Fütuhât-ı Mekkiyye; sufi, düşünür Muhyiddîn İbn-i Arâbî’nin baş yapıtıdır. Türkçe’ye de çevrilen eserin tamamı 30 cilt kadar olacağı belirtilmiştir.[1]
Fütuhât-ı Mekkiyye, “Sifr” adı verilen 37 kitap ve 560 bâbdan müteşekkildir. Birinci fasılda maariften (73 bölüm), ikinci fasılda ıstılahlardan (74-189.bölümler), üçüncü fasılda sâlikin ahvâlinden (80 bölüm), dördüncü fasılda çeşitli tasavvûfî temâlardan (270-383.bölümler), dördüncü fasılda zillet ve fark ile ulaşılabilecek hallerden (386-461.bölümler), altıncı fasılda makamlardan (462-558.bölümler) bahsetmektedir. 559.bölüm, kitabın özeti; 560. bölüm ise sonsöz mahiyetindedir. Osman Yahyâ tarafından Mısır’da neşri devam etmektedir.
Bu muhteşem eser otuz bir senede tamamlanmıştır. Eser, mânevî oğlu Sadreddin Konyevî’ye ulaşmış ve 20. yüzyıl başlarına kadar Konya’da Zaviye kütüphanesinde korunmuştur. Bu nüsha, bugün İstanbul’da Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nde bulunmaktadır.
İbn Arâbî, kendisini Fütuhât’ı yazmaya iten sebebi eserin giriş kısmında anlatır. Buna göre, Kudüs’ü ve Medine’yi ziyaret eden Arâbî, bundan sonra ilk defa Mekke’ye varıp Kâbe’yi ziyaret ettiği sırada kendisine gelen feyizleri ve ilhamları (Fütuhât) Tunus’taki dostu Ebu Muhammed Abdülaziz ile Abdullah Bedr el-Habeşî’ye açma ve anlatma arzusu duyar.
Yine anlatıldığı kadarıyla İbn Arâbî, Hz. Peygamber’i, öbür peygamberleri, melekleri, evliyâları ve âlimleri bir gece rüyada görür. Kendisine beyaz bir cübbe (Hil’at) giydiren Hz. Peygamber, minbere çıkıp bir hutbe okumasını ister. Verilen görevi yerine getiren İbn Arabî: “Ruhu’l-Kuds’ten gelen bir vahiy olan o hutbe fütuhâtın önsözüdür” der: [3]
Fütuhât-ı Mekkiyye Önsözü
Bismillâhirrahmânirrahîm
Yüce Allah’a Hamd ve Senâlar olsun. O, gözle görülebilen, her şeyi yokluktan var etti. Bu yaratılanların oluş sırrını incelememize imkan verdi. Şimdi burada bizlere verdiği sıddık vasfı ile vâr ettiği bu şeylere bir göz atalım.
Allah-ü Zülcelâl, göründü ve gösterdi. Lakin bu sırrı sonradan gizledi ve örttü. Kuldaki göz ve görüş, ilk olarak onun isim ve yüceliğini ispat etti. Çünkü bu müşahede ve görüş, O’nun yüce mevcûdiyetinin kât-i bir sübût delilidir. Yani Birinci adın subutiyetidir. İkinci ad ile, bizlere yokluğun ve mahviyetin, tahdir müşahedesinin subutuna imkân verdi. Çünkü bundan evvel var oluşunu bizlere ispatlamıştır. Şayet asrımız ve asrımızdakiler olmasaydı, yani alim ve cahiller olmasaydı; hiç kimse, bu yüceliğin ne birinci ve ne de ikinci adını bilip ve öğrenemezlerdi. Ne Batın ve ne de zâhir bulunabilirdi ve ne de Hak Teâlâ’nın “Esmâül Hüsnâ”, yani güzel adlarını ve ne de yüceliğe giden yolu göremezler ve bulamazlardı.
Şu var ki bu yol, menzillerde yani konaklarda bir tebâyün görülür. Bu hususa Hülûl [4] edildiğinde her şey zahir olur ve görülür. Mesela: Abdülhalim – Abdülkerim olamaz. Anlamda da eşitlik yoktur. Mânâ bakımından sakin ve uysal bir kula, cömert eli açık bir kul diyebilir miyiz? Bunun tersi de böyledir. Ve yine Abdülgafur, Abdüşşekur olur mu? Tabiati ile olmaz; çünkü her şey, sıfatı ile müsemmadır.
