Karanlığın Yüreği – Joseph Conrad

0

Editörün Notu: Joseph Conrad Karanlığın Yüreği adlı başyapıtında Avrupalının, uygarlık götürme bahanesiyle, Afrika’yı sömürgeleştirmesinin ardındaki dehşeti anlatırken, bu yolculukta beyaz adamın içsel yolculuğunu ve kendi kendisiyle hesaplaşmasını da anlatır.

Karanlığın Yüreği

Roman hem bilinmeyen Afrikanın derinliklerine, hem de insanın bilinmeyen yüreğine bir yolculuktur. İnsanın yüreği de Afrika kadar belki de daha fazla kara ve kötüdür.

Joseph Conrad’ın 1902 ‘de yazdığı bu kitap sanki bu gün yazılmış kadar güncel ve evrensel, tam bir başyapıt. Conrad kitap boyunca yaşamın anlamını sorguluyor. Varoluş amacımız nedir? Bir içe bakış öyküsü. Tüm batı değerlerinin ve ilkelerinin yargılanması, batı medeniyetinin de belki de daha fazla barbar olduğu irdeleniyor. Kitapta hep ikilemlere rastlanıyor. Karanlık-aydınlık, beyaz-siyah, uygarlık-ilkellik, çırılçıplak Afrikalı zenciler-Bembeyaz giyisiler içindeki muhasebe müdürü, melek-iblis. Emperyalizm ve onun sonucu sömürgecilik ki fildişi bunun bir sembolu olarak gösterilmiş. S71 “ Benim fildişim, benim sözlüm, benim şubem, benim ırmağım, benim”

.. Gerçek nedir? Gerçeğe ulaşmak zor ve meşakatlidir. Gerçek çirkindir, rahatsız edicidir, düşündürücüdür, aynı direklere geçirilmiş kafatasları gibi…Yüce idealler ,erdem nedir? Yoksa hepsi birer boşluk mudur? Yoksa tüm etik değerler bir hiç midir?

Marlow hikayeyi anlatır. ,ama kitabın öykücüsü farklıdır.

  S 62” Hiçbir korku açlığa karşı direnemez, hiçbir sabır onu aşındıramaz, açlığın olduğu yerde iğrenme varolamaz, hurafelere, inançlara, ilke diyebileceğimiz şeylere gelince de, bunlar rüzgarın savurduğu saman çöplerinden farksızdırlar. Ağır ağır öldüren açlığın şeytanlığını, bıktırıcı acısını, kara düşüncelerini, karanlık ve suratsız yabanıllığını Bilir misiniz?… Yokluğa, onursuzluğa, ruhsuzluğa dayanmak, bu uzayan açlığa dayanmaktan daha kolaydır. Üzüntü verici bir şey bu ama GERÇEK”  

Marlow Kurtz’u neden öldürmedi?  Marlow Kurtz’u öldüremiyor çünkü kendisi de gerçek karşısında değişmeye ve garip bir şekilde Kurtz’e benzemeye başladığını hissediyor. S 30  

“Dehşet” nedir?  Gerçek tüm çıplaktığı ile dehşet vericidir. Kurtz ölürken yaşadıklarının ve tüm değerlerinin yitirilmesinin dehşeti içerisindedir.  

Kitaptaki Kadınlar neyi simgeliyor?( Kurtz’un sözlüsü, Marlow’un teyzesi,yerli kadın)  

S 18” Tuhaftır, kadınların gerçeklere böylesine yabancı olmaları. Kendi dünyalarında yaşarlar- böyle bir dünya da hiçbir zaman olmamıştır, olamaz. Fazla güzel bir dünya onlarınki; gerçekten kuracak olsalar da, ilk günbatımından önce paramparça olurdu. Biz erkeklerin, dünyanın kuruluşundan beri iç içe yaşadığımız herhangi bir Allah’ın cezası gerçek, kalkıp yıkıverirdi dünyalarını”  

S70 “Kız bunların dışındaydı. Tümüyle dışında. Onlar-kadınlar yani- hep dışındadırlar-dışında olmalıdırlar. Onlara kendi güzel dünyalarında kalmaları için yardımcı olmalıyız, yoksa bizim dünyamız daha da kötüleşir.”   

Kurtz’un sözlüsüne Marlow yalan söylüyor. Son sözünün sözlüsünün adı olduğunu söylüyor, çünkü onun zayıf olduğunu gerçeği duyarsa yıkılıp yaşıyamayacağını düşünüyor. 

