“ölmek, ölmeye izin vermez…” / “yaşamaktan sınırsız bir zevk duyuyordum, öldüğümde de sınırsız bir doyum bulacağım.”
Blanchot yazı’ da kendisini tutmayı becermiş, yazı ile olan söyleşisini sonsuzlaştırmış ve yazı ile arasına düşüncesini koymuş etkileyici bir düşünürdür. Düşüncesinin özgünlüğüyle gene düşüncenin kaynağı olan “beni “yazının, tıpkı suyun, boğulma ve ölüm veren yanı gibi gördüğü zihninden kurtarmasını bilmiştir. Okuyucu olarak bizler, buna, onun tarafından gün (gece) yüzüne çıkarılmış “yazı tutulması” demekten kendimizi alamayız, Blanchot ‘un söyleşilerine şahit olduğumuz sayfalarında.
“Yazı gerçekliğine, ayraca alınmış bir etkinlik olarak yazına (zaman zaman, sınırları genişleterek ‘ars’a, sanatsal uzama) yönelik bakışıyla, Blanchot’yu post-metafizik bir yazı düşünürü saymak abartılı bir yorum olmaz, sanıyorum. Metafizik geleneği Nietzsche’nin içinden aşma çabasındaki Heidegger’le komşuluğunun belirgin kanıtlarından biridir bu. (Önce Heidegger’in, ardından da Paul de Man’ın etrafında açılan mahkemesiz ‘dava’lardan biri, kimi gençlik yazıları nedeniyle Blanchot’ya da yöneltilmiştir). Yazının ve yazarın varlıksal koşulu, Söz’ün Yazı’ya uzanan Yol’u Blanchot’nun yapıtında sık sık vazgeçilmez duraklar halinde işin içine girerler. Kimdir yazar?
Yazar başkalarının kendi yapıtıyla ilgilendiğini görüyor, ama onların bu yapıta karşı gösterdikleri ilgi, bu yapıtı yazarın iç evrenini tam dile getiren şey yapan ilgiden çok ayrı bir ilgidir, ve bu ayrı ilgi yapıtı değiştirmekte, onu, yazarın ilk yetkinliği artık tanıyamaz olduğu başka bir şey durumuna getirmektedir. Yazarın yapıtı artık ortadan kalkmakta, başkalarının yapıtı olmaktadır o, içinde başkalarının bulunduğu ama artık yazarın bulunmadığı bir yapıt olmaktadır, değerini başka betiklerden alan, onlara benzemediği ölçüde özgün olan, onların bir yansıması olduğu için anlaşılabilen bir betik. Yazar bu yeni aşamayı ihmal edemez öyleyse. Yukarıda da gördüğümüz gibi ancak yapıtında var olmaktadır yazar, ama yapıtın var olması, ancak genel, yabancı, gerçeklerin çarpışmasıyla kurulup bozulan bir gerçeklik durumuna gelebilmesine bağlıdır. O zaman yazar yapıtının içinde bulunur, ama bu kez de yapıtın kendisi yitip gider. Deneyimin bu noktası özellikle sonuldur (critique). Bu noktayı aşmak için, işin içine birtakım yorumlar girer. Örneğin, yazar, dış yaşamdan elverdiğince uzak tutarak, yazılmış olan şeyin yetkinliğini korumaya çalışır. Yapıt, yazarın yapmış olduğu şeydir, yoksa, dünya piyasacınca satın alınan, okunan, didiklenen, övülen ya da yerilen betik değildir.
Yazı tutulması sayesindedir ki yazı’ da yazı tarafından üçüncü kişi olarak konumlandırılmış yazar, tanık olduğu her şeyde, önüne arkasına dizilen bütün sözcüklerde ve onların gönderimlerinde, kendi karşıtlarında düşüncesini, ben’ i, görmüştür. Görebilmiştir çünkü düşüncenin görkemli kalkanını kullanmak, ona düşüncesizliği ve yazılamazlığı vermeyi öğretmiştir.