O, herşeyi bilir ve öğretir. O, öyle bir yargıçtır ki, yargılar ve yargılatır. O, öyle bir kuvvet ve azemettir ki, kudretine, büyüklüğüne, erişilmesi imkânsızdır. O, öyle bir kâhirdir ki kahreder ve kahrettirir. O, öyle bir Bâkidir ki, ezelden var olan, sonsuzluğu olmayan bir varlıktır. O, her menzil ve durakta temiz ve paktır. Fakat bir kulun karar kılacak bir menzilde O’nu tenzihe hakkı yoktur. Çünkü Sübhânehî ve Teâlâyı o parlak Azametli mevkiinde kendisine benzetmiş olur ki, haddi zâtında onun benzeri olması gerek. Aksi halde o kulda yönler değişir; Zülcelâl’e nazar ettiğinde, o ilâhî mültefit bakışlar yok olup gider.
İzzet ve azametinin hicap perdesi, kendisinden gayrisine kapanmış olur. Bana hibe ettiği ilmi, bana bahşettiği güzel sıfat ve ilahi terbiye ve göstermeyi lütfettiği celâl çehresinden dolayı Yüce Allah’a hamd ve senalar olsun. O Allah ki zâtını bilme yolları kapalı ve kilitlidir. O, bir kula hitap ettiğinde, emrini duyurur ve işittirir. Şayet o kul, onun emir ve isteği ile hareket ederse; o kul, terbiyeli ve itaatlidir.
Allah-u Teâlâ, kendi nefsine itaati, kendi güzel hulki ile kendi nefsinde icrâ eder. Kendi azamet-i hakkâniyetine göre insâf hakkına sahiptir. Bunun aksi ise damları yıkılan hayâl kaşânelerinin çıkardığı hoş bir gürültüden başka bir şey olamaz. Bunlar öyle sırlar ki, ancak hidayet yolunda yürüyüp, doğruya erişenler bunu duyar ve bu gizliliği bilir. Allah’a sükürler olsun ki, bu yolda Mahviyetle, sabırla güçlükle araştırma ve incelemelerin neticesinde Allah’ın yüce ismi bana zâhir ve beyân oldu.
“Lâ havle velâ kuvvete illa billâh” mânâ-yı celîli ile O ulu varlığın sehâ ve kerametinin cömertliğinin hakikat ölçüsü zuhur etmiştir. Aksi halde Cennet’i amel mükafatı olarak kullarına verseydi, o ilâhî kerem ve cömertlik nasıl düşünülürdü? Kişiliğine göre ilim, sana ondan bir bağıştır. Bu yöne göre nefsin, yani kişiliğin utangaç ve gizlidir. Eğer sana ait olmayan bir cezâ veya mükafâtı istemiş olsan, kendi esas gâyeni veya amelini nasıl görürsün? Öyle ise Hâliki ve seninle halk ettiği şeyleri bırak, rızıklarla rızıkların sahibini Unut?… Bıkmadan, usanmadan kuluna hibe ve ihsanda bulunan, ata ve kerem vasfı ile herkese sonsuz bol bol veren, ancak O’dur. İzzet ve saltanâtının celâli, kendindendir.Kullarının her yaptığını bilen ve onlara karşı daima iyi olan, güzellik sıfatının sahibi ancak O’dur. O, duyar ve görür. Hiç bir benzeri yoktur. Kainatın gizliliklerine ve inceliklerine, âlemin istek ve arzularına, elleri Allah’a doğru uzanan, vechesi Rabbine doğru yönelen, ve yedi yolu aşan kalbi mükaşefe ve gaybet anında huzur-u sübhâniyesine kabul eden Yüce Bârî’ye salât ve selamlar olsun.[5]