Yerli kadın ise görkemli, güçlü, korkutucu, saygı uyandırıcı, doğurgan, doğaya dönmüş, gerçeği bilen biri.S 89-90

 


 

Karanlık, derin, uzak ve gizemli…

ÖLÜM SEFERİ

Joseph Conrad, çeviren: Haluk Şahin, Adam Yayınları, 2003, 253 sayfa.

Polonya’da doğan, İngilizceyi üçüncü dil olarak öğrenen ve İngiliz Edebiyatı’nın en önemli romanlarından biri olarak kabul edilen ‘Karanlığın Yüreği’ni kaleme alan Joseph Conrad, yazdıklarıyla olduğu kadar yaşamı ile de dikkat çeken yazarlardan biri. Eserlerine kaynaklık eden yaşamı boyunca bir çok ülke değiştirip, hiçbir ülkeye ve zamana ait olmayan denizlerde yıllar geçiren yazar, o denizlerin ve deniz insanlarının üzerinde ve fikirlerinde bıraktığı silinmez izlerle onlarca romanında insanın karanlık tarafının izini sürdü. Aylarca süren, karanın bir an olsun görünmediği seferler boyunca insanın doğa ile savaşına, doğa karşısındaki acınası ama bir o kadar da ihtişamlı çaresizliğine tanık oldu. Afrika’nın derinliklerinde Batı emperyalizminin ve rasyonalitesinin insan ve hayvan arasındaki çizgiyi ne kadar incelttiğini, kültür ve uygarlık gibi kavramların insanın gerçek doğası karşısında şekil değiştirişini izledi. Denizin, dünyadaki tek varlık haline gelebildiğini ve belki karada bile öyle kalabildiğini kendi gözleriyle gördü. Sonuç olarak ortaya, okurların tüylerini diken diken eden, uygarlığı olduğu kadar var oluşu da sorgulatan onlarca roman çıktı. Francis Ford Cappola tarafından ‘Apocalypse Now’ adıyla sinemaya da uyarlanan ‘Karanlığın Yüreği’, yüksek edebiyata yakışır şekilde çok farklı şekillerde okundu ve her okumada okuru edebiyatın gücüne hayran bıraktı.

En gerçekçi ve en mistik

Modern dünyanın en gerçekçi ve en mistik yazarlarından Josef Teodor Konrad Korzeniowski 1957 yılında Polonya’da doğdu. Edebiyat ile Dickens ve Hugo gibi yazarları çeviren akademisyen babası aracılığıyla tanıştı. Henüz beş yaşındayken Rusya’ya sürülen babası ile birlikte Polonya’yı terk etti. Annesi ölünce babası ile Krakov’a yerleşti. Babasını da kaybettiğine Rusya’dan ayrıldı ve ilk kez denizi göreceği İtalya’ya gitti. Sonrasında Fransa’ya yerleşti. Burada denizcilik kariyerinin ilk adımlarını attı ve bohem dünya ile tanıştı. Bir yandan tiyatro ve opera gibi etkinliklere katılıp entelektüel dünya ile ilişkilerini sağlamlaştırırken diğer yandan da denizciliğe olan tutkusunu hayata geçiriyordu. Bu konudaki en önemli adımı ise, başarısız bir intihar girişiminden sonra yirmi bir yaşında gemilerde çalışmak üzere İngiltere’ye giderek attı. Kıtaya ayak bastığında ancak birkaç kelime İngilizce konuşabiliyordu. İngilizcesini London Times ve Shakespeare okuyarak geliştirdi. Bundan sonraki yirmi yılı ise uzman bir denizci olarak yılın büyük bölümünü kaplayan seferlerde geçti. Karaya çıktığı zamanlara geçimini sağlamak için çeşitli gazete ve dergilerde yazdı. Doğuya yaptığı yolculuklarda yazacağı romanlar için yeterince bilgi ve malzeme sahibi oldu. Sırtını incittiği bir seferin ardından, 1889 yazında karada geçirmesi gereken dinlenme süresinde ilk romanı ‘Almayer’s Folly’yi, İngilizce olarak kaleme almaya başladı. Roman 1894 yılında basıldı. 1990 yılında ‘Karanlığın Yüreği’ne ilham veren Kongo yolculuğuna çıktı. Yolculuk sırasında tuttuğu günlüklerde sömürgeciliğe karşı duyduğu derin öfkeyi ile getiriyordu. Ünlü roman 1899 yılında basıldı. 1896’da iki çocuk sahibi olacağı Jessie George ile evlendi ve hayatının sonraki bölümünü karada, roman yazarak geçirdi. Amcasının ölümü sonucu kendisine kalan miras yalnızca yazarak yaşayabilmesine elveriyor, sağlık sorunları denize açılmasını engelliyordu. Kongo seferi sırasında yakalandığı gut hastalığı bileğine vurmuş ve yazı yazmasını zorlaştırıyordu. Ani bir ilhamla sayfalar boyunca yazabilen yazarlardan biri olmayan Conrad, o yıllarda üç yüz elli kelime yazabildiği bir günü verimli olarak değerlendiriyordu. Kimi zaman bir cümlede kullanılacak uygun sözcüğü bulmak saatlerini alabiliyordu. Uyum sağlamakta güçlük çektiği kara hayatı 1924 yılında geçirdiği kalp krizi ile son buldu. Hayatının son yıllarını geçirdiği İngiltere’ye, Canterbury’ye gömüldü. <(p> Doğayla kurulan ilişki

