Dün gösterime giren ‘Melankoli, tartışmasız Lars Von Trier’nin son 10 yılda yaptığı en müthiş film
Avrupa Film Ödülü’nü de Amerikan Eleştirmenler Birliği’nin en iyi film ödülünü de Cannes Film Festivali’ndeki en iyi kadın oyuncu ödülünü de sonuna kadar hak eden ‘Melankoli’ bu hafta gösterime girdi. Lars Von Trier’nin bu filmi ‘dalgaları aşabilir mi’ emin değilim, ama tartışmasız son 10 yılda yaptığı en müthiş iş. En mutlu görünenleri bile saran derin bir kaygının zamanla huzur verici bir melankoliye dönüştüğü kaçırılmayacak bir film.
İnsanın yüreğinde gezinirken bir yandan da kendinden önceki pek çok başka sanatçıya da selam çakıyor ‘Melankoli’. Belki gücünü biraz da bundan alıyor. Trier, Alman romantizminden ve Visconti filmlerinden esinlendiğini anlatıyor. Filmin simgesi olan, Kirsten Dunst’un yeşillikler içindeki bir su birikintisinde bu hayattan kopup öylece uzandığı sahne ise, ünlü bir resimden alınma: John Everett Millais’in 1852’de yaptığı’Ophelia’. Hatta Kirsten Dunst’un canlandırdığı karakterin de adını Marquise de Sade’ın kitabı ‘Justine’den aldığı söyleniyor ki aslında ‘erdemin felaketlerine uğrayan’ bu talihsiz roman kahramanıyla filmin ne kadar alakası olduğu tartışılır. Belli ki kız kardeşlerin farklı kaderine dair bariz bir gönderme bu. Ama ‘Melankoli’de kâinat ve doğa hakkında epey büyük sözler ve sahneler üreten Lars Von Trier’nin, izleyicideki metafizik duyguları okşaması halinden Marquise de Sade ne kadar hoşlanırdı, bilinmez.
Film, Stanley Kubrick’in ‘2001 Uzay Macerası’ndaki gibi uzayı, gezegenlerin hareketini, tabiatı uzun uzun izlediğimiz görüntülerle bizi biraz da mecburen melankoliye sevk ediyor.
Trier, dogmavari bir dille çektiği Justine’in düğün sahnesinde ise belki de sinema tarihinde ‘o ana ait olmama’ halinin en güzel anlatımını yakalamış. Kendi düğününü mahveden Justine, tekinsizliği, tuhaf neşesi ve hüznüyle bencil egzantriklerden oluşan davetli topluluğunu da ait olduğu ruh haline çekiyor. Doğayla çevrelenmiş, huzur verici ve imrenilecek hayatlar yaşayan abla ve eniştenin direnişi de düğünle birlikte sona erdiğinde melankoli, hepsinin hayatında hak ettiği yeri alıyor.
Video art gibi
Dünya’ya hızla yaklaşan gezegen türümüzün üzerine titrediği düzenini, milyonlarca yılda kurulan doğal dengeyi tehdit etmeye başladığında demir abla Charlotte Gainsbourg (Claire) için de, durumu bir eğlenceye çevirmeye çalışan kocası Kiefer Sutherland (John) için de yapacak bir şey kalmaz. Yine de hayatın yitip gitmesine en güzel karşılığı, zaten ‘ruhuyla orada olmayan’ kadın, Justine verecek ve yokoluşu bir oyuna çevirebilecektir.
Finaldeki küçük bir çadırın altında büyük çarpışmayı bekleyen üç kişiden, birer video art işi olarak bienallerde gösterilmeye layık düş sahnelerine kadar sonsuz metaforlarla yüklü bir film ‘Melankoli’. Korkularımızı, kâbuslarımızı deşen, saplandığımız bataklıklardaki çırpınışları en güzel ve estetik görüntülerle anlatıp, kendi kıyametimize bizi hazırlayan bir film. Sadece Kirsten Dunst’un, gelinliğiyle sarmaşıklara rağmen koşup kaçmaya çalıştığı o sahne için bile izlenir.
Radikal – Cem Erciyes