Malina – Ingeborg Bachmann

0

Bachmann’ın asık suratı suratı / Yıldırım Türker  (Radikal)

Bekçisi oldukları şu berbat bataklığa kendileri de fazla inanmıyor besbelli. Yoksa, başka bir dünyanın hissedilebileceği, insan olmanın bambaşka imkânlarının farkına varılabileceği günlerden böyle şiddetli korkarlar mıydı?

Ingeborg Bachmann 1963 yılında, barış içinde bir yaşamın “conditio sine qua non”u, yani olmazsa olmaz koşulunu belirtirken onların tanımını yapmıştı. O başbelalarının. ‘Günce’de şöyle yazmıştı: “Bu öfkeli sondacılar, herkese yönelik öldürücü tehdidin altındaki bu asık suratlı ruhsuzlar, ısrarla katı tutumlarından vazgeçmemekteler ve ayrım güdülmeksizin, sonuna kadar herkesin korkusuzca yaşayabilmesini, çalışabilmesini, karnını doyurabilmesini ve uyuyabilmesini ve, onlar için bu da olmazsa olmaz bir koşul niteliğini taşıdığı için, barışın sürdürülmesinden kaynaklanan güçlüklere gelişigüzel kısmi çözümler, duygusal çözümler, uzun vadeli tehlikeli ve kısa vadeli çırpıştırma çözümler bulunmamasını isteyebilmeliler.”

Bachmann’ın sözünü ettiği insanlar, o kendisinin de aralarında aynı suratsızlıkla dikildiği insanlar, bir türlü unutamayanlar. Onlar, savaşların zulümlerin sofrasından payını alan barışıklar tarafından hep sıkıcı bulunur. O “asık suratlı ruhsuz”ların barışık olmamasının, barışamamasının nedeni barışa olan sonsuz inançlarıdır. Barışın koşullarını hatırlatırlar durmadan. Savaş koşullarının sürdürülmesine karşı durmadan bağırır çağırır, gürültü ederler. Tutumlarının katılığı, ölümcül tehdidi her an hissetmelerinden kaynaklanır. “Bir gün gelecek”e inanan Bachmann gibi umutla ilişkileri son derece karmaşıktır. Tamamlayabildiği yegâne romanı ‘Malina’da anlatır: “Bir gün gelecek, insanların altın kırmızısı gözleri ve şaşırtıcı sesleri olacak; o gün insanların elleri yeniden sevme yeteneğini kazanacak ve insanlığın şiiri yeniden yaratılmış olacak…” Bir söyleşide “Bir gün gelecek” diye adlandırdığı şeye inanmadığı gün yazmanın imkânsız olacağını belirtir.

Bachmann, “geceyi hatırlamaya” “cüret eden”dir. Adorno’nun “Auschwitz’den sonra” şiir yazmayı imkânsız ilan etmesi Bachmann’ın saf dil peşinde yana yana benzersiz bir şiir serüveni yaratmasına engel olmaz. Almancanın en olağanüstü şairlerinden Yahudi Paul Celan gibi Holokost sonrasının şiirine çalışır. Ölümün, insanlığın kıyısından beline kadar sarkmış insanın, o yankılı uçurumun şiirini yazar. Geceyi unutmak mümkün değildir. O hiçbir romana benzemeyen ‘Malina’da aşkla tarttığı ölüm, dirimin kan kokan bütün konakları Bachmann’ın alameti farikasıdır. Onun yazısında insanı sarsan, bütün dünyanın sızısıyla koyu koyu kopkoyu dil, Heinrich Böll’ün de belirtmiş olduğu gibi bu olağanüstü şairin, ‘cesareti ve politik angajmanı’ndan kopuk düşünülemez.

Öfkeli sondacıların sıklıkla taşlandığı, fütursuzca hain, bozguncu, mutsuzluk tüccarı ilan edildiği bir dönemde yaşıyoruz. Toplumun barış ve huzurla arasına giren, sert ve katı tutumlarında ayak direyen, bu sözde aydın, rate, her daim mağlup ‘asık suratlı ruhsuzlar’dan yaka silkmek, kimilerinin bütün mesaisini alıyor. Etkisiz, halktan kopuk, kendi söyler içki masasındaki hempası dinler, meymenetsiz, başarıya aç ve kıskanç olduğu iddia edilen, bir avuç olduğu her fırsatta hatırlatılan bu insanların nasıl bu kadar büyük bir rahatsızlık verdiğini anlamak güç. Ama savaş ve zorbalık koşullarıyla barışık kimi uyanıklar bu tarife bir nokta daha ekler oldu nicedir. Sayıları, güçleri az ama etkileri çok’muş.

Bence o barış düşmanı barışıkların artık iyice anlamış ve hatta hazmetmiş oldukları bir gerçek var: Direncin en güçlüsü dil üretimidir.

Bambaşka bir dünyanın mümkün olduğunu hatırlatan herkese ve her şeye saldırmak elbette boyunlarının borcudur. Bekçisi oldukları şu berbat bataklığa kendileri de fazla inanmıyor besbelli. Yoksa, başka bir dünyanın hissedilebileceği, insan olmanın bambaşka imkânlarının farkına varılabileceği günlerden böyle şiddetli korkarlar mıydı?

Bachmann, daha 60’ların başında yazıyordu. Bir arada insan olarak kalabilmenin koşullarını: “Yani bulunduğumuz yerde, burada, özel bir yerde değil (çünkü özel bir yer hiçbir yerde yok), kalmak ve düşünmek için, savunulmayı gereksinmeyen bir yerde, ayrıcalıklarını birilerine zorla benimsetmenin gerekli olmadığı bir yerde, ama yine de bizi besleyebilecek, sevebileceğimiz, iyi hatlarla, varolan iyi hatlara öykünerek, yeni hatlar oluşturarak, bir çehre kazandırabileceğimiz bir yerde. Bu, her yerde olabildiği takdirde, o zaman artık hiçbir yerin çehresi ötekine itici gelmeyecek ve ürkütmeyecek. Ve o zaman çehreler rahatça Fransızca, İtalyanca, Almanca ve bunun gibi adlar taşıyabilecekler. Ve yüz hatları olarak yazılan, o zaman adı neyse rahatça o adı taşıyabilecek, ve herkesin mutlulukla kendi dili sayabileceği bir dilde yazılmış olabilecek.”

Yapı Kredi Sanat Galerisi’ndeki sergiyi kaçırdıysanız kitabı, ‘Savaşa Karşı Yazmak-Ingeborg Bachmann 1926-1973’ adıyla satışta. Kullanılan çeviriler, en zorlu yazarların çevirmen-arkeologu Ahmet Cemal’den.