İnsanın doğa ile kurduğu karmaşık ilişki konusundaki gözlemleri ve izlenimleri nedeniyle adı Stevenson, Kipling ve Marville gibi önemli yazarlarla birlikte anılan Conrad, yazığı onlarca kitapta bu ilişkinin gizlerini çözmeye çalıştı. İnsan doğasını da bir o kadar yakından inceleyen ve tanıyan yazar, ‘Karanlığın Yüreği’nde edebi kariyerinin doruğuna ulaştı. İngiltere’den Kongo’ya yola çıkan bir gemide çalışan Marlow’un Kongo’daki Batı emperyalizminin insanlık dışı durumuna tanıklığını konu alan, ve edebiyat tarihine Kurtz kadar gizemli bir karakter kazandıran roman gerek Marksist gerek psikanalitik okumalarla yorumlandı. Modern edebiyatın tüm tekniklerinin kullanıldığı romanda anlatıcı-okur diyaloğu, Jung ve Lacan göndermeleri ve edebiyat tarihine referanslar, şaşırtıcı olay örgüsü kadar ön plana çıktı. Kendi zaman ve mekânının ötesini anlamlandırma çabasına girişmeden kendi terimleriyle tanımlamaya çabalayan ve en sonunda yalnızca ‘dehşet’ kelimesini telaffuz edebilen Batı rasyonalizmi ve emperyalizmi belki de en derin eleştirisini ‘Karanlığın Yüreği’yle aldı. 

Conrad’ın diğer önemli eserleri arasında ‘Nostromo’, ‘Secret Agent’, ‘Lord Jim’ ve ‘Victory’ sayılabilir. Yazarın ilk romanlarından ‘Nigger of Narcissus’, geçtiğimiz günlerde Adam Yayınları tarafından ‘Ölüm Seferi’ adıyla yayımlandı. Narcissus isimli geminin yurda dönüş seferinin anlatılığı roman Conrad’ın diğer eserlerini okumak isteyenler için bir başlangıç oluşturabilecek nitelikte. Conrad, roman boyunca denizi ve denizcilerin düşle gerçek, gerçek ve gerçeküstü arasında gidip gelen hayatlarını kimliğini bilemediğimiz ve dolayısıyla özdeşim kuramadığımız bir anlatıcı ile aktarıyor. Denizin sonsuzluğunda salınan Narcissus’un içindeki yaklaşık yirmi kişinin oluşturduğu microcosmosta, insan ruhunun gizemli, karanlık ve anlaşılmaz yanı James Wait adındaki ‘zavallı zenci’nin ölümle yan yana yaşayan bedeninde hayat buluyor. Tembellik ve dolandırıcılıktan başka bir şey bilmeyen Donkin’den, günlerini vaaz vererek geçiren aşçıya kadar herkes, James Wait’in gemiye bindiği ilk günden itibaren herkesi inandırdığı ‘hastayım, öleceğim’ yalanına bilerek kanarak hayatla ve vicdanlarıyla tüm hesaplaşmalarını bu siyah derili ‘öteki’, hatta belki de ‘iblis’ aracılığıyla yapıyor. Wait’in aşağılamalarıyla yücelen ruhlarını, geminin yan yattığı fırtınalı günlerde bile biraz daha aşağılanmak için James uğruna kaybetmeye hazır, nefretten acımaya uzanan duygular arasında her şeylerini bu kara gölgeyi hayatta tutmaya adıyorlar. Lanetli oluğu söylentilerinin bile yıldıramadığı bu karşılıksız ilgi, gemide huzuru bozup ayaklanma girişimine kadar varabiliyor. Şiddetli fırtınaların bile kendilerini unutturamadığı denizciler, söz konusu James Wait’in ağrı sızıları olduğunda göz yaşlarına hakim olamıyor. Her gün sorulan ‘Gerçekten ölecek mi?’ sorusu, Conrad’ın Wait’e hazırladığı sonla, okur için çok daha şaşırtıcı ve düşündürücü bir anlam kazanıyor. 