Varlık yazma eylemi içerisinde silinmektedir Blanchot için. Ne yazma , şimdiki zaman içerisinde (şimdi’de) başarıya ulaşır; ne de varlık kendini takdim edebilir, aynı zaman içinde. Üstüne üstlük dolambaçlı yollara, sapan bu tür söylemlere rağmen yazar ölmelidir, bu eylemler içinde kaybederek varlığını…
Blanchot, yazının içinde öngördüğü farklı önermeler ve sorguları, kaleminin bir tarzı olarak yaşadığı için, bizlere bir yazın düşünürü olarak ulaşmıştır. Yazma eylemine duyduğu bu saplantılı bağlılık, yazılarının kaynağı olan düşünce dünyasına bir devinim ve hareketlilik kazandıran ve böylece onu sınırsız bir tatmine ulaştıran denenmemiş tekinsiz bir afrodizyak gibidir.
“Dile gelme ihtiyacı duymamış bir yemin. Yazan kişinin sanki derinliklere gömüldüğü bir vurgun. “Orada bakın, bakir tuvalin en dip köşesinde, bir vurgunun kalıntıları.”
Bütün bunlar gerçek diyebiliyorum (ne yazıktır). Yazar yıllar boyu yazmaz oldu. Ve böylesi bir kesintinin kaçınılmazlığını daha bir vurgulamak istercesine, tüm vaktini diğer sanatlara ayırdı: resim, desen, bilmem… –belki müzik.
Çünkü o, “yazılamaz olanı yazar, böylece anlamsızlık, kesiklilik yazılamaz olana yazı içerisinde eşlik eder ve yazı’nın içerisinde istenen kesin anlam ve önermeler bütünü, sürekli olarak ertelenir.” Ancak yazının ertelenenini aynı şekilde kendisine geri döndürmesiyle anlaşılır ki, ertelenen asla yazar değil yazı’ dır.Böylece yazarı, dolambaçlı söylemleri ile beraber, ölümden kurtarmaktır gayesi.
Onun düşünce dünyasına göre, yazı yazarından, düşüncesinden adımı atmasını ve kendine karışmasını bekler, fakat adım sürekli olarak bölünür Blanchot’ da. Ve her adım yere doğru yaklaştıkça, aralık azaltılır düşünce tarafından, zaman/mekan daraltılsa da ilerleme devam eder yere doğru. Böylece yazı’ nın umudu da sürdürülmüş olur, yazarını izlerken. Yazar ise, ona bir o’ luk, üçüncü kişilik atfeder, bir yorum mekanizması olan yazı, talep ettiği adım ile takip ettiği adım arasında kalır. Yazının, yazarından beklediği ve böylece varlığı, kendisi içinde kaybetmeye çalışacağı oyunu için düşünceden gelecek adım hiç atılmadığı için de yazı’nın ideali olan yazarının ölümü bir türlü gerçekleşmez.
Öyleyse nerede başlar, nerede biter bir yapıt? Hangi anda var olur? Onu genel, kamusal kılmak neden? Yapıtta, katıksız “ben”in yüceliğini korumak gerekiyorsa, öyleyse onu dışa vurmak, herkesin malı olan sözcüklerle gerçekleştirmek neden? Boş bir nesne ve can veren bir yankıdan başka bir şey yaratmadan, neden kapalı ve gizli bir içtenliğe çekilip kapanmamak? Başka bir çözüm yolu da şu olabilir: Yazar kendi kendini yok etmeyi, ortadan kaldırmayı kabul eder; o zaman da o yapıtta tek önemli olan o yapıtı okuyan olur. Yapıtı yapan okuyucu olur; okumakla yapıtı yaratır okuyucu; yapıtın gerçek yazarı okuyucudur, yazılmış olan şeyin bilinci ve yaşayan özüdür o; bundan dolayı da tek bir amacı vardır: Bu okuyucu için yazmak ve onunla kaynaşmak. Umutsuz olan bir girişimdir bu da. Okuyucu kendisi için yazılmış bir yapıt istemez çünkü, içinde bilinmedik bir şey, ayı bir gerçek, kendisini değiştirebilecek başka bir ruh bulabileceği bir yapıt ister.