Malina’dan : “Kimi zaman bana neden içinde herşeyin iyi olacağı ütopik bir ülkeyi, ütopya niteliğindeki bir dünyayı tasarımladığımı sordular. Yaşadığımız günl ük dünyanın iğrençliği göz önünde tutulduğunda, bu soruyuı yanıtlamak bir çelişkiye yol açabilir, çünkü bizler, günümüzde gerçekte hiçbirşeye sahip değiliz.İnsan,ancak maddi şeylerin ötesinde birşeylere sahipse zengindir.Ve ben bu materyalizme, bu tüketim toplumuna, bu kapitalizme, burada cereyan eden bu korkunçluğa,sırtımızdan yaşamaya hakları olmayan bu insanların zenginleşmesine inanmıyorum. Gerçekte inandığım birşey var, ve ben buna ‘bir gün gelecek’ diyorum. Ve özlemini çektiğim şey,bir gün gelecek.Evet belkide gelmeyecek,çünkü onu hep yıktılar,binlerce yıldır yıktılar. Gelmeyecek,ama yinede inanıyorum geleceğine. Çünkü eğer inanmazsam, artık yazamam.”(haziran 1973)

Ingeborg Bachmann Hakkında / Hikmet Temel Akarsu-Yavuz Angınbaş

Avusturyalı şair, oyun yazarı ve romancı Ingeborg Bachmann savaş sonrası Alman edebiyatının önemli isimlerinden biridir. Bachmann 60’lı yıllarda şiir yazmayı bıraktı ve düz yazı üzerine yoğunlaştı. Bu dönemde verdiği eserlerinde feminist temalar öne çıkmaya başladı. Bachmann içine kapanık fakat sosyal meselelerle ilgili bir yazardı. Ellili yıllardan başlayarak 1965’e kadar Roma’da yaşadı. Bachmann nükleer silahlara karşı kurulan bir komiteye üyeydi ve Vietnam Savaşı’na karşı bir deklarasyonda imzası vardı. Ayrıca şiir konusunda konuşmalar yapardı.

“Dairesi dikkatlice temizlenmişti ama solgun bir yaşlı kadın kokusu hissediliyordu. Leo Jordan’ı kaçıran buydu. Kaybedecek vakti olmaması ve 85 yaşındaki annesi ile ne konuşacağı hakkında bir fikri olmaması da etkili olmuştu. Bazen eğlenceli olurdu annesi. Evli bir kadınla ilişki yaşadığı sırada mesela. Bayan Jordan uyuyamamış, kadının kocasının tehlikeli ve kıskanç bir adam olduğu konusunda garip şeyler söylemişti. Leo Jordan çalıların arasında bekleyen bir kocası olmayan genç ve neşeli yetim Franziska ile evlenene kadar sakinleşmemişti Bayan Jordan. Franziska eğitimli bir aileden gelmiyordu ama en azından erkek kardeşi üniversiteye gitmişti.” (Barking)

Ingeborg Bachmann Carinthia’nın başkenti Klagenfurt’da doğdu. Babası öğretmen olan Bachmann 12 yaşında Nazilerin yaşadığı şehri işgaline tanık oldu ve bu döneme Jugend in einer Österreichischen Stadt (1961) isimli anı kitabında yer verdi. Bachmann Innsbruck, Graz ve Viyana üniversitelerinde felsefe ve hukuk eğitimi aldı. Viyana Üniversitesin’de 1950 yılında tamamladığı doktora tezi filozof Martin Heidegger üzerineydi. Linguistik ifadenin sınırlarına duyduğu ilgi onu Ludvig Wittgenstein hakkında araştırma yapmaya itti. Bachmann’ın bu konuda yayınlanmış bir makalesi bulunmaktadır.

Bachmann, 1951 ve 1953 yılları arasında Red/White/Red yayın grubu için radyo oyunları yazdı. İlk şiir kitabı Die gestundete Zeit (1953) ile Gruppe 47 ödülünü kazandı. Gruppe 47, yazarların kendi aralarındaki toplantılar sonucu oluşmuş bir topluluktu ve Günter Grass gibi birçok yeni ismin tanınmasında etkili olmuştu. 1952 yılında Bachmann eserlerini okumak üzere savaş sonrası Alman edebiyatının en önemli hareketi olan Gruppe 47’nin toplantısına davet edildi.

Bachmann 1953 yılında İtalya’ya yerleşti. Ayrıca Harvard Üniversitesi’nde konuk akademisyen olarak dersler verdi. 1954 ve 55 yıllarında Ruth Keller takma adıyla Westdeutschen Allgemeinen Zeitung’da köşe yazarlığı yaptı. 1958 yılında İsviçreli yazar Max Frisch ile tanıştı ve ilişkileri atmışlı yılların başına kadar sürdü. Atmış iki yılından itibaren Bachmann, Münih, Berlin, Zürih ve Roma arasında gidip geldi. Bu dönemde sosyal ve politik aktivitelerden uzaklaşıp daha içine kapanık bir yaşam sürdürdü.

“Gayrimeşru bir çocuğun babalık davasında bir kadın garson tanıklık yapıyordu. Sanırım kendini ifade etmekte sıkıntı çekiyordu ve öyle samimi, öyle açık sözler kullanıyorduki tarafsız, mesafeli ve dostça davranmak için kendimi zorlamam gerekti. Daha yabancısı olduğum ortamlara alışık değildim.” (The Thirtieth Year’da yeralan ‘A Step towards Gomorrah’, 1961)

33 yaşına geldiğinde Bachmann, Frankfurt Üniversitesi şiir bölümünün başına geldi. Burada şiir ve yazarın varoluş durumuyla ilgili dersler verdi. Atmışlı yılların ortasında Mısır ve Sudan’a gitti. 1964 yılında otobiyografik ögeler taşıyan eseri Das dreißigste Jahr ile Berlin Eleştirmenler ödülüne layık görüldü. Aynı yıl, Batı Berlin Sanat Akademisine üye oldu ve Almanya’nın en önemli edebiyat ödüllerinden biri olan Georg Büchner ödülünü kazandı. Dört sene sonra Avusturya Ulusal Madalyası’na layık görüldü. 1973 yılında Polonya’da bir kaç okumaya katılıp Auschwitz ve Birkenau toplama kamplarını ziyaret etti. Bachmann 17 Ekim 1973’de hayata gözlerini yumdu. Ölüm sebebi Roma’daki evinde çıkan yangındı. Yangının sebebi olarak sönmemiş bir sigara gösterilsede bu konu tam olarak açıklık kazanmamıştır. ‘Curriculum vitae’ şiirinde Bachmann şöyle diyordu “Gökyüzünü sürükleyip götürmek zorundalar mı? /İzin vermeyin toprağın beni almasına /sessizlik içinde yatmama izin verin/ sessizlik içinde, Gece için.”

Bachmann’ın şiiri klasik dönemin ve sürrealizmin etkisi altındaydı. Ayrıca eserlerinde Klopstock ve Rilke gibi edebiyatçıların da etkisi görülmektedir. Bachmann genelde aşkın imkansızlığı, suçluluk ve hassas umutları kıran düşüncesiz güçler üzerine yazmıştır. “Büyük Ayı aşağı gel, tüylü gecede, /eski gözlerliyle, yıldız gözleriyle bulut kaplı canavar. /Çalıların içinden ellerin geçiyor /pençelerin parıldıyor, /yıldız pençeleri.”( Anrufung des Großen Bären, 1956) Katı ve mesafeli bir üslupla yazdığı şiirleri genelde hüzünlü bir havaya sahiptir. Karanlık ve güçlü imgelerinin kaynağı acı dolu kişisel deneyimler, mitoloji, insan ilişkileri ve sosyal olaylardır. Gelecekle ilgili düşünceleri genelde karamsardır. “Daha beter günler geliyor /İnkar için seçilmiş zamanlar /Gökyüzünde bekliyor /Çok yakında ayakkabılarını bağlıyacaksın /Ve köpekleri bataklıklarına geri kovalıyacaksın”(Time Alloted) Düzyazılarında ise Bachmann daha çok sosyal konuları ele almıştır. Fakat üslubundaki lirik özellik ve derin düşünsel yapıyı korumuştur. Faşist tehditler ve ataerkil ailede kadına karşı düşmanlık eserlerinin ortak temasını oluşturmuştur.