Conrad’ın karanlık dünyasına, karanlığın yüreğine bir yolculuk ancak iki şekilde mümkün. Ya merhametli ve bir o kadar da acımasız denizle yıllar boyu savaşarak ya da beyin kıvrımlarımız arasına yapılması gereken o zorlu ve sonsuz seferi göze alarak…


‘Gençlik’in tekinsizliği

17/10/2003

Asıl adı Josef Teodor Konrad Walecz Korzeniowski olan Leh kökenli Joseph Conrad (1857-1924), Malraux gibi, Hemingway gibi, London ya da Frison-Roche gibi alnına kendi yazgısının damgasını yemiş yazarlardandı.

ORÇUN TÜRKAY (Arşivi) GENÇLİK

Joseph Conrad, çeviren: E. Efe Çakmak, K Kitaplığı, 2003, 63 sayfa.

Asıl adı Josef Teodor Konrad Walecz Korzeniowski olan Leh kökenli Joseph Conrad (1857-1924), Malraux gibi, Hemingway gibi, London ya da Frison-Roche gibi alnına kendi yazgısının damgasını yemiş yazarlardandı. Fiziksel ve ruhsal açılardan sağlıklı olmadığından, doktorların tavsiyesi üstüne açık denizlerde geçirmişti ilk gençliğini. Kaptanlık sertifikası aldığı yıl İngiliz vatandaşlığına geçen Conrad, ilk kitabını 1895’te yayımladı (Almayer’s Folly). Conrad’ın bu kitaptaki ve onu izleyen kitaplardaki serüven anlatımı kişilerle içsellik kazanmış, ‘metafizik’ bir biçime bürünmüş ve izlenen yollar, aşılan denizler üstünde Schopenhauer felsefesiyle bağdaştırılacak denli trajik yönlere kaymıştır. L’Académie Française’den Jean-François Deniau, Conrad için yazının “yalnızca insan için” olduğunu ileri sürüyor. Yazarın ‘Gençlik’ adlı öyküsü de Grimm Masalları’ndan şöyle bir alıntıyla açılıyor: “… Ama Cin şöyle yanıtladı: Hayır, insan benim için dünyanın tüm hazinelerinden daha değerli.”

Roland Barthes ‘Çağdaş Söylenler’ adlı kitabındaki ‘Natilius ve Sarhoş Gemi’ adlı denemesinde yazın tarihinde ‘gemi’ imgesinin büyük çoğunlukla kendi içine kapalı, kendi düzeni, yasaları ve bozgunları olan bir dünya olarak verildiğini söyler. ‘Nesne delisi’ Jules Verne’in çizdiği Natilius, varoluşunu bir küçük kenter düzenine oturtmuştur. Gemideki insandır önemli olan. Natilius’un içinde Kaptan Nemo şöminenin karşısında rahatça piposunu tüttürürken, dışarıda fırtına kopmaktadır. Fırtına, kabaran deniz zamanı imlemektedir; Nemo da kendine zamandan etkilenmeyeceğini duyumsayacak kadar güvenli bir ortam yaratan kenter imgesidir. Siyasi ve toplumsal düşüncelerini yazınından asla ayrı tutmayan Conrad da çok yakından tanıdığı gemi imgesiyle zamanı, gençliği, gençliğin gözü karalığını, hiçliği, serüven tutkusunu ve yitirilen gençliğin ardından o tutkuya duyulan özlemi betimlemeye girişiyor. Ama Conrad’ın ‘Karanlığın Yüreği’nden de tanıdığımız (bu kitap Coppola’nın Apocalypse Now adlı filmini esinlemiştir), ‘Gençlik’ adlı öyküsünde de başrole soyunan Marlow karakteri, Nemo’dan farklı olarak fırtınayla ya da gemide çıkan yangınla göğüs göğüse çarpışan, üstelik bunu yapmak için yanıp tutuşan, gençliğin burnu büyük atılganlığıyla gizemli Doğu’ya ulaşmaya çabalayan bir ‘Sarhoş Gemi’ olarak düşünüyor kendisini. Bir maun masa çevresinde kendisi gibi bir zamanlar denizci olan arkadaşlarına ikinci kaptan olarak çıktığı ilk yolculuğu anlatırken, yaşlı gemisini, kaptanını ve tayfayı bütünüyle içselleştiriyor ve bir anlamda Rimbaud’nun o ‘ben’ diyen (burada biz diyen) gemisine dönüşüyor. Ama söz konusu olan yine öncelikle insan olduğundan gemi denizin üstünde insanı yine yalnız bırakacaktır-içerisinde ya da dışarısında. Sözün gelişi Ömer Türkeş’e göre Conrad’da gemi “sabit işlevlerin hiyerarşik yapısı ile anarşik imgelemi ve yıkıcı bireyselliği engelleyen bir toplumdur.” Buna karşın “aynı zamanda yabancı güçler tarafından tehdit edilen ortak bir izolasyon biçimini temsil eder ve böylece bireyi kendi sorunsal kimliği ile başbaşa bırakır; onu kendini sınamaya, sorgulamaya iter.” Kendisini insan olarak özgürleştirme çabası, Marlow’u gerçekle yüz yüze bırakacaktır.

