Bahçelerimizde her gün şişerek yükselen bir balon var. Büyüdükçe dünya kararıyor. Büyüdükçe biz küçülüyoruz. Büyüdükçe bir gün patlayacak. O gün aydınlık bahçeler olacak.
“Şimdiki kabine denen şey, ulusun dikkatini yönetim sorunlarına çevirmesine önlemek için din hakkındaki çekişmelerin devam ettiğini görmek istiyor. Sanki “şu tarafa veya nereye istersen bak ama bu tarafa değil” der gibidirler.”
Thomas Paine
Bahçe
Benim derdim bahçeyle. Bahçe… evimiz, dairemiz, gecekondumuz, yazlığımız, kışlığımız, bankların üstü, bankamatik içleri, eski bir kamyonun ya da karavanın arkası, bir binanın merdivenleri. Bahçe sığındığımız, yaşadığımız yer. Bahçe dünyamız ve sınıflar. Sınıfların çıkar için kabuk değiştiren yılan görünümü, uzun kış uykuları. Benim derdim bahçeyle. Her tarafa bakmak, her tarafı görmek, bir bütünlük içinde yazmak istiyorum.
“kimse çiçekleri düşünmüyor/ kimse balıkları düşünmüyor / kimse / bahçenin ölmek üzere olduğuna / bahçenin kalbinin güneş altında kabardığına / bahçenin belleğinin usul usul / yeşil anılardan boşaldığına / inanmak istemiyor / evimizin avlusu yalnızdır”(2)
Nostaljik bir bahçeden
Son bir yıldır toplu taşıma araçlarında gördüğüm manzaralar değişti. Daha önceki yıllarda kara çarşaflı bir kadın gördüğümde özlemle büyükannemi anımsardım. O da yıllarca çarşaf giymiş, köyün tüm kadınları gibi. İstanbul’a yanımıza geldiğinde, ilkokula gidiyordum. Yaşlanmış, hastalanmıştı. Bizimle yaşayacaktı. 1970’li yıllarların başıydı. Onu yaşadığımız Pendik kasabasında, dolaşmaya çıkarırdım. Herkes birbirini tanırdı Pendik’te o yıllarda. Tüm arkadaşlarım dalga geçerdi büyükannemin çarşafıyla. Üzülürdüm, nedenini anlamazdım ama yine de büyükannemle dolaşırdım. Biraz daha büyüdüğümde anladım, o dönemde saygı duyulan şeyleri. Kız ya da erkek tüm gençlerin eğitim alması çok önemliydi. Cumhuriyet Türkiye’sinin kadını çarşafla dolaşmazdı. Çevremdeki en yoksul insanlar bile mutlaka klasik romanların hepsini okumuşlardı. Mark, Nazım Hikmet gizli de olsa sık sık konuşulan ad’lardı. Bir insan parasıyla, arabasıyla değil… okuduğu kitaplarla ya da kütüphanesindeki kitap sayısıyla övünürdü. En yoksul ailenin bile mutlaka evin en özel yerinde kütüphanesi vardı. Hangi eve gitsem o özel yere doğru ilerlerdim. Bir kitabı çekip elime aldığımda büyüklerin sözleri ortaktı. “Bu kız Cumhuriyet Türkiye’sinin umudu. Bir gün büyükannem “öbür kadınlar gibi ben de manto, pardösü istiyorum, çünkü başkaca bir giysi bilmiyordum, benim insandan saklayacak bir şeyim yok ki” dedi. Büyükannem o yıllarda yetmiş beş yaşındaydı. Ona manto aldık, eşarplar aldık. Beş yıl bizimle yaşadı. Mantosuyla, eşarbıyla yaşama veda etti.