“Sıcak tabağa suratımı değdirip kendimi yaralamamak için dikkat etmeliyim yoksa Malina polisi ve ambulansı arayıp bir kadının yanmasına izin verecek kadar dikkatsiz olduğunu itiraf etmek zorunda kalacak. Her gece yazılı şeyleri yoketmekten çok son ve gerçekten en son sigaramı içmek için kağıt yaktığım ocağın üstünden kalkıyorum. Yüzüm ateşden kıpkırmızı.” (Malina, 1971)

Bachmann bir dizi roman olarak düşündüğü Ways of Death projesini tamamlayamadan öldü. Tamamlanmamış romanları Franza Case ve Requiem for Fanny Goldmann ölümünden sonra yayınlandı. İlk romanı Malina(1971) feminist çevrelerde kadın subjektifliği üzerine tartışmalara neden oldu. Malina(1971) erkek alter egoya sahip olan bir kadının portresidir. Malina belki de kadının kişiliğinin bir uzantısıdır. Genç bir Macar olan Ivan’la olan ilişkisi giderek daha saplantılı bir hal alır. Anlatıcı rüyasında Nazi subayı kılığındaki babası tarafından gaz odasında öldürüldüğünü görür ve Ivan ile ilişkisi bozulmaya başlar. Sonunda Malina ile arasındaki ayrılık tamamen ortadan kalkar. “Malina’ya kararlılık ile bakıyorum fakat o kafasını kaldırmadan duruyor. Eğer birşey söylemez veya beni durdurmaya kalkmazsa bunun cinayet olacağını düşünerek ayağa kalkıyorum ve bunu artık söyleyemeyeceğim için uzaklaşıyorum. Bu artık çok korkutucu değil. Sadece bizim dağılmamız herhangi bir birleşmeden daha korkutucu. Ivan’da yaşadım ve Malina’da ölüyorum.” Eleştirmenlerin Malina’yı otobiyografik bir açıdan ele almalarına rağmen Bachmann bunu yalanlamış ve roman ile Max Frisch’le yaşadığı ilişki arasında bir bağ olmadığını söylemiştir.

Der Franza Fall(1979) kendi sadizminin ve Nazi ideolojisine duyduğu hayranlığın kurbanı olan Viyanalı bir psikiyatristin karısı olan Franziska hakkındadır. Hikayenin bir kısmı Franziska’nın kardeşi ile gittiği Sudan ve Mısır’da geçer. Bu gezide Franziska vahşi bir biçimde ölür ve Martin ülkesine geri döner. Bachmann bir röportajında kadın erkek ilişkilerinde faşizmin en önemli öge olduğunu söylemiştir. Bachmann Hans Werner Henze’nin Der Prinz von Homburg(1960) ve Der junge Lord(1965) operaları için librettolar yazmıştır. Bachmann ile bestekarın ilişkisi yazarın radyo oyunu The Cicadas(1954)’da Henze’nin bestelerinin kullanılması ile başlamıştır. Ayrıca Henze, Bachmann’ın bazı şiirlerini de bestelemiştir.

Malina, ya da Günlük Cinayetlerin Romanı  Ahmet Cemal

İlk kez 1971’de yayımlanmıştır Malina; çıkışının hemen ardından birkaç baskı yaptı, kısa zamanda çoksatar listelerine yerleşti. Bunu, kitabın normal bir satış çizgisine oturduğu, ama hiç ortadan yitip gitmediği yıllar izledi. 1980’den sonraki yıllar ise yeni bir gelişmeyi başlattı.

Bu gelişme günümüzde, Malina’nın, yüzyılımız Avrupa romanının en önemli ürünlerinden biri sayılmasıyla noktalanmış bulunuyor. Malina, bu yeni niteliğiyle artık salt Avusturya yazınının değil, dünya yazınının bir yapıtıdır. Tıpkı Ingeborg Bachmann’ın, salt Avusturyalı bir ozan ve yazar olma niteliğini çoktan geride bırakmış oluşu gibi.

Malina, çıkışından günümüze değin zaman zaman çok yoğunlaşan tartışmalara konu oldu. Bu tartışmalar çerçevesinde yapıtı göklere yükseltenlere olduğu kadar, onun roman olma niteliğini yadsıyanlara da rastlandı. Burada kanımca, her iki tutumun da Malina’nın hakkını verebilmekten uzak olduğunu belirtmek gerekir.

Ama burada biraz ara verelim ve yine Malina’ya dönmek üzere, biraz da yazara yaklaşalım.

“Belli bir an vardı çocukluğumda; o an, benim tüm çocukluğumu yıktı. Hitler’in birliklerinin Klagenfurt’a girişleri. Bu, o denli korkunç bir şeydi ki, anılarım o günle başladı; başka deyişle, erken gelen, o güçte olanını daha sonra çekmediğim bir acıyla…” Ingeborg Bachmann, 24 Aralık 1971 tarihinde kendisiyle yapılan bir konuşmada, çocukluğuna ilişkin olarak bunları söylüyor. Aynı konuşmada kendisine, Malina’da toplumu “en kanlı arena” diye nitelendirmiş olduğu anımsatıldığında, Bachmann’ın yanıtı şöyledir: “Evet, yoksa kuşku mu duyuyorsunuz bundan? Bu sözde uygar dünyada, görünüşte uygar davranan insanlar arasında, gerçekte sürekli bir savaşın egemenliğinden kuşku mu duyuyorsunuz? İnsanların birbirlerini ağır ağır öldürmekte olduklarına inanmıyor musunuz? Kimi zaman herkes açık ve seçik görebiliyor bu gerçeği, ama uzun zaman parçaları boyunca da insanlar yine belli bir dinginlik içersinde yaşayıp gidiyorlar, küçük yaralarıyla, yaralanmalarıyla birlikte, ve aslında yaşanabiliyor da bunlarla…”

Daha önce, 5 Mayıs 1971 tarihli bir konuşmada, Malina’dan söz ederken: “Kitabı yazdığım sıralarda, bugün yayımlananların pek azını okumuştum, ama içimde bir şeye karşı yazdığım duygusu vardı. Varlığını hep koruyan bir teröre karşı. Çünkü insanın gerçek ölümü, hastalıklardan değildir, insanın insana yaptıklarındandır.”

Olabileceğince canlı kılmak için kendi sözlerini alıntıladığımız Ingeborg Bachmann, 1926 yılında Avusturya’nın Klagenfurt kentinde dünyaya geldi. Felsefe öğrenimi yaptı. 1950’de Martin Heidegger üzerine bir doktora tezi verdi. 1959’da Frankfurt Üniversitesi’ne öğretim üyesi olarak çağrıldı. Ünlü kuramsal yapıtı Frankfurt Dersleri (Frankfurter Vorlesungen, 1960) bu çalışmaların ürünüdür. Ertelenmiş Zaman (Die gestundete Zeit, 1953) ve Büyük Ayı’ya Çağrı (Anrufung des grossen Bären, 1956) adlı şiir kitaplarıyla büyük yankılar uyandırdı. Öyküler, denemeler ve radyo oyunları kaleme aldı. Çalışmaları, Georg Büchner Ödülü, Grup 47 Ödülü, Bremen Kenti Yazın Ödülü, Berlin Eleştirmenler Ödülü, Avusturya Büyük Devlet Ödülü ve Anton Wildgans Ödülü gibi ödüllerle takdir gördü.