Zamanın şaşmaz yasaları

Denizin bitimsiz uzamından maun masanın üstüne dönen “kaderi hiçbir yere varamamak olan” geminin öyküsü, zamanın şaşmaz yasaları, denizin aman vermezliği karşısında, yine Natilius’un tersine, tekin olan her şeyden neredeyse bilerek ve isteyerek uzaklaşmaktadır. Tekinsizliğe bu denli gereksinim duyan gençlik kavramı, Conrad’da Marlow’un aşırı gözüpekliği, Marlow’dan daha yaşlı olan kaptan ve birinci subay kişilerinin hareketsizlikleri, sakınımlılıkları ve de Marlow’dan deneyimsiz olan tayfanın zorluklar karşısında gösterdikleri dengesiz tutumlarla çok belirgin bir nitelik kazanmıştır. Geminin adının altında yazan ve üstünde  ısrarla durulan “Yap ya da öl!” buyruğu, denemenin, yapamamanın ve yaşamın her şeye karşın devam edecek olma olasılığının karşısında (maun masanın başında oturan bir zamanların denizcileri, artık birer avukat, muhasebeci ve şirket müdürü olmuşlardır) gençlik kadar uçucu bir söz olarak kalır. Denize karşı kazanılan kısa süreli başarılarla, kış ortasında beliren ömürsüz ama güzel güneş gibi kimi dingin görünümlerle zaman zaman soluklanan yolculuk, türlü felaketlerle gemiyi insanla deniz arasından çekince, başka bir deyişle deniz üstünde varoluşu sağlayan tek araç ortadan kalkınca, o zamana meydan okuma aracı taşıdığı tüm imgelerle denizin dibini boylayınca, gemiyi süren, gemiyi kurtaran ve aynı zamanda geminin sonunu da hazırlayan insan arzuları boşlukta kalır. Bu boşluk hissi, Conrad’ın yaşlı kaptanını yarı-deliliğe sürükleyecektir.

Bu kaptan yolculuğun başından beri sağlıklı kararlar vermekten uzak bir görüntü çizmektedir. Öte yandan, yaşanılan zorluklar karşısında, amaç uğruna mürettebatına gösterdiği neredeyse duyarsız tavırla genç Marlow ve tayfa üstünde hayranlık uyandırmıştır. Kaptanın da, çok uzun zamandır denizlerde olmasına ve yaşını başını çoktan almış olmasına karşın kaptan olarak çıktığı ilk yolculuktur bu. Kısacası, Marlow gibi genç değildir ve sabredecek zamanı yoktur. Sonunda uğradığı yıkım o yüzden herkesten daha büyük olur. Bir tek “geminin sonunu görmemiz gerek” der kendilerini kurtarmayı teklif eden denizcilere, kendi sonunu görmek ister gibi. Marlow ise gemiden ayrılıp bir flikanın olsun yönetimini ele geçirmekten mutlu olacaktır. Küçük kayığını ve iki kişilik tayfasını Doğu’nun herhangi bir sahiline taşımayı başarmaktan gurur duyacaktır. Batılı genç denizci için söylencesel bir yolculuktan sonra bir gölgesinden olsun kavranan gizemli Doğu, yaşamın geneline bakıldığında kazanılan en büyük değerdir. Ancak Marlow’un öyküyü anlatırken masa başında takındığı tavır ve yorumları dikkate alınınca (öyküsüne birçok kez iç geçirir gibi “şu şişeyi uzatsana” tümcesiyle ara verir), Conrad’ın bu öyküyle tüm anlatmak istediğinin insan edimlerinin anlamsızlığı ve boşunalığı olduğu ortaya çıkıyor. Metnin son paragrafında cilalı masayı sütliman bir denize benzeten Conrad insanın bir zamanlar göğsünü binbir zevkle dolduracağını düşündüğü memleketlerin hayalini kurduğunu ve o memleketlerden dönüşün o koca hayalleri karşılamadığını dile getiriyor.