Fütuhat-ı Mekkiye’nin yazılışı da çok enteresandır. İbn Arâbî Kudüs’ü ziyaretinden sonra Mekke’ye geldiğinde, Kâbe-i Şerîf’in karşısında murakabede iken birden Hâcerül Esved’in içerisinden genç adam suretinde bir motifin çıkarak kendisine geldiğini söyler. Genç adam, İbn Arabi’ye der ki; “Muhyiddîn, kalk benimle beraber tavaf et'” ve İbn Arâbî kalkar. O genç adamı izlemek suretiyle ilk şaftını yaparlar. Yedinci şaft tamamlandığında; genç adam, İbn Arâbî’ye dönerek, “Sana Mekke fetihleri yüklendi, bildirildi. Şimdi sen, ehline artık bu bilgileri aktarabilirsin.” der. İşte tâbiri câizse Fütuhât-ı Mekkiye’yi içindeki bu mânevî bilgilere orada “hamile kalan” İbn Arâbî, daha sonraki 23 yıl boyunca o kendisine yüklenen bilgileri peyderpey satırlara dökecektir. En son hayatını geçirdiği Şam’da bu kitabı bir kere daha gözden geçirir ve yeniden 37 defter tutan kitabını kendi elleriyle yazar. İşte Konya nüshâsı denilen Futuhat-ı Mekkiye, 1930’lu yıllara kadar Konya’da Sadrettin Konyevî’nin câmisinde bir sanduka içerisinde muhafaza edilir.[6]
Yine rivâyet edilir ki, bu sırada İbn Arabî, iç dünyasında açılan ilahî bilgilerin katıksızlığına halel gelmemesi için Allah’a, oruca başlama sözü vermiş ve üç ay boyunca hiç bir şey yiyip içmemiştir. “Fütuhât-ı Mekkiyye” adlı eserini yazmaya başlamıştır. Bu üç ay süresince Kâbe’yi tavaf ederken, Zemzem, duyulacak şekilde, kendisinden su içmesini isterdi. Ne var ki kendisine ulaşan bu yakınlığın zirveye ulaştığı noktada, onu dinlemenin bu hâli sona erdirecek bir perde olacağı için, Zemzem’e susmasını söylemiş. Yine bir rivayete göre Fütuhât-ı Mekkiyye’yi tamamladığı vakit, sayfalar halinde onu Kâbe’nin damına koymuş. “Eğer bu kitapta benden bir kelime varsa, bu sahifeler kaybolsun.” demiştir.[3]
Esrarla dolu Fütuhât-ı Mekkiyye, bir ilim kaynağıdır. 20 x 26 kıt’asında 4,5 cm kalınlığında ve 8 ciltlik el yazısı asl mevcut olduğu bildirilmektedir. Batılılar tarafından tercüme edilmiş olmakla beraber Kâmûs-el-a’lâm adlı kitapta İbn Arâbî’nin beş yüzdenden fazla eseri olup hepsinin Londra’da Mançster kütüphanesinde mevcut olduğu kaydedilmiştir.
Muhyiddîn-i Arâbî’nin bu eseri ve “Füsusel Hikem”, “Tenzilatul Mislî” ve keşfiyâta dâir diğer eserleri, rivâyet ilmi olmayıp şûhûdî ilmidir. Bu ve bu kabil kitapları yazarken, yazmadan evvel tahammülsüz bir ateş içinde kalır ve nihayet kitabı-eseri yazar o ateş geçer oldu. Büyük ciltler halinde olan eserler, Fütuhât, Füsûs, Mevâkibül Ucum, Muhaderât risâleler halinde olduğu görülmektedir.[7]
Fütûhât-ı Mekkiyye’nin bâzı meseleleri lafz ve mânâ bakımından mâlûm olup, emr-i ilâhîye ve şer’i Nebevî’ye uygun, bâzı meseleleri ise, zâhir ehlinin idrâkinden hafîdir (gizlidir). Bunu ancak ehl-i keşf ve bâtın (gönül ehilleri) bilirler. Meram olan mânâyı anlayamayan kimsenin, bu makamda susması gerekir. Zîrâ Allah-u teâlâ, Kurân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: Hakkında bilgi sâhibi olmadığın bir şeyin ardınca gitme, çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur. Allah-u teâlâ doğru yola götürendir. [8]