Ingeborg Bachmann, 1973’te, uzun yıllar yaşadığı Roma’daki evinde fazla miktarda uyku hapı aldıktan sonra yaktığı sigaranın yol açtığı yangında aldığı yaralar sonunda öldü.

Malina, yazarın “Ölüm Türleri” (Todesarten) ana başlığı altında yazmayı düşündüğü bir dizi romanın tamamlanabilmiş ilk ve tek bölümüdür. Malina konusunda da sözün çoğunu yazarına bırakmak, herhalde yerinde olacaktır:

“Gerek bu kitapta, gerekse sonraki kitaplarda savaş üzerine bir şeyler yazmak istemiyordum. Çünkü bunu yapmak çok basit, benim için aşırı basit olan bir şey. Savaş üzerine herkes bir şeyler yazabilir, ve savaş her zaman korkunçtur. Ama barış üzerine bir şeyler yazmak, yani bizim barış dediğimiz şey üzerine, çünkü bu, gerçekte savaştır… Gerçek savaş, her zaman adı barış olan savaşın patlamasıyla doğar…” (22 Mart 1971)

“Kitabım İtalya’da yayımlandığından bu yana, bana hep kitabımın ikinci bölümünü faşizmi göz önünde tutarak mı yazdığımı sordular. Ve ben de dedim ki, hayır, daha önce yazmıştım, faşizm nerede başlar sorusu üzerinde daha önce düşünmüştüm. Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar… ve ben anlatmak istedim ki, savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır…” (Haziran 1973)

Malina romanındaki “ütopya” üzerine: “Kimi zaman bana neden içinde her şeyin iyi olacağı ütopik bir ülkeyi, ütopya niteliğinde bir dünyayı tasarımladığımı sordular. Yaşadığımız günlük yaşamın iğrençliği göz önünde tutulduğunda, bu soruyu yanıtlamak bir çelişkiye yol açabilir, çünkü bizler, günümüzde gerçekte hiçbir şeye sahip değiliz. İnsan, ancak maddi şeylerin ötesinde bir şeylere sahipse zengindir. Ve ben bu materyalizme, bu tüketim toplumuna, bu kapitalizme, burada cereyan eden bu korkunçluğa, sırtımızdan yaşamaya hakları olmayan bu insanların zenginleşmesine inanmıyorum. Gerçekte inandığım bir şey var, ve ben buna ‘bir gün gelecek’ diyorum. Ve özlemini çektiğim şey, bir gün gelecek. Evet, belki de gelmeyecek, çünkü onu hep yıktılar, binlerce yıldır yıktılar. Gelmeyecek, ama ben yine de inanıyorum geleceğine. Çünkü eğer inanmazsam, artık yazamam.” (Haziran 1973)

Bachmann’ın Malina’sı, mutlak aşkın romanıdır. Başka deyişle, hiçbir zaman iki kişinin aynı zamanda paylaşamayacağı, salt cinselliğin çok ötesinde, ancak iç dünyaların yoğunluğunda yaşanabilen bir aşkın romanı. Dış görünüş bakımından, roman olaysızdır; çünkü her şey, “iç dünyanın alanlarında” olup biter. Bu aşk, son derece güç bir aşktır. Bachmann, bir defasında kendisine, “Her erkek ve her kadın âşık olabilir mi?” diye sorulduğunda, “Hayır,” yanıtını vermiştir, “olamaz, çünkü aşk, bir sanat yapıtıdır.” Malina, kimilerince çok bireysel diye nitelendirilmişti ilk çıktığında; aradan kısa bir süre geçtikten sonra bu yargının da, bireyselleşilmeden toplumsallaşılabileceğine ilişkin sapkın inancın ürünlerinden biri olduğu ortaya çıktı.

Bir konuşmada yazar, önemli ve önemsiz ya da büyük ve küçük konular ayrımlarını şöyle ele alıyor: “Çok sayıda yazarın yazmak zorunluluğunu duyduğu büyük olayları yazmak da, bunlardan yakınmak da çok kolaydır. Pakistan’da olanların, şurada, burada olanların korkunç olduğunu söylemek için büyük bir sanatın varlığı gerekmez. Yanı başımızda her gün nelerin olup bittiğini, günlük yaşamda insanların insanları nasıl öldürdüklerini söylemek; önce betimlenmesi gereken, budur; önce bu yapılmalıdır ki, büyük cinayetlere nasıl yol açıldığı anlaşılabilsin.” (7 Ekim 1972)

Malina, Bachmann’ın öykülerinin çoğunda dile getirmiş olduğu bir temel tutumun yeni bir yansımasıdır. Bachmann’a göre İkinci Dünya Savaşı’nı izlemiş olan “savaş sonrası” dönemi, belki ilkinden de korkunç olan bir savaşın yaşandığı dönemdir. Bu savaş artık cephelerde, dış dünyada değil, insanların iç dünyasındadır; en büyük hedef, insanları iç dünyalarında yıkmaktır. Bu yıkım ve cinayetler, artık tarihin belli dönemlerinde değil, günlük yaşamımızda yer alır. Bachmann’a göre insanın insanı manevi açıdan, sevgisizliklerle, türlü yaralamalarla öldürüşü, gerçek cinayetleri oluşturur; boyutları daha geniş olan sonraki tüm cinayetlerin, büyük kıyımların temeli, bu günlük cinayetlerde aranmalıdır.

Malina’nın yapısı, bu temel tutumu işlemek bakımından tam bir yetkinlik örneğidir. Romanın akışı konusunda okurlarda bir önyargı yaratmamak için, bu yapıya ve akışa ilişkin daha fazla ayrıntı vermekten bilinçli olarak kaçınıyorum. Zaten Bachmann’ın kendisi de bir soruya verdiği yanıtta, bir romanın değişik biçimlerde, değişik yorumlarla okunabileceğini, bu durumun Malina için de geçerli olduğunu belirtmiştir. Okurlar, romanın anlatımında bazı şaşırtıcı özelliklerle karşılaşabilirler. Bu, yazarın “yeni bir dil olmadan yeni bir dünya olmaz” savından kaynaklanan bir anlatım özelliğidir. Bachmann’ın dil sorununa yaşamı boyunca verdiği önem, Wittgenstein’la yoğun biçimde ilgilenmiş oluşu vb noktalar göz önünde tutulursa, Malina’daki özel anlatım biçiminin nedenleri daha da açık biçimde ortaya çıkar.

Biraz da bu romanı çevirirken izlediğim yöntemden söz etmek istiyorum. Malina’yı çevirirken, “çeviri kokusu”ndan asla korkmadım; dahası, kimi yerde kitap “çeviri koksun” diye özel çaba bile harcadım. Kendine özgü anlatım biçimlerini dilimize çevirmenin amaçlarından biri de, kendi dilimizin sınırlarını sonuna değin zorlamak, bunun sonucunda amaç dilde yeni olanaklara ve boyutlara kavuşabilmektir. Malina’da hep bunu göz önünde tuttum. Bu amacımda ne ölçüde başarıya ulaştığımı ya da ulaşamadığımı doğal olarak ben değerlendirecek değilim.