E. Efe Çakmak’ın Türkçeye kazandırdığı ‘Gençlik’ ilk başlarda ‘Karanlığın Yüreği’ne bir ön çalışma olarak okundu, ama sonradan tek başına bir kısa roman, Conrad’ın “dil duyarlılığını, felsefi ve politik yaklaşım denemelerini ödünsüz biçimde sunan” bir büyük yapıt olarak okunmaya başladı.

Karamsar bir öykü

Öykünün karamsarlığının yanı sıra Conrad’ın felaketlerde olsun, gecede ve gündüzde büyük bir aşkla betimlediği deniz görünümlerinde olsun yakaladığı masalsı hava gençliğin ölümlülüğünü (dolayısıyla varlığını da) duyumsatıyor. Öykünün kahramanı Marlow’un yolculuğunda atıldığı (sadece bir barometreyi kurtarmak için bile yaşamını tehlikeye atabiliyordur gençliğinde) tehlikeleri hep “gençlik işte” diye, sanki küçümseyerek anlatması, o zamanlar sanki aklı başında değilmiş gibi davranması, buna karşın öykünün sonunda ulaştığı noktada yaşamın en güzel günlerinin o denizde geçen günler olduğunu, kükreyen ya da fısıldayan denizin üstünde, öylesine özlem duyulan gençlikte olduğunu söylemesi yaşamın ikircikliliğini çok güçlü biçimde yansıtıyor. Gençlik dolu dolu yaşanan zamanlara, serüvenlere, yitirilen güç ve inançlara, ulaşılamamış düşlerin anısına bir iç geçirme: “… gençliğim, gücüm, zekam, düşündüklerim ve elde ettiklerim, toyluğum ve saflığım-hepsi öldü… Neyse, boş verin.”

Nevcihan Oktar

Karanlığın Yüreğine Yolculuk

Raşel Rakella Asal

Genelde Joseph Conrad’ın “ KARANLIĞIN YÜREĞİ”ni eleştirmenler kişinin kendi benliğini bulma adına yapılan manevi bir yolculuk olarak değerlendirirler. Bazı eleştirmenler Conrad’ın simge ve sembolizmini Vergil’in Aeneid’inkine benzer geleneksel epik bir yolculuğu yansıttığını, kimisi de bazı bölümlerin Dante’nin İnferno’sunu yankıladığına dikkat çekerler. Kimi eleştirmenler ise kitabın psikolojik sembolizmle yüklü olduğunu vurgularlar. Bu görüşü paylaşanlar beyaz adam Kurtz’un ve roman kahramanı Marlow’nun bir eşi olduğunu ve Freud’un “ id” veya Jung’un gölgesini temsil ettiğini açıklarlar. Eser bir başka boyutta ele alındığında ise emperyalizmin eleştirisi olarak gözümüze çarpar. Yapıt Avrupa sömürgeciliğinin uygarlık maskesi altındaki korkunç yüzü, yirminci yüzyılın insanının ahlak yönünden çöküşü gibi değişik anlamlarda da okunabilir. Ne açıdan ele alınırsa alınsın, “ Karanlığın Yüreği” bu temalarla örülmüş bir içsel yolculukta, kişinin özüne ulaşabilme çabalarıdır.

Roman kahramanı Marlow’nun Belçika Kongo’suna yaptığı yolculuk Thames nehrinde başlar ve yine orada biter. Marlow  (asıl anlatıcı) kitap boyunca dört kişiyle muhatap olur. Teknenin güvertesinde gelişi güzel oturmuşlar gelgitin dinmesini beklerler. Muhatap olduğu kişilerden biri anlatıcı olur böylece hikâyenin iskeletini o saptar.  Conrad daha romanın başında anlatıcıyla okuru karşı karşıya getirecek bir yöntem kullanıp yazar-okur diyalogunu başlatacak zemini oluşturmuştur.  Gemici artık dinleyici, yani okur, konumundadır.*** (Jale Parla) 

 Asıl anlatıcı Marlow anlatıya sonradan girer.  Sesini ilk duyduğumuz anlatıcı, Thames ağzındaki limanda demir almak için suların yükselmesini bekleyen Nellie teknesinin bir gemicisidir. Anlatı bir sinema kamerasının gezinmesini andırır biçimde Nellie’nin güvertesindeki kişilere yönelir.  En sonunda, sağ kıçta bağdaş kurmuş’ oturan, ‘yanakları çökük, teni soluk, sırtı dik’ ve görünüşü bir ‘Tanrı heykelciğini andıran’ Marlow’da durur.