Fütuhât-ı Mekkiyye’nin 66. babında Hazreti Muhyiddîn Hazreti Adem, Yahya, Yusuf, İdris, Musa, İsa ve İbrahim Aleyhisselam’la görüşdüm, cümlesinden nakayık öğrendim. Bütün Nebiler tarafından ittifakla “Hoş geldin Ya Vârisi Muhammed diye karşılandım”demiştir. O zamanın kutbu idi, nitekim Füsusei Mikemin 265.inci babında be bütün enbiyanın ve kıyamete kadar gelecek bütün mü’minlerden âlem-i ulvî’de iman ettikleri şeyhleri gördüm demiştir. Bu görüş nûr-i nübüvvetten alman bir Nurla görüş demektir. Bu da ancak varisi Muhammediye haadır. “Varlık darlık en büyük hicaplardan dır. İnsanın bu hicapları geçmedikçe hakikata erişemez demektir. Onun için tasarruf ve nefha vardır. O nefha Nefha’yı Rahmandır. Peygamberde “Benden sonra nefhalar vardır, onlara yaklaşınız” Buyurmuştur. Bir şair buna binaen ” Sûri İsrafile (israfile benzer) evliyanın nefhası, bir nefesde nice yüzbin mürde diller can bulur”… Buyurması bu sırrı binaendir.[7]
“Senin Rabbin kendisinden başkasına ibadet etmemeni emretti.” (17/23) ayetini İbn Arabi şöyle tefsir eder:
“Şekilci alimler ayetteki “kada” kelimesini “emretti” şeklinde anlarlar. Biz ise ona keşif yoluyla “hükmetti” anlamını veririz. Doğru olan da budur. Çünkü insan Allah’tan başkasına tapamaz. Allah’tan başkasına tapanlar da itiraf ediyorlar ki bu putlara sırf kendilerini Allah’a yaklaştırsın diye tapmaktadırlar. Tüm putlara gerçek ilahı temsilen, ona niyabeten tapılır. Onların taptıkları herşey uluhiyyete nisbet ettikleri suretten ibarettir. İşte bunun içindir ki Allah onların da nzıklannı veriyor, ihtiyaçlarını karşılıyor. O suretlere ve putlara tevessül etmelerini de makbul karşılıyor. Onların cisimlere “ilah” demeleri ve cismi ilaha benzetmelerinden dolayı onları hataya düşürmüş olsa bile, netice itibarıyla o cisimler de vahdetin bir görüntüsü olduğundan makamda hataya düşmemiş olacaklardır.” [9][10]
Muhyiddîn-i Arâbî, Fütühatı Mekkiye isimli eserinde der ki; “Kıyamete kadar vuku bulacak (harpler dahil) bütün büyük olayları haber verirdim. Ancak, insanların kaderleri üzerinde olumsuz etki yapacağından açıklamıyorum. Sadece bir kaç tanesini açıklayalım.”
Birincisi; “Benim mezarımı Yavuz Sultan Selim bulacak.” Yolu düşen herkes, İstanbul’da Fatih Çarşamba’da, Yavuz Selim camiine uğrasın. Kutsal emanetlerin bulunduğu yere gitsin. Orada taş üzerine yazılmış şöyle bir yazı görünecektir.
“İza dehallesinu veşşin. Zehere kabru muhiddin.” Türkçesi; sin, şine girdiği zaman, Muhiddin’in mezarı ortaya çıkar (Bunun uzun hikayesi var. Şeriatçılar onun için ölüm fermanı çıkarınca mezarını gizledi). Burada şin ( ) Şam isminin baş harfidir. Yani, Yavuz Sultan Selim Şam’a girince demektir. Böylece kendisinden 277 yıl sonra (1517-1240=277) gelecek olan Yavuz Sultan Selim’in mezarını bulacağını haber veren Muhiddini Arabi (k.s.) geleceği Allah’ın izniyle biliyordu.
İkincisi; “Yavuz Sultan Selim 31 günde Mısır’ı alacak dedi.” Ne 30 oldu, ne de 32. Dediği gibi çıktı. Geleceği ancak Allah bilir. Onun bildirmesiyle de nebiler ve veliler de bilir. İşte Allah’ın yakınlarının üstünlüğü.
Üçüncüsü; “Osmanlı Devleti 600 seneden fazla yaşayacak ve yıkılacak.”
Dördüncüsü; Şam’da 7 yaşında çocukken babası ile giden Mevlânâ Celâleddin-i Veli’yi görünce şöyle dedi: “Deryaya bak deryaya, gölün peşinden gidiyor.” Burada Mevlânâ’nın istidâdından geleceğini görmüştü. Bunun ne büyük Hakk yakınlığı olduğunu anlayın. Kimliğini ve eserlerini bu açıdan değerlendirmek gerekir.
