tiyatronun sanat unsurlarından yararlanır. O, resmi çok severdi ve bu sanatın, iç dünyayı yansıtıcı bir sanat olması bakımından, en güç sanat dallarından biri olduğunu, “Cezanne’ın elmalarının tadı” bilmecesini çözmenini kolay olmadığını söylerdi. Bunu başarmak için, zengin bir resim kültürüne sahip olmak gerekliydi, ona göre. Yirmi yıllarının başkaldırıcılarından olan o, elli yılarında, fırçayı akademik kullanma biçimine sırt çevirme eğilimi gösteren her Sovyet resimcisini bütün gücüyle savunma eğilimi taşırdı.
Roma’da karşılaştık onunla; onun şiirlerini okuyacağı bir akşama gitmiştim. Sanattan kolay anlaşılırlık beklemenin yersiz olduğunu anlattı uzun uzun. Kimi zaman onunu şiirlerini herkesin anlayabileceğini, bunlardan birinin ötekilerden üstün sayılmasına her zaman karşı çıkacağını anlattı. “Bütün güllerin bakımı, bir gülyağı fabrikasınını müdürüne bırakılamaz. Her yıl yeni gül çeşitleri yetiştirilir; yalnızca gülyağı çikarmak değildir amaç; güllerin rengi ve kokusu da olduğunu unutmamak gerek. Bazıları için ise, gül demek, büyük bir bütçede küçük bir rakam demektir.” Bunları anlatırken, birden bir çiçekçinin önünde durdu ve: “Şu güllere bakın bir kez” dedi.
Umutsuzluğun bir mahkumu nasıl kolaylıkla pençesine alabileceğini bilirim. Oysa Nazım Hikmet, zindan parmaklıkları arkasında on üç yılını umutla başbaşa geçirdi. “İnsan Manzaraları “nı hapiste yazdı; Türk halkının yazgı tarihi, Türkiye’de ki yöneticileri korkutmuş, ve hâlâ da korkutmakta olan, insancıl dizelerdi bunlar. Nazım iki kez açlık grevine yattı. Zincirler altında bile, insan onuru için savaşımını sürdürüyordu.
Dış görünüşü bakımından, Bir Türk’ten çok kuzeyli bir insana benzerdi; uzun boylu, yapılıydı; açık renk saçları, mavi gözleri vardı. Her yerde özgür his- sederdi kendini: Moskova’da ve Roma’da, Varşova’da olduğu kadar Paris’te de . Ancak, Türkiye’ye hasretti her zaman. Evindeki divanı Türk kumaşı ile kaplamıştı.Bir kez “Baku” lokantasına gittik birlikte: “Buranın yemekleri biraz bizimkine benziyor” dedi. Dünya Barış Konseyi’nin bir toplantısında bir Türk’le karşılaşsa, ondan koparmak mümkün olmazdı onu. Bir kez bana şöyle demişti: “Şiirlerimin İzlandaca çevirisini gönderdiler bana. Hayret!… Ve Türkiye’de basmıyorlar. Ve bassalar bile, kendileri için yazdıklarımın çoğu yine de okuyamayacaklar bunları; çünkü okuma yazma bilmiyorlar”.”Vasiyet” adlı şiirinde şöyle diyor:
“Yoldaşlar, nasib olmazsa görmek o günü,
ölürsem kurtuluştan önce yani,
alıp götürün
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni.
Hasan beyin vurdurduğu
ırgat Osman yatsın bir yanımda
…
ve de uyarına gelirse,
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani”
1952 yılında, tedirginlik içinde, hepimiz birbirimize soruyorduk: “Nazım’ın sağlığı nasıl? ” Kendisi daha sonra şöyle yazdı:”Paramparça bir yürekle, dört ay sırtüstü yatıp ölümü bekledim.” Ağır bir infarktüs geçirmişti. Kurtarmışlarıd onu, ancak o zamandan beri ölümle kapıkomşu yaşadı. Daça’da benim yanımdayken, neşeli neşeli bir şeyler anlatıyordu. Birden yüzünü iri kar taneleri kapladı. Şiirlerinde sık sık ölüm düşüncesine dönerdi:
“Yağmurun altında yürüyordu bahar incecik yeşil ayaklarıyla
Moskova asfaltında
lâstiğe motora kumaşa deriye taşa sıkışıktı
kardiogıramım çok bozuk çıktı bu sabah”
“Bizim avludan mı kalkacak cenazem?
Nasıl indireceksiniz beni üçüncü kattan?
Asansöre sığmaz tabut,
merdivenlerse daracık.”
“Bir yandan şiir döktür birbirinden aydınlık
bir yandan yanındaki ölümle sohbet eyle.”
Altmışıncı doğum gününü kutlamak üzere yazarlar için bir akşam düzenlenmişti, Yazarlar Evi’nde; ve okuyucular için de, Politeknik Müzesi’nde ikinci bir akşam düzenlenmişti. Bu ikinci akşamı ben yönetiyordum.Salon tıka basa doluydu, her yanda insanlar, geçitlere, yerlere oturmuşlardı. Bütün gözlerde Nazım’a duyulan sevgi parıldıyordu. Yavaşça sordum ona:”Yorgun musun?” Suçluymuş bilinci içinde cevap verdi: “Biraz…Fakat çok mutluyum.”
Yaşamı, kavgayı ve çocukları, şiiri ve kuşları, tutkuyla severdi.Ölümünden kısa bir süre önce şöyle yazıyordu:
“Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne
allı pullubir balon gibi verelim oynasınlar”
Sevinçliydi, seviyordu, çok ıraklardaki Tanganika’ya uçmuştu, orada şiirler halinde mektuplar yazdı, kara Afrika üzerine, yıldızlar üzerine, savaş üzerine, sevgisi üzerine.