 Anlatıcı Marlow daha yolculuğa başlamadan önce,  dünyanın karanlık yerlerine değinir, bu kıtanın gizemini, denizciliğin en uç noktalarına, bu yolculuğu bir kıtanın ortasına değil de dünyanın ortasına yapmış olduğundan bahsetmesi daha ilk satırlarda bu yolculuğun her hangi bir yolculuk olmadığı ve ardında bir keşfin yattığını okuyucuya sezdirir.

 “ ve burası da” dedi Marlow birden, dünyanın karanlık yerlerinden biriydi…(s.8)

‘sanki bir kıtanın orta yerine değil de,dünyanın orta yerine gidiyormuşum gibi geldi bana”(s.19)

 “ nasıl olduysa, çevremdeki her şeyi birden aydınlatıverdi sanki,  düşüncelerimi de.

Ama yeteri kadar karanlıktı da –hem de acı uyandırıcı. Hiç olağanüstübir şey değildi – pek açık da değildi.Hayır, pek açık değildi. Ama yine de bir bakıma aydınlatıcıydı”(s.11) 

Ayrıca, Marlow’nun aldığı pozisyon onun bir iç yolculuğa çıkacağını ima eder  okuyucuya.

“ Marlow geride, sağ kıçta bağdaş kurmuş, mizana direğine yaslanmıştı. Yanakları çökük, teni soluk, sırtı dikti, görünüşübir keşişi andırıyordu. Sarkık kolları,dışa dönük avuçlarıyla bir tanrıheykelciğe benziyordu.”(s.6)

 İlginçtir. Marlow monologunu sürdürdükçe Thames nehri Afrika’daki bir nehre dönüşür belleğinde. Nehirde ilerlerken, zaman, takvim ya da saat zamanı olmaktan çıkar ve düşsel zamana dönüşür.  Bu düşsel zaman insanın en ilkel yaşamına ait bilinçdışı anıları çağrıştırır.  İnsanın gerçeği buralarda bir yerlerde gizlidir.***(Jale Parla)

“sular değişti, saçtığı huzur parlaklığını yitirdi, ama derinleşti. Geniş, yaşlı ırmak, dünyanın uçlarına dek uzanan bir su yolunun dingin ağırbaşlılığı içinde, kıyılarında yaşayan insanlara çağlar boyunca yaptığı hizmetlerden sonra, günbatımında, kımıltısız duruyordu… gerçekten de, denizi saygı ve sevgiyle“ izlemiş” bir adamın, Thames’in aşağı bölümlerinde, geçmişin ulu ruhunu anması kadar kolay bir şey yoktur.”(s.7)

Thames da Kongo da farksızdır. Thames eski çağlarda Romalılara ne ifade etmişse, çağımız Kongo’su da onu ifade eder. Çağımız emperyalizmi eski çağlarınkinden farksız değildir.

‘ Çok eski zamanları düşünüyordum, Romalıların buraya ilk geldikleri zamanları, bin dokuz yüz yıl öncesini –‘‘(s.8) “Aslında pek öyle önemli adamlar da değillerdi bunlar. Sömürgeci falan eğildiler.Yönetimleri bir baskı aracından başka bir şey değildi, sanırım. Birer fatihtiler, bu da kaba güçten başka bir şey gerektirmiyor.(…) Yalnızca elde etmiş olmak uğruna, ellerine geçeni kaptılar…”(s.10) “… dünyanın fethi, yani dünyanın, rengi bizimkinden farklı, ya da burunları bizimkinden az daha yassı insanların elinden alınması işi, üzerinde düşünülecek olursa, pek de hoş bir şey değil”.

Bir Fransız gemisiyle Kongo’ya gider….