Bursalı İsmail Hakkı (k.s.) Kenzi Mahfi isimli eserin 83. Sayfasında şöyle der: “Hz. Ali’den sonra ekmel mezhair (Hakk’a mazharları bulunan) hatemülevliyadır. Yani Muhiddini Arabi (k.s.) ve ismi Muhammed bini Alidir (manası, Ali’nin oğlu Muhammed). Filhakika Ali’nin evladı maneviyesindendir. Ali, sureti Muhammed (yani Peygamberimizin sureti) olduğu gibi, Muhammed bini Ali dahi, sureti Ali ve belki sureti Muhammed’dir.” [11]
Muhyiddîn-i Arâbî, küçük denecek yaşta iken şiddetli bir hastalığa yakalanmış, hastalığın tesiriyle bayılmış ve kendisini ölü sanmışlar. Bu hastalığı “Futuhat-ı Mekkiye” isimli eserinde şöyle anlatır: Bu esnada çirkin suratlı kimselerin kendisine eziyet etmek istediklerini, buna karşılık güzel yüzlü ve kokulu bir şahsın kendisini kurtarmaya çalışıp, ötekileri dağıttığını görmüş, bu şahsa kim olduğunu sorunca, “Yâsin sûresi” cevabını almıştır. Kendisine gelince, babasının başı ucunda ağlayarak, Yâsin sîresini okumakta olduğunu görmüş. Bu ve buna benzer olaylar hayatı boyunca defalarca tekrarlanmış ve onun tasavvufi fikirlerinin esaslarından birini teşkil etmiştir. Herhangi bir şeye delalet eden isimler ona bir insan şahsı gibi görünmüş ve bu insan kendisine türlü konular hakkında bilgi vermiştir.[12]
Muhyiddîn-i Arâbî, Allah’ın (c.c) izniyle kainatta izin verilen yerlere kadar Tayy-ı Mekânla gezen kutuplardan biridir. Gezip gördüğü yerlerde geleceğin insanlarına Mars’ta olduğu gibi Selam ve benzeri izler bırakmıştır. Hatta gezdiği yerlerin tamamını “Hakikat Arzı” olarak nitelendirmiştir. Futuhat-ı Mekkiye adlı eserinin 1.cilt 8.bölümünde bu gezilerinden bahsetmiştir. [13]
Aşağıdaki koordinatlar, Google Earh’ın 5.1 sürümünde Mars’ın güney kutup bölgesinden alınmıştır.
GOOGLE MARS KOORDİNATLARI:
85’47 37 91 G 3 25 07 10 D
85’43.53.35 G 2 47.56.46.D
85’43 09.66 G 2 38.40.67 D
Bu yazı, Arapça “Es-Selam” olarak açık bir şekilde görülmektedir. Bu yazının yan bölümlerinde de yine hilâller bulunmaktadır. Muhyiddîn-i Arâbî, bakın eserinden bu durumu nasıl açıklıyor:
“İnsanoğlu bir gün gelecek uzayda seyahat edecektir. Merih’e uğradıklarında benim onlara bırakmış olduğum bazı iz ve işaretleri göreceklerdir.”
“Orada bembeyaz kafûrdan bir yere girdim içinde çeşitli mekânlar vardı. Birisi, ateşten daha sıcaktı. İnsan, onun içine girer ve o ateş, insanı yakmaz. Orada bazı mekanlar ılık bazı mekanlar soğuktu…” [14]
Kaynaklar ve Dipnotlar
[1] tr.wikipedia.org/wiki/Fütuhat-ı_Mekkiyye
[2] www.ibnularabi.com/ma103.pdf
[3] www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=3467
[4] İnceden inceye bir şeye nüfuz etmek.
[5] Muhyiddin-i Arâbî, “Fütuhât-ı Mekkiyye”, s.9-10.
[6] www.sadikyalsizucanlar.net/eskisite/turkce/yariyolkarsila/soylesi/merolkilicsoylesisi.htm
[7] www.muhammedziyaceran.com/CENABI HAZRETI MUHYIDDIN HAKKINDA.pdf
[8] www.sufism.20m.com/muhyiddin.htm
[9] İbn Arabi, Fütuhat, III/117.
[10] www.islam-tr.net/islam-tr-net-uyariyor/18777-sakicali-eserler-ve-zihniyetler-futuhat-i-mekkiye.html#post146335
[11] www.osmanoglu.com/ululemir.asp
[12] www.muhammedi.net/tr/dokuman/muhyiddin_arabi .pdf
[13] www.ravzayahasret.com/allah-cc/34425-mars-yuzeyindeki-quotes-selamquot-yazisi.html
[14] Futuhat-ı Mekkiye, 1.Cilt, Bölüm: 8.