Bir başka özellik, romandaki “Viyana atmosferi” açısından ortaya çıktı. Viyana’ya ve kısmen de Avusturya’ya ait bazı özelliklerin (yer adları, yemekler vb.) çeviride verilmesinde, sık sık dipnotlara başvurulması düşünülebilirdi. Epey düşündükten sonra, bundan da bilinçli olarak kaçındım. Kanımca Malina gibi baştan sona bir akış’ı dile getiren bir romanda, sayfa altlarının kalabalıklığı bu akışı çok bozacaktı.

Benim için çok yoğun bir çeviri çalışmasıydı Malina; çevirinin sonuna yaklaştığımda, oldukça ciddi sağlık sorunlarıyla yüz yüze gelmeme yol açan yoğunlukta bir çalışma; ve ben bu çalışmamı, gerçek bir sevgi ortamında bitirdim. Malina iç dünyamda seçilmiş sevgilerin doruklarında olduğum bir dönemde çevrildi. Var ise, başarısını buna borçlu olacaktır. Bu çeviri, başlanmış bir çeviriydi. Hiç bitmeyebilirdi. Eğer iki seven, Mustafa ve Zeynep yaşamıma girmeselerdi. Bu çeviriyi tümüyle sevgi arayışımın doruğu olan bu iki insana armağan ediyorum.

Ahmet Cemal / Akyol Sokağı, 2/10/1985

Ingeborg Bachmann : “Tek Kelime Söylemeyin, Siz Kelimeler!” / Serkan Işın

“Sizler, ey şair anaları! Sizler, tanrıların sevgili kulları! Bütün bu duyulmamış şeyler, sizlerin kucaklarında kararlaştırılmış olacak. Sizler, gebeliğinizin en derinliklerinde sesler mi işittiniz; yoksa tanrılar aralarında yalnızca işaretlerler mi anlaştı?” Rilke

Bachmann ve Ütopya :

Bachmann, Malina romanındaki ütopya üzerine şunları söyler: “Kimi zaman bana neden içinde her şeyin iyi olacağı ütopik bir ülkeyi, ütopya niteliğinde bir dünyayı tasarımladığımı sordular. Yaşadığımız günlük yaşamın iğrençliği göz önünde tutulduğunda, bu soruyu yanıtlamak bir çelişkiye yol açabilir, çünkü bizler, günümüzde gerçekte hiçbir şeye sahip değiliz. İnsan, ancak maddi şeylerin ötesinde bir şeylere sahipse zengindir. Ve ben bu materyalizm, bu tüketim toplumuna, bu kapitalizme, burada cereyan eden bu korkunçluğa, sırtımızdan yaşamaya hakları olmayan bu insanların zenginleşmesine inanmıyorum. Gerçekte inandığım bir şey var ve ben buna ‘bir gün gelecek’ diyorum. Ve özlemini çektiğim şey, bir gün gelecek. Evet, belki de gelmeyecek, çünkü onu hep yıktılar, binlerce yıldır yıktılar. Gelmeyecek ama, ben yine de inanıyorum geleceğine. Çünkü eğer inanmazsam yazamam.” (Haziran, 1973)

Malina romanı 1971’de yayınlanır, Bachmann 1973’te “uzun yıllar yaşadığı Roma’daki odasında fazla miktarda uyku hapı aldıktan sonra yaktığı sigaranın yol açtığı yangında aldığı yaralar sonunda” ölmeden önce başladığı Todesarten [Ölüm Biçimleri] ana başlığı altında yazmayı planladığı bir dizi romanın başlangıcı olarak. İlk şiirleri 1948/49 yıllarında yayınlanmaya başlar. Bachmann’ın şiir açısından verimli olduğu yıllarda Ernst Jandl “Laut und Luise” (sessiz-ce, 1966) kitabı ile şiir yayınlamaya tekrar başlıyordu. Bu bilgiyi özellikle not ediyoruz çünkü yazımızın amacı da Bachmann şiirinin ütopyacı tarafına bakabilmek.

Adorno “Geçmişin İşlenmesi Ne Demektir?” isimli yazısında (1956) “geçmiş, ancak geçmiş olanın nedenleri, ortadan kaldırılırsa işlenmiş olabilecektir” diye yazar ve şunları ekler: “Geçmişten kurtulunmak isteniyor; haklı olarak çünkü onun gölgesinde yaşamak imkansızdır ve suç ve zorbalık yine sürekli suç ve zorbalıkla ödenecekse, bu dehşetin sonu yoktur; haksız yere, çünkü hep kaçıp kurtulmak istenilen geçmiş hala capcanlıdır.” Ve yazının ana eksenini oluşturan Almanya’da Tarih’in öğretilmesi ile ilgili olarak şu saptamalarda bulunur: “Kuşkusuz, geçmişle ilişkilerde bir hayli nevrotik olgu var: saldırı olmayan yerlerde savunma davranışları, halkı çıkaracak somut nedenler olmayan durumlarda güçlü duygusal tepkiler; son kerte ciddi olunması gerektiğinde duygusal tepki yetersizliği, çoğu zaman da bilinen ya da yarı bilinenin düpedüz bastırılması.”

Sözü Bachmann’ın Malina’sına bağlarsak, hiç tamamlanmamış olan “Ölüm Biçimleri” serisi o derin Alman suçu ile ilgilenmekte belki de: “Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar…ve ben hep anlatmak istedim ki savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır.”

Günlük yaşamın içine akmış, onda içkinleştirilmiş, onun ayrılmaz bir parçası olan ve insanların iç dünyalarını yıkan bir savaştan bahseder Bachmann. Ona göre “boyutları daha geniş olan sonraki tüm cinayetlerin, büyük kıyımların temeli, bu günlük cinayetlerde aranmalıdır.”

Malina’da zaman bugündür ve Bachmann şöyle açıklar bugünün işlenmesini, romanın başında: “Bugün olup bitenler üzerinde ancak böyle bir korkunun pençelerinde yazabiliyor ya da konuşabiliyorum; çünkü Bugün üzerine yazılanları hemen yok etmek gerekir; tıpkı bugün yazılmış ve yerine Bugünde varamayacak mektupların, bu neden ötürü yırtılması, buruşturulması, bitirilmemesi yollanmaması gibi..”

Daha çok şiirleri üzerine yazacağım için Malina’dan sadece ufak bir alıntı ile bozulmamış, hiç-bozulmamış geçmişle ilgili kısa bir alıntı yapmak istiyorum burada; Malina’nın bir yerinde, romanın anlatıcısı antikacılardan birinde 15. yüzyıldan kalma bir yazı kürsüsü bulur. Ve bu yazı masasını almak istemesinin sebebini şöyle anlatır:

“…çünkü o zaman artık bulunmayan eski, dayanıklı bir parşömen üzerine bir şeyler yazabilirim, artık bulunmayan hakiki bir tüy kalemin ve yine artık bulunamayan bir mürekkep kullanarak. Kürsünün başında, ayakta durarak, 15. yüzyılda basılan türden bir kitap kaleme almak isterdim, çünkü bugün, İvan’ı sevdiğimden bu yana bir yıl üç ay ve otuz bir gün geçmiş oluyor, ama ben bir de gösterişli bir Latince yıl sayısı yazmak istiyorum. ANNO DOMINI MDXXLI, kimsenin bir şey anlamayacağı bir sayı. Sonra, büyük harflerin içine kırmızı mürekkeple kırmızı zambaklar çizebilirdim ve hiçbir zaman yaşamamış bir kadının söylencesine saklanabilirdim.”