1962 yılında sevgilisine şiirler yazdı:
“ölüm düşüncesinden soyundum
giyindim Haziran yapraklarıı bulvarların”
Tam bir yıl sonra öldü: İlkyazın bir erken sabahında. Uyanmış, gazeteleri almak için sofaya geçmişti ve geri dönmedi. Oraya oturmuş ve ölmüştü.
İşte tabutun içinde yatıyor, iyi yürekli ve güzel. Yaşlı bir kadın içini çekerek yanındaki küçük kıza: “Kalptenmiş” diyor. Gençliğimde infarktüse böyle derlerdi. Bizler ise tabutun başında duruyorduk ve şu küçük, korkunç duyguyu duydukça hepimizin yüreği duracak gibi oluyordu: Nazım artık yok.
Angel Miguel Asturias
Büyük Türk şairi Nazım Hikmet’in kişiliği Latin Amerika’da büyük bir heyecan yaratmıştır. Onun Türkiye’nin kurtuluşu için savaşımı, bizim şair ve yazarlarımızın Latin Amerika’nın kurtuluş için verdikleri savaşımla aynıydı. Çok değişik, birbirinden çok uzak dillerde, NazımHikmet ve bizim yazınımız aynı insanca özlemde ve şiiri gerçek sorunlarından kaçma aracı olarakgörmeyi reddetmede birleşiyordu.
Bu anma gününde, Latin Amerika’nın bulunmaması olmazdı. Benim sesim ve büyük Türk şairine hayranlıkla katılışım onun imgesini, hem insanı hem de halkları esirleştiren kör güçlere karşı bitmeyen, yorulmak bilmez kavgada Nazım’ın taşımış olduğu ve taşıdığı anlamı yerine oturtmaya yarayacak.
Pek çok kez, İspanyolca konuşulan bir ülkede, Nazım Hikmet’in tutsak edilmesine karşı imzalar toplandı. Pek çok Angel Miguel Asturias protestolar, imzalar… Onu yalnızca kavga, protesto şiirleriyletanıyorduk ve bu bize yetiyordu. Dünyanın bir yerinde, sanki aramızdaymış gibi hep aynı barbarlarla, her zaman aynı barbarlarla çatışan, şiire tutkun bir insanın varlığı, bize yetiyordu.
Bütün bunları ona, Paris’te birlikte geçirdiğimiz sonyılbaşında sözle söylemek fırsatını buldum. Şiiri unutulmaz bir şiirse, uzun tutsaklık ve sürgünlük yıllarınınh iç bozamadığı şahsı da unutulmazdır; çünkü Nazım çıngırak sesleri gibi neşeliydi. Onu daha önce, Moskova’da barış konusuna uygulanmış Aritofan temi üstüne düzenlediği “Kadınların İsyanı” adlı tiyatro yapıtı sırasında tanımıştım.
Biçimden daha çok esasla ilgileniyor, şiirini azar azar kabuklarından sıyırıyordu. Sevdiği insanların; Türk halkı, tüm dünya halkının kendisine kulak vermesi için şiirini aydınlık ve içten konuşma’ya uyarlıyordu. Aslında böylece de evrenselleşiyordu.
Şairi savaşçıdan ayırmamız olanaksız. Şiiri, barış savaşçısının siperden seslenen sesi gibi söylenecek, haykırılacak, ezgilenecekti.
İşte Nazım Hikmet buydu.
Pablo Neruda
Güz Çiçeklerinden Nazım’a Çelenk
Niçin öldün Nazım?
Ne yaparız şimdi biz
şarkılarından yoksun?
Nerde buluruz başka bir pınar ki
orda bizi karşıladığın gülmüsem olsun?
Seninki gibi at eşle su karışık
acıyla sevinç dolu,
gerçeğe çağıran bakışı nerde bulalım?
Kardeşim,
öyle yeni duygular, düşünceler yarattın ki bende,
denizden esen acı rüzgâr
kapacak olsa bunları
bulut gibi, yaprak gibi sürüklenir
yaşarken seçtiğin
ve ölümden sonra sana barınak olan
oraya uzak toprağa düşerler.
Al sana bir demet Şili kasımpatlarından,
al güneş denizleri üstündeki ayın soğuk parlaklığını,
halkların savaşını, kendi döğüşümü
ve yurdumun kederli davullarınnı boğuk gürlütüsün
kardeşim benim, dünyada nasıl yalnızım sensiz,
çiçek açmış kiraz ağacının altınına benzeyen
yüzüne hasret,
benim için ekmek olan, sussuzluğumu gideren, kanıma
güç veren dostluğundan yoksun.
Hapisten çıkıtğında karşılaşmıştık seninle,
zorbalık ve acı k uyusu gibi loş hapisten,
zulmün izlerini görmüştüm ellerinde,
kinin oklarını aramıştım gözlerinde,
ama parlak bir yüreğin vardı,
yara ve ışık dolu bir yürek.
Ne yapayım ben şimdi?
Tasarlanabilir mi dünya
her yana ektiğin çiçekler olmadan?
Nasıl yaşamalı seni örnek almadan,
senin halk zekânı, ozanlık gücünü duymadan?
Böyle olgun için teşekkürler,
teşekkürler türkülerinle yaktığın ateş için.
Pablo Neruda
Nâzım Hikmet Ran – Kimler ne dedi? (YKY)
Nâzım Hikmet Ran – 20 Kasım 1901, Selanik / 3 Haziran 1963, Moskova