“Sessizlik’ten Sözü nasıl çekip çıkartır? Kişi-dışı bir söze, kendisinden taşan, kopup giden kişi ötesi bir yazıya nasıl davranır? Denilebilir ki, Blanchot, yorulmak nedir bilmez biçimde, bir metinden ötekine, bir kitaptan bir başka kitaba aynı soruların pençesinde kalmış, kalmak istemiştir. Yazar’ın boşluktan, sessizlikten Anlam’ı çekip çıkarma deneyimi: Rilke’de,Kafka’da, Beckett’te, Durasta, en çok da Mallarmé’de biçimlenen bir arı yalnızIık’tır deşifre etme çabasına girdiği.”
Bir topluluk için yazan yazar, aslında yazmıyordur: asıl yazan bu topluluktur, bundan dolayı da bu topluluk okuyucu olamaz artık. Okunmak üzere yazılmış yapıtların saçmalığı buradan geliyor işte; kimse okumuyor onları. Başkaları için yazmanın, başkalarının sesini duyurtmak, onları kendilerine buldurtmak için yazmanın tehlikesi buradadır işte. Başkaları, kendi seslerini değil, bir başkasının sesini, gerçek gibi doğru, derin, tedirgin edici bir ses duymak ister çünkü.
Blanchot yazılarında, ben hep oralarda bir yerdedir. Anlam ve bütünlük hepten elden bırakılmamıştır, adım yere değmediği sürece yazı teslim alamayacaktır düşünceyi ve gerçekten de hiç yere değmez adım. Yazı sonsuzu, son yazıyı beklemeye terk edilir. Ve söyleşi sonsuzdur Blanchot’ da. Düşünce, olumsuzluğu olan yazı’ da kendisini aşmış, yazı üzerinden kendisine geri dönmüştür. Alev suya karışmış, orada sönmemeyi becererek yeniden kendisine sıçramıştır.
Günün birinde, ne ıstırabın ne o zımni yeminin ne de daimi boşluğun alt edemediği yazma ihtiyacına nasıl yeniden gelip dayanmış olabilir? Bir daha yazmamak için, yazmayı sürdürmek gerektiğinin, sonuna kadar ya da sondan başlayarak sonsuzca yazmak gerektiğinin farkına varmıştır belki de. Kara varsa vardır aklar da; söz ve gürültü kesilmek üzere oluşursa gelir ancak sükûnet.
2003 yılında öldüğünde sessiz sedasız toprağa verilen Blanchot’un Ostinato’su.
Ostinato’dan konuşmak gerekir derim, Ostinato’nun sözü edilmelidir, ama yokluğunu hissederek saplantıya dönüştürdüğüm bir dilde, sözlerin yokluğunda.
Müzikal bir yazımdır Ostinato. Çeşitlemesiz bir tema, geri gelen ve gelmeyen kudurgan bir motif. Alan Berg, Schumann’da işitir onu, ben de işitiyorum, kafasında işlenemeden çınlayıp duran şu biricik nota gibi.
Genç Paul Valéry’nin, büyüsüne kapılıp bir tek kesinliğini saklı tutmaya andiçtiği Leonardo da Vinci’deki o “inatçı kesinlik” aynı zamanda.
Ama Louis-René des Forêts söz konusu olduğunda temel bir zorlukla karşı karşıya kalıyoruz. Çok büyük, sonsuz, çaresi bulunmaz bir felaket yaşamış olmalı.
Çöküş, mutlak yıkım. Neden sonra yoksun kalmıştı yazının bağışlarından. Bunun bir yemin olduğunu sanmıyorum: “bir daha yazmayacağım”.
Dile gelme ihtiyacı duymamış bir yemin. Yazan kişinin sanki derinliklere gömüldüğü bir vurgun. “Orada bakın, bakir tuvalin en dip köşesinde, bir vurgunun kalıntıları.” Bütün bunlar gerçek diyebiliyorum (ne yazıktır). Yazar yıllar boyu yazmaz oldu. Ve böylesi bir kesintinin kaçınılmazlığını daha bir vurgulamak istercesine, tüm vaktini diğer sanatlara ayırdı: resim, desen, bilmem… –belki müzik.