“baba diyor ki: benden geçti artık / benden geçti artık / ben yükümü taşıdım / bana düşeni yaptım”/ ve odasında, sabahtan akşama / ya Şehname okuyor / Ya Nasih-ül Tevarih / baba anneye diyor ki: / “lanet olsun her ne balık varsa ve her ne kuş / ben öldükten sonra / ne fark eder bahçe olsun / yahut olmasın / bana emeklilik maaşı yeter”
Nostaljik bahçeden günümüze
Onu çok severdim. Öldükten sonra kırk yılda bir gördüğüm çarşaflı bir kadın, beni büyükanneme onun sıcaklığına götürürdü. Neler değişti o yıllardan sonra, neler oldu da ben şimdi her kara çarşaflı kadında büyükanneme değil de daha da geçmişe gidiyorum. Neden son aylarda bir minibüsün fren sesinden çok bis, bis, bis diye sesler duyuyorum çevremde. Çoğunluk araca binen kadın-erkek, bis diye ses çıkarıyor. Ardından ses tamamlanıyor. Bismillahirahmanirrahim. Her fren de tekrarlıyorlar. Toplu taşıma araçlarında, sokaklarda, caddelerde kara çarşaflı kadınlar dolaşıyor. Hatta her araca en az beş kadın düşüyor. Bir de türbanlılar var. Onlar da rengârenk eşarpları ona uyumlu renklerde eşarp altlıkları, en post modern giysileri, kocaman süslü gözlükleri, ‘ben boya küpünün içine düştüm’ diyen göz makyajları. Kulaklarında wolkmanleri, ellerinde en son model cep telefonları. Artık araçlarda, yollarda en çok dikkat çeken onlar. Bir de son model özel araçlarında yolculuk yapan tesettürlüler var. Su geçirmez meyve kokulu kişiye özel eşarpları, göz kamaştıran takılarıyla trafiğin gülü oldular.
“annenin tüm yaşamı / açık bir seccadedir / cehennem korkusu eşiğine serili / anne her şeyin dibinde / her zaman / bir günahın izi peşinde / ve bahçeye bir bitkinin küfrü bulaşmıştır sanıyor / anne gün boyu dua okuyor / anne doğal günahkârdır / ve tüm çiçeklere üflüyor / ve tüm balıklara üflüyor / anne zuhuru bekliyor / ve inecek olan bağışı.”
Bahçenin ürünleri
Toplumsal sınıflar başka bir hal almış. Çarşaflı ve çarşafsız köylü, memur, işçi sınıfı. Aynı sınıfın başı açıkları. Türbanlı k. burjuvalar, türbansızları. Tesettürlü burjuvalar, kapitalistler ve tesettürsüzleri. Kadınlar… erkek ve egemen sınıf çıkarı için açılıyor, kapanıyor. Artık kapanmak iş ve paranın anahtarı. Nasıl oldu da bu kadar çok görsel sınıflara bölündük küçük, geçici çıkarlar adına.
“erkek kardeşim benim bahçeye mezar diyor / kardeşim otların kargaşasına gülüyor / ve suyun hasta derisi altında / çürük zerreciklere dönüşen / balıkların cenazelerinden çetele tutuyor / erkek kardeşim felsefe bağımlısıdır / o bahçenin onmasını bahçenin yok oluşunda biliyor / o sarhoş oluyor / ve damı duvarı yumrukluyor / ve çok dertli, yorgun ve umutsuz olduğunu / söylemeye çabalıyor / ve o umutsuzluğunu da / kimlik ve takvim, mendil ve çakmak, tükenmez kalem gibi / sokağa ve çarşıya götürüyor”
Bahçelerden birinin Devlet ve Medyası
Dünya küresel krizi konuşurken başbakanımız hamdolsun diyor. Nasılsa Türkiye hep krizde. Üstelik krizle yaşamaya alıştırılmış. Kanallar, haberleri verirken sanki insanlar gereğinden fazla tüketim yaparak kredi kartı, banka kredisi mağduru olmuş gibi yorumlar yapıyorlar. Halk bile buna inanmış, inandırılmış. Kentte yaşamanın koşulu olan elektrik, su, telefon, internet, doğalgaz, kira, çöp vergisi ödemelerini bile karşılayamadıklarından yiyecek, giyecek gibi zorunlu giderlerini kredi kartlarıyla yapıyorlar. Yakında zorunlu koşullar da yerine getirilemediğinden bölgesel karanlık, susuzluk, soğuk iletişimsizlik başlayacak. Çocukluğumda televizyon alamamış aileler televizyonu olan konu komşusuna televizyon izlemeye giderdi. Bundan sonra televizyon izlemeye, elektrik olmadığından gidilecek. Cumhurbaşkanımız küresel kriz hakkında ‘çok şükür’ Türkçe konuşuyor “dikkatli olmalıyız”diyor. Televizyon kanallarından birinde haberin altında “cumhurbaşkanı teyakkuz” dedi yazıyor. Üstelik ılımlı islam devletini eleştirdiğini düşündüğümüz bir kanal.