Ve o parşömene, o tüyle Kagran Prensesi’nin Sırları isimli bir masal yazmayı düşünür. “hiçbir zaman yaşamamış bir kadının söylencesine” saklanabileceğini bilerek.

Neredeyse sıfır noktasında, bundan “yirmi yüzyıl” öncesinden anlatılan bu masal bizim için en azından Bachmann’ın “ütopya olarak yazın” isimli konuşmasında geçen bazı kavramları ve düşünceleri anlamak için uygun olacaktır.

Bachmann konuşmasında “hazır bulduğumuz ve artık geçmişte kalan şeylerin biriktiği bir parça bohçası olmasına karşın ve böyle bir bohça olduğu için, kendi özlem birikimimize göre donattığımız bir umudu ve dileği dile getirir her zaman-bilinmeyen sınırlarla ileri yönelik bir ülkedir” der yazın için. Ona göre bu özlem “bugün değin dil sayesinde oluşmuş olan her şeyin, henüz dile getirilmemiş olan şeylere de katılmasını sağlar.” Özünde Bachmann’ın söylediği, yazının ütopik yapısı, dile getirilmiş olanlarla, dile getirilecek olanları hep birlikte barındırmasıdır. Yani “susku”, “sessizlik” “yazılmamış olanlar” “metin olamayanlar” hep eski metinlerin içinde yeni metinleri oluşturmak için durmaktadır. Bu yüzden yazına bilimsel bir nesnellikle değil ancak “canlı bir yargıyla” varılabilir.

Ona göre oralarından buralarından kesip alıntıladığımız metinler ya da bir şekilde elediğimiz yazarlar, bir yazın tarihinin ne kadar eksik olabileceğini ifade eder. “Ama tamamlanmamış bir şeydir yazın, eskisi olduğu gibi yenisi de öyledir (…) Çünkü geçmişin tüm ağırlığı ile günümüzü zorlar.” Ve bu durumu yapıtların bu durumunu Bachmann “ütopik” olarak değerlendirir.

Kelime
Nasılsa yalnız
Başka kelimeleri çağıracaktır
Cümle de cümleyi
Böylece dünya,
Kesin bir tutumla
Zorla, ister ki,
Artık söylenmiş olsun.
Söylemeyin” (Siz Kelimeler)

Bachmann’ın Şiirlerinde Anımsama ve Ütopya :

Adorno “Sanat yapıtlarında varolmayanın gerçekliğini amaçlayan özlem, anımsama biçimini alır.” demekte. Bu alıntı Huyssen’in “Ütopya Anıları” isimli metninin başında durmakta. Bachmann hakkında yazarken, bu kısa yazıya bu tür bir perspektif kazandırmayı gerekli gördüm çünkü Huyssen ve Adorno, Bachmann’ın gördüğü ya da “Bugün” olarak ürktüğü şeyin iki ucunda duruyorlar, hem düşünsel hem de zamansal olarak. Bachmann’ın şiirlerinde –ki yazının amacı bu şiirlere bakmaktır- serpilip duran bu zamansızlık ya da “bugün-süzlük” bir anımsama biçimi olarak metne, dizelere nufüz ediyor:

“Bir ölüyüm ben dolaşıp duran
Artık hiçbir yerde kaydım yok
Bilinmiyorum mülki amirim görev yerinde
Sayı fazlasıyım altın kentlerde
Ve yeşeren taşra yörelerinde

Vazgeçilmişim çoktan
Ve hiçbir şeyle anımsanmamışım

Yalnızca rüzgarla ve zamanla ve sesle

Ben insanların arasında yaşayamayan

Ben Almanca diliyle
Çevremde kendime mesken
Edindiğim bu bulutla
Bütün dillerde sürüklenmekteyim” (Sürgün)

Huysens’in ütopya kavramına bakışı çok kapsayıcı olmasına rağmen bizim ilgilendiğimiz kısım, Alman dili/sanatı açısından özellikle 60’lardan sonra belirlediği üç ütopya projesi tanımlamasıdır:

-sanatı yaşamda içererek yadsıma
-radikal metinsellik
-estetik aşkınlık

Birinci şık kapitalizm sonrasında, metaların sanat eserinin yerini ve sanat eserinin metaların yerini alması ile hepten tükenmiş olabilir şeklinde açıklar Huyssen özetle.

İkinci şık, “orta sınıfın estetik zevklerini aşma” olarak nitelendiriliyor yazar tarafından ve bu tür biçimci denemelerin etkisinin zayıfladığını, yeni bir avandgarde hareketin pek mümkün olmaması ile malûl olduğunu belirtiyor. Ve özetle iki ütopik projenin tükenişini geniş ölçüde “siyasetin sanatın devrelerine fazla” yüklenmesinden kaynaklandığını söylüyor.

Huyssen, üçüncü ütopik proje olarak “estetik aşkınlık ütopya”sından bahseder. Bu tür ne birincideki gibi sanat eserini ortadan kaldırır, ne de onu ikincideki gibi siyasanın eline verir. Sanat eserine yaşanılan zaman içinde ütopyanın “ete kemiğe bürünmüş” zamansallığını sağlar. “bu projenin temelinde, modernist epifani sanatı, yani zamanın bildik akışı dışında ve yalnızca estetik deneyim olarak ulaşılabilir olan zamansal deneyim vardır” diye açıklar.

Sanat eserinin son yirmi yıldaki gerilemesini bellek yitimi çağında, geçmişten, onun baskıcı biçimlerinden, adetlerinden, örgütlenmelerine bağlar Huyssen ve modernist projeyi güçlendirmesine rağmen, sanat eserinin modernist projenin yarattığı öteki yaşamın ürünü olduğunu da söyler. Ona göre ‘sanat yapıtı’ eş zamanlı görüntülerin, televizyonun etkisi ile zayıflamıştır. Anlık olan sanatsal, estetik deneyim, ancak geçmişin “arzusunu” (nostalji) taşımaktadır diye düşünebiliriz..

Huyssen şunu belirtir: “Bu tür edebiyat söz konusu ütopya/gerçeklik sorunsalını sinik olarak gerçekleştirmek yerine onun içinden çalışarak bu tür edebiyat gerçekten kurmaca ile gerçeklik, estetik temsil ile tarih arasındaki gerilimi korumaya yardımcı olabilir.”