Günün birinde, ne ıstırabın ne o zımni yeminin ne de daimi boşluğun altedemediği yazma ihtiyacına nasıl yeniden gelip dayanmış olabilir? Bir daha yazmamak için, yazmayı sürdürmek gerektiğinin, sonuna kadar ya da sondan başlayarak sonsuzca yazmak gerektiğinin farkına varmıştır belki de. Kara varsa vardır aklar da; söz ve gürültü kesilmek üzere oluşursa gelir ancak sükûnet.
Ostinato metninin parçalı düzeninin, kesintili yapısının temelinde de bu var (ama tek neden bu değil). Anlatının belli bir seyri ya da zorunlu bir gerekçelendirme zincirini izlemediği yazılar kadar tehlikelisi yoktur, bunun tecrübeyle sabit olduğunu söyleyebilirim. Bir güzergâh varsa eğer, kör bir güzergâhtır bu. Hiçbir yere varılmaz. Uzak da olsa, hedef kolaylığı diye bir şey, yoktur. Ne özdeyişler, ne aforizmalar ne de sivri laflar, otomatik yazının gelişigüzelliğindense eser yok.
Bir otobiyografi mi? Geniş zamanda yazılmış (sürenin dışına çıkmış) ve uzak, şimdiden yansızlaşmış, hatta kişisiz bir üçüncü tekille gösterilen birini uzak bir “ben”in çağrışımını engelleyerek ortaya koyan metni görmezden gelmek olur bu. (Louis-René des Forêts’nin önceki metinleri daha çok birinci tekille yazılmıştı, ama Ostinato’nun özel bir konumu vardı zaten, bensiz ben, itirazı, belirsizliği, gerçek ve kurmaca arasındaki gelgiti işaret eden bir kip.)
Ostinato’nun geniş zamanının çeşitli özellikleri var: kimi vakit benzersiz bir bellek –trajik bir bellek– gün ışığına çıkarıyor hatıraları, henüz yaşanmamışlar gibi yeniden yaşanmalarını zorunlu kılıyor, bunların güncelliğine bir kez daha maruz kalmak gerekiyormuş gibi; kimi vakit de, amansız bilinç sonradan o büyüleyici cazibeyi hükümsüz kılmak için didinse de, hükümran güzelliğiyle uhrevi bir mesaj –kimi vakit de… hayır, burada bırakıyorum: her okur kendine özgü bir biçimde bu zenginliklerin izini sürecek, bunları kendisi arayıp bulacaktır.
Uzun bir suskunluğun ardından yazarı bir hüküm, hatta bir lânet gibi yakalayıveren şu konuşma, yazma zorunluluğuna dönüyorum, “Susmak mı, olanaksız, sonsuza dek o dipsiz derinliklere gömüp yitirdiğini zannettiği sesinin orada yeniden yükseldiğini duyduğunda bir nefret ve dehşet dalgasıyla sarsılmış olsa da, susmanın bir yolu yok artık. Hayır, bu sese karşı koyacak gücü çoktan yitirmiş; yok olmuş, boğulmuş belki, ama orada hâlâ, ısrarlı, dirayetli, onu bir aymazlık anında yakalayıverip yeni bir işkencenin kollarına atmak için hazır bekliyor sanki”.
Bu nedenle kendi adıma, yorumun yetersizliğine katlanamadığım ve bize ultima verba’yı işittirme gayretindeki bir söylemin, kesin kırılma saplantısının öğeleri arasındaki ana hattı yeniden kuramadığım için, susacağım.
Ostinato, acı güzellik, ey!
Kaynak: Yazınsal Uzam YKY -1993/ Enis Batur – Ak-Kara / M. Blanchot – Yazınsal Girişimin Karmaşıklığı /M. Blanchot