“ve kız kardeşim ki çiçeklerin arkadaşı idi / ve anne onu dövdüğünde / yüreğinin sade sözcüklerini / çiçeklerin sevecen ve suskun topluluğuna götürürdü / ve zaman zaman balıkların ailesini / güneşe ve tatlıya konuk ederdi / onun evi kentin öte ucundadır / ve yapay evinde o / yapay kırmızı balıklarıyla / ve yapay eşinin aşkının sığınağında / ve yapay elma ağaçları gölgesinde / yapay şarkılar söylüyor / ve doğal çocuklar yapıyor/ bizim görüşümüze geldiğinde o / ve eteklerinin ucu bahçenin yoksulluğuna bulaştığında / kolonya banyosu yapıyor / o bizim görüşümüze geldiğinde hep iki canlıdır”
Kadınların çoğunluğu yalnızca gözlerini açıkta bırakarak, ellerinde eldiven, dolaşıp duruyor ortalıkta. Üstelik öyle zor yürüyorlar, öyle zor tutunuyorlar ki sağa sola. Ağızlar susmuş, koro halinde bis, bis, bis sesleri duyuluyor ortalıkta. Korkuyorlar hepsi, erkekten, işsizlikten, parasızlıktan, yaşamdan. Bu dünyada tüm yolculukları egemenlerin elinde olan kadınlar ‘siyah bir zırhın’ içinde korunduklarını sanıyorlar, öbür dünyaya yolculuğa çıkacakları günler için.
Bahçelerden birinde yeni bir yarışma
Ülke olarak, dünya olarak… bahçenin insanı olarak yarışmalar bahçesindeyiz. Her kanalda yarışma. Evlenmek, ev sahibi olmak, para kazanmak, dansçı olmak, şarkıcı olmak, tiyatrocu olmak; saymakla bitmez. Kentte yaşamanın zorunlu koşullarını yapamaz hale getirilmiş insanlar ya da artık yaşamın; emek, onurlu bir mücadele olduğu unutturulmuş insanlar gözyaşları, salya sümükler içinde yarıştırılıyor. Bahçenin geri kalanı aynı gözyaşı, salya sümük yarışmaları izliyor. Aklının köşesinde bir soru yatıyor. Bir gün ben de bu yarışmalara katılıp “Allah sizlerden razı olsun” diyebilecek miyim bir sunucuya.
“evimizin avlusu yalnızdır / gün boyu / kapı arkasından / hep parçalanma sesi geliyor / ve patlama / tüm komşularımız bahçelerinde çiçek yerine / şarapnel ve makineli tüfek ekiyorlar / tüm komşularımız fayans havuzlarını / kapatıyorlar / ve fayans havuzlar / kendileri istemeden / gizli barut ambarları / ve sokağımızın çocukları okul çantalarını / küçük bombalarla / doldurmuşlar / evimizin avlusu sersemdir”
Evet, başka yarışmalar da var; şiir, öykü, roman. Her yaratımın, her insanın bir biriciklik olduğu unutulmuş, metalaşmış yarışmalar. Kimdir bu seçici kurullar neye göre verilir bu ödüller. Niçindir ödül. İnsan, yaratımını dışardan bir güçle özendirme ile mi yaratır. Oysaki insan yaratımlarını kendi iç mekanizmasıyla kurmalıdır. Metalaşan, yarışan sanatın insan türüne katkısı nedir. Başka yarışmalar da var. Güzellik yarışmaları. Ayyy poposu büyükmüş, kalçası küçükmüş, bacakları uzunmuş. Karşımızda gencecik kızlar yarı çıplak yarıştırılır. Dünyanın öbür bahçelerinde bizi temsil ederler; memeleri popolarıyla. Egemen sınıf çıkarları için metalaşan bedenler, unutulmuş akıl ortalıkta dolaşır durur.