Bachmann’ın şiirlerini yayınladığı yıllarda ütopyacı projeleri değerlendiren Huyssen açısından baktığımızda Jandl ile Bachmann iki ayrı bakış açısını, iki ayrı projeyi temsil etmekte. Çünkü Jandl’ın “radikal metinsel”liği Bachmann’ın yönünün tam tersi gibidir:

“Almanca konuşan ülkelere Nazi egemenliğinden miras olarak ‘müptezel bir dil’ kalmıştır. Rejimin elinde Almanca, sadece Jandl için değil, savaş sonrasında yazmaya başlayan birçok Alman yazarı için –Orwell’in 1984’te anlattığından geri kalmayan- bir kirlenme geçmiştir. Bu durumda en iyisi, sadece “yöntemlere, tekniklere” değil, cümlelere, kelimelere bile “topyekün kaybolmuş” gözüyle bakmak olacaktır. Yeni şiirin nasıl olacağını deneyerek bulmaktan başka çare “çıkar yol” yoktur.” (Tevfik Turan, Ernst Jandl Seçme Şiirler için Sonsöz)

“…şimdiye kadar hep söyleyecek bir şeyi olasıymış ve
hep bilesiymiş, bunun şöyle, şöyle, şöyle, söylenebileceğini
o yüzden de hiç uğraşması gerekmeyeseymiş ne söyleyeceği
konusunda; tabii bu söyleyişin hangi yoldan olacağını tartasıymış.
Çünkü insanın ne söylemek istediği bakımından seçeneği
olmayasaymış; ama bunu hangi yoldan söyleyeceği
bakımından bir sürü belirsiz olasılık olasıymış, her bir şeyi
söyleyen hem de hep aynı yoldan söyleyen şairler de
olasıymış. Böylesi hiç çekmeyeseymiş; çünkü
nihayet söylenecek tek bir şey olasıymış, ama bu tekrar
tekrar ve her seferinde yeni bir yoldan söyleneseymiş.”

(Jandl, Daha İyisi Saksafon, Seçme Şiirler)

“Böylesi hiç çekmeyeseymiş; çünkü
nihayet söylenecek tek bir şey olasıymış, ama bu tekrar
tekrar ve her seferinde yeni bir yoldan söyleneseymiş”. demekte Jandl.

Bachmann Frankfurt Dersleri’nde şöyle der:

“Arkamızda bıraktığımız yazın, yürek çeperlerinden koparılmış sözcükler, ağıtsal bir suskunluk, konuşa konuşa yorulan sözcüklerden işlenemeyen tarlalar ve kötü kokulu ürkek suskunlukların oluşturduğu bataklar değil mi; her zaman her şeyin, her iki anlamıyla dilin ve suskunun yer aldığı.

Sürekli çağırıyor bizi ve kendine çekmeye çalışıyor her ikisi de hep yanlışlıklara eğilimi ve katkısı olan bizlerin yeni bir gerçeğe katkısı nerede başlayacak?” Konu şiir olduğuna göre, şiirin bu gerçekliğe katkısı nerede başlıyor:

Kurtların Kuzulara Karşı Savunması

Unutma beni mi yesin akbabalar?
Çakalın deri değiştirip,
Kurtluktan sıyrılması mı isteğiniz?
Dişlerini kendi mi söküp atsın?
Politruks ve papadan
Neden hoşlanmazsınız ki?
Neden bakarsınız bön bön
Şu yalan söyleyen ekrana?
Kim parçalar besili horozu tefecinin önünde?
Kim asar tenekeden haç’ı
Zil çalan karnına? Kim
Alır bahşişi? Gümüşten sikkeyi,
Sus payını? Pek çok
Soyguna uğramış, var oysa hırsız az.
Kim alkışlar ki onları? Kim” (Enzensberger)

Bachmann konuşmanın devamında “yeni biçimler”e dair söyleyememesinin açıklamasını yapıyor. Ve yenilik tutkusunun, modernin yenilik tutkusunun dibinde yatan eski’nin biçimlerine büründüğünü anlatan ve ispat eden Gustav René Hocke’nin iki kitabından bahsediyor. Ve özellikle “Yazında Manierizm” isimli yapıta kısaca değiniyor. Kitabın tezlerinden bahsederken şunları söylüyor: “Önemli bulgularıyla birçok konuya ışık tutan bu ilginç kitap, o denli ilginç sonuçlar doğurdu. Bu kitapta söylenenler, ister 1600 ister 1910 yılında olsun, hep birilerinin daha önce davranmış olmaları nedeniyle yeni dil denemeleri, sözcük çekirdeğini parçalama, yeni imgeler yaratmayla uğraşanları düş kırıklığına uğrattı.” Kitabın ortaya koyduğu görüşler, III. Yüzyılda bile bugünün modernlerinin denediklerini kendi çerçeveleri içinde deneyenlerin olduğu. “Meğer” diyor “herşey her zaman varmış, en sonunda anlayabiliyoruz; her şeyi anlamak her şeyi bağışlamak demek zaten.”

Bachmann, bu tür yeni denemelere, özellikle biçimsel denemelere sıcak bakmıyor bu Manierizm yüzünden. Bunu da açıkça ifade ediyor. Ama bu yeni biçimcileri suçlamasının da altında pek haklı sebep olmamasından dolayı –sonuçta şairin ‘ahlaksal’ ya da ‘anlıksal’ üretimi/tutumu tamamen onun vicdanına ve ispat edilemeyen bazı bağlantılara kalmışsa- bu temellendirme pek işe yaramayacaktır. Kendi zamanının şairlerini eleştirirken, onlardaki bazı olumlu yönleri de buluyor bu yüzden, kısaca onları “bağışlıyor” diyebilirim. “Şiirler (sayıca çok ve birbirlerinden farklı olmalarına karşın) artık tad alınabilecek bir nitelikten öte, iletişimsizlikten kaynaklanan bu dilsizlik çağında, bilinçle bu dil yoksunluğunu giderme çabasını taşıyorlar. Yepyeni bir onura ulaşıyorlar böylece; amaçlamaya cesaret edemeyecekleri denli yüce bir onura.”

Bachmann için biçimsel sorunlar geri planda. En erken şiirlerinden, en olgun şiirlerini barındıran “Büyük Ayı’ya Çağrı”ya ve son şiirlerine kadar çok daha bozulmamış bir sessizliği ifade etme yönündedir. Kelime seçimleri, okurun gözlerinin önüne serdiği “ön” dışında bir de “arka” planı oluştururken izlediği yol, okuru sadece kağıt üzerine karalanmış “harflerle” baş başa bırakmaz. Eğer kelimeler okurun kafasında birleştikçe “bilgi yüklü iletiler” olarak iş göreceklerse, daha sarsıcı ve sahici bir deneyimi ortaya koymayı amaçlar. Okurken şairin sesinin onca “ben” zamirine rağmen aradan kalktığını ve okurun “ben”i haline geldiğini hissedebilir insan..

Bu yüzden Jandl’ın bildirisi “eski de olsa yeni bir yolla söylemek” fikri Bachmann’a pek iç açıcı gelmemiştir. Ona göre “geçmişin işlenmesi, geçmişin zorbalıklarının ortadan kaldırılması” ile mümkündür, Adorno’nun işaret ettiği gibi. Geçmişle yüzleşme ya da susmanın gerçekten bir “kabullenmeden” öte –büyük Alman suçu ve Faşizm düşünüldüğünde- gerçekten yaratıcı bir susku olması için, kelimelerin biraz “rahatsız” edilmeleri gerekiyor. “siz, tek kelime etmeyin! Kelimeler” vurgusu, işte eski şeylere yeni kılıflar uydurmaktan değil, yeni şeylere, eski ama eskide pek görünmeyen taraflar eklemekle mümkündür belki de..

Bachmann’ın gündelik olanla, gündelik konuşma dili ile, gündelik hayatın şeyleri ile tanışması, genellikle son şiirlerine denk geliyor. Onun dışında daha fazla çağrışımları aha “anıtsal” gibi görünen bir dil içinde karıyor kelimelerini. Daha ekonomik değil, dil kullanımı ama daha arındırılmış, gündelik olanın hayhuyundan arındırılmış bir yanı var. “Büyük Ayı’ya Çağrı” bir sal yapma çağrısı ile başlar, Mercan’lar, dağlar, gece, yıldız, rüzgar, yaprak vs. Şiirlerinde Bachmann’ı ya da okuru “bugün” içinde konumlandırabilecek, çok az ipucu vardır bana göre.

Daha önce de belirttim, Malina “bugün” ile başlar, Bachmann için en temel sorun olarak. Ve Zaman, zamanın bilinci her şeye yakın olmanın bu zorunlu durumu bir sürü şeyi yapmaktan alıkoyar bizi

“Bunca yaşamda ve ölüme bunca yakın,
o yüzden hesaplaşamıyorum kimseyle,
koparıp alıyorum yeryüzünden kendi payımı;

saplıyorum yeşil hançeri yüreğinin ortasına
Atlas Okyanusunun, kendi sularımda boğuluyorum.

Tarçın kokusu yükseliyor çatıdaki kuşlarla!
Katilim olan zamanla yalnız başımayım.
Esrikliklere ve maviliklere sığınıyoruz birlikte.”

Fakat bu zamandır ki –katilimiz olan Zaman- geçmiş ile gelecek arasında bugünü de var eder. O yüzden ancak Zaman’ın yanında onunla birlikte sığınılabilir maviliklere. Geçmiş olanın da dili zamanda gizlidir.

“ben almanca diliyle
çevremde kendime mesken
edindiğim bu bulutla
bütün dillerde sürüklenmekteyim.”

Ve sanki, çelimsizce ve haddi olmayarak aldığı bu sözü, yine suskunluğa ulaşmak için zaman içinde kullanacak, eskitecektir.

“söz bende şimdi, onu
hüznün elinden aldım,
layık olmaksızın, çünkü ben
nasıl da layık olabilirim
bir başkasından – ben ki,
kendim gökten düşüp
içimize yayılan o korkunç
ve yabancı, bu dünyanın
bütün güzelliklerine ve
kötülüklerine katılan bulut
için, bir kaptan başka
bir şey değilim.”

(Budala, Prens Mişkin’in bir monologu)

Bir söz bulutundan bahsediyor Bachmann. Belki de her sözün, geçmişe ait her sözün etrafını saran bir söylem bulutundan, ağır ve kasvetli bir buluttan, bir yan okumalar cehenneminden ve bir kurgular, örgüler ağından da bahsediyor. Öyle ya, eğer geçmişi örneğin Faşizmi ortaya çıkaran da bu sözler olabilir pekala. Ya da bu sözlerin içinde, söylenmemişler..gizlenmişler ya da görünememiş olanlar. Bu yüzden Bachmann’ın “söz bulutu” tam anlamı ile bir “söylem bulutu”dur bana göre.

Belki de dil, ya da şiirdeki dil, işte bu bulutun ağırlığını ne kadar hafifletebilirse, onun toplumsal ama baskıcı yanını ne kadar törpüleyebilirse, okur ile hem tek tek hem de büyük ölçeklerde bağlantı kurabilecektir. Ne yazık ki bu şairi, şiirinden soyutlayan, onu kelimeleri seçen birine indirgeyen bir düşünce. Bachmann’ın Türkçe’ye çevrilmiş şiirleri bile bu tür bir boyunduruktan kurtaramaz okuyucu. Sonuçta arkalarında illa da hesaplaşılması gereken bir “geçmiş”in kelime izlerini bırakırlar. Kelimelerini değil, izlerini sadece..

O yüzden örneğin Bachmann’ın birey olarak içine girdiği “dil” deneyimi asla ve asla, sadece Ingeborg Bachmann’ın kişisel tasarrufu değil, daha başka büyük sistemlerin dillerinin çarpışmasıdır. (Fatih Altuğ, Mizan Sayı 9, “Yazı Antropolojik Savaş Aleti”). Bu yüzden belki de “o sözleri ödünç aldığını” ya da “layık olmadığını” ve sadece bir “kap” olduğunu söyletecektir Mişkin’e.

Elbette sadece bu değildir, ama Bachmann’ın şiir eleştirilerini daha çok bilimsel, nesnel değil, “canlı bir yargıya” dayandıran ve ancak öyle anlaşılabileceklerini söylediği “canlılık” da bu karşılaşmadan, antropolojik karşılaşmadan nasibini alacaktır. Bachmann hiçbir zaman dil’in boyunduruğundan kurtulamamıştır sonuçta..o yüzden “tek kelime etmeyin/siz/kelimeler” der. Kelimeler de geçmişin, bugün üzerine kurduğu tahakkümün araçlarıdır..

Bu kalıpları sadece estetik kalıplar olarak görüp, onlardan kurtulmayı göze alan Jandl’ın yanında biyografisini gözden çıkararak bunun daha içsel bir deneyim olduğunu bize gösteren Bachmann arasındaki fark, Bachmann’ın yapıcılığı ile Jandl’ın ve diğer radikal metincilerin, avangardların, “Edebiyat Öldü” sayısı ile Kursbuch dergisinin, Kaspar oyunu ile Hendke’nin, ya da tamamen kendi kişisel varoluşunun edebiyatını, en karamsar biçimde yapan Thomas Bernhard’ın içkin yıkıcılığının yanında daha üstte değildir. Bu belki de bize Avrupalı Modern estetiğin ilmek ilmek çözüldüğünü gösteren işaretlerdir. Alman dili ve çevresi için gecikmiş bir modernliğin sorunsal olarak edebiyata yansıması, sanatçının, Bachmann’ın şiirlerindeki gibi “toplumsal alanda belleğe dayanma, öznelliğin sınırlanmasına ve toplumsal tutarlılığın çözülmesine direnme arzusunu” gösterir (Huyssen). Fakat bunun ötesinde, Bachmann’ın şiirleri üzerinden söylemek gerekirse:

“ne varsa bırakıp git, ey düşünce!

Acılarımızdan başka bir şey olmasın hamurunda.
Bütünüyle tercüman ol bize!”

onarımcılıktan öte, geçmişin onarılmasından öte bir işlev de görmeyecektir “söz” ve sanatçıyı da geçmişin içinde bir yerde konumlayıp, söz bulutunun içinde boğup, öldürecektir. Kaldı ki “geçmişin” kurgulanmasını ve meşrulaşmasını sağlayan, onu herkes, her dil için örgütleyip, hizaya sokan da yazının kendisinden başkası değildir…o “kap” metindir/gövdedir, ve ancak sözü taşırdıkça işe yaramaktadır..

Kaynaklar:

Alacakaranlık Anıları – Andreas Huyssen (metis)
Ingeborg Bachman – Toplu Şiirler YKY
Bu Tufandan Sonra – Bachmann Seçkileri (metis)
Frankfurt Dersleri – Bağlam Yayınları
Geçmişim İşlenmesi Ne Demektir? – Adorno, Defter sayı 38
En İyisi Saksafon – Ernst Jandl, YKY
Sanayileşme – Edebiyat İlişkileri Açısından Alman Naturalizmi – Dr. Sevim Acar (işaret)
Malina – Bachmann (B/F/S Yayınları)

Serkan Işın / Ocak-Şubat 2004

Share.

About Author

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

fuck you google, child porn fuck you google, child porn fuck you google, child porn fuck you google, child porn