Daha da ilginç bir yarışma var. AKP “kadın hatip yarışması” yapacak. Aralık ayında son jürideTayyip Erdoğan’ın da bulunması bekleniyor. Yarışmacılar onar dakikalık sunumlarda göç, aile içi şiddet, kadın ve istihdam, küreselleşme, çevre ve enerji verimliliği, modernleşme kadın, medeniyetler ittifakı, insan hakları, kadının siyasete katılımı, fırsat eşitliği konularında sunum yapacaklar. Merak ediyorum. Bu konularda yıllarca şiirler, öyküler, romanlar, eleştiri ve incelemeler yazmış birçok yerde sunumlar yapmış insanlar neden hiç yazılı-görsel medyada konuşturulmamış, susturulmuşken nereden çıktı kadın hatip yarışması. Nereden, nasıl bakacaklar tüm bu konulara. Üstelik jüride, başbakan. Tüm insanları, Türkiye’nin, dünyanın bahçelerini kapsayan eşitlikçi bakışlar mı olacak sunumlar. Yoksa artık bahçelerimizde “fırsat eşitliği” diye kapitalizmin zihinlere, dillere yerleştirdiği Tayyibeler sloganları mı dinleyeceğiz. Nasılsa kapitalizm için dinin siyaseti ya da başka şeyleri ele geçirmesi fark etmez. Yeter ki fırsat, fırsat, fırsat diye çığlıklar atıp ortalarda dolanalım. Bir ülkede savaş mı çıktı. Bu öbür bahçeler için, bu fırsat nasıl değerlendirmeli. Dünyada küresel kriz mi var hemen eller ovulsun bahçelerde fırsat, fırsat diye.
Fırsat kavramı kapitalizmin kavramıdır. 1970’li yılların sonlarında da fırsatçı gördüğümde oportünist ya da daha da ileri giderek aravist derdim. Bu sözcükleri biz aşağılayacağımız, eleştireceğimiz insana söylerdik. Gözlerimiz, bedenimiz alev alev yanarak. Şimdi yaygınlaşmış bir kavramla fırsat eşitliğine dönüştü. Yarışmalar, dolandırıcılık, kan emicilik, sömürü, etten, kandan para kazanmak işte bunlar fırsatçılık. Geriye fırsatların eşit dağılımı kalıyor. Dinleyelim, görelim fırsat fırsat diye yutan, tüketen her gün biraz daha şişen en sonunda bir nefeslik yeri kalmadığı için patlayacak olan kapitalizmi.
“ben yüreğini yitirmiş zamandan / korkuyorum / ben bu kadar çok elin boşunalığını düşünmekten / ve bu kadar yüzün yabancılığını imgelemekten korkuyorum / ben geometri dersini / delice seven bir öğrenci kadar yalnızım / ve sanıyorum bahçe hastaneye kaldırılabilir / ben sanıyorum / ve bahçenin yüreği güneşin altında kabarmıştır / ve bahçenin belleği usul usul / yeşil anılardan boşalıyor.”
Dipnotlar:
1) Thomas Paine, İnsan Hakları, Belge Yayınları, Çeviren: Hüseyin Sarıca, sayfa: 325
2) Furug Ferruhzad, Yaralarım Aşktandır, “Bahçeye Acıyorum Şiiri” Telos Yayınları, Çeviren: Haşim Hüsrevşaihi, sayfa: 151-155