“ırmak da oradaydı – büyüleyici –öldürücü – yılan gibi, off!”(s.15)

Marlow emperyalizmin bu kıtaya verdiği zararları gözler. Kongo’yu Batılı uygar adam yağmalamıştır. Bu çağdaş uygarlığın geldiği açgözlü noktadır. Kongo’da biraz altın ve fildişi uğruna cinayet işlenmektedir. Beyaz adam yalnızca elde etmiş olmak uğruna, eline geçeni kapmıştır. Yaptığı, şiddetli bir soygundan, geniş çapta bir kıyımdan başka bir şey değildir. Üstelik gözü hırstan kapanmıştır. Kendi görüşlerini şöyle ifade eder:

‘Onlar fatihtiler ve bunun için gereken yalnızca kaba kuvvettir – sahip olmakla övünülecek bir şey de değildir bu,çünkü senin gücün başkalarınıngüçsüzlüğünden doğan bir kazadır yalnızca’ (s.31)

Fildişi sözcüğü havada yankılanıyordu, fısıldanıyordu, iç çekişleriyle terenim ediliyordu. Bu sözcükle dua ettiklerini düşünebilirdiniz’ (s.52)

“ … uçurumdan gelen bir patlama sesi daha, bana birden o kıtaya ateş eden savaş gemilerini anımsattı. Aynı korkutucu gürültüydü…”

“… şiddet iblisini gördüm, tutku iblisini gördüm,yanan şehvet iblisini gördüm; ama bunlar – Allah kahretsin! – güçlü,canlı, gözü kanlı, insanları – insanları! – sarsıp sürüyen iblislerdi”

Bu yerli halk için de şu sözleri kullanır:

“ yavaş, yavaş ölmekteydiler – apaçıktı bu. Düşman değildiler, hükümlü değildiler, dünyayla ilgili hiç bir şey değildiler artık… hastalığın ve açlığın kara gölgelerinden başka bir şey değildiler”. 

Marlow bir yerliyi tasvirinde boynuna “ bir parça beyaz yün kumaş” (s.25) bağladığına dikkat çeker. “ Deniz aşırı yerlerden gelme bu kumaş çok çarpıcı duruyordu kara boynunda” diye yorum getirir. Bu beyaz yün parçasının beyaz adamın yerliye verebileceği tek şey olduğu düşüncesi kafasında iyice belirginleşir. Aynı zamanda böyle bir ortamın ne kadar gerçek dışı olduğunu da vurgular. O mekân yerlilerin doğal ortamıdır. Yapay olan yerlilerle, beyaz adamın ortak yaşamıdır. Medeniyet o ortamda bir aldatmacadır.

 “ … toprağın sessizliği insanı yüreğinden vuruyordu – gizemiyle, görkemiyle, gizli yaşamın akıl almaz gerçekliğiyle”. 

Medeniyet ile doğa arasında bağlantı kumaya çalışır, beceremez ve kendisine şu soruyu yöneltir?

 “… kazara burada bulunan bizler neydik? O sessizliği yönetebilecek miydik, yoksa o mu bizi yönetecekti? O dilsiz – belki de sağır – olan şeyin ne büyük, ne akıl almaz ölçüde büyük olduğunu sezdim. Ne vardı orada? Oradan biraz fildişi geldiğini görüyordum…”  “… istekleri, dünyanın içindeki hazineleri söküp çıkarmaktı, ama amaçları bir kasa hırsızınkinden farksızdı”. 

Marlow’ un gördükleri bütün değer yargılarını birden yıkmıştır. Batı medeniyetinin geleneksel insan değerlerini temsil ettiği inancı sarsılmıştır. Bu noktada medeniyetin kendi çıkarı uğruna istismar edici gücünü görür.

Bu zaman zarfında Marlow beyaz adam Kurtz hakkında epey bilgi edinmiştir. Bölük pörçük konuşmalardan Kurtz’u tanımaya çalışır. Kurtz’ un çok sayıda, hem de en iyisinden fildişi tedarik eden birinci sınıf ajan olduğunu öğrenir.

“ söyleyin bana, ne olursunuz” dedim, “ kimdir bu bay Kurtz?” “ iç şubenin müdürü” dedi, kısa kesip. Gülerek….Bir süre konuşmadı. “ bir dahidir” dedi sonunda. “ acımanın, bilimin, gelişmenin, daha da kim bilir nelerin elçisidir”.(s.37)

Marlow Kurtz’a yaklaşmak ve onunla tanışmak için sabırsızlanır.

“dönemeçli rotamızın yüksek duvarları arasında, sessizliğe doğru yolumuzu sürdürüyorduk…( ) ırmağın akıntısına karşı kıyı kıyı giden, büyük, direkli bir avluda badi badi ilerleyen bir böcek gibi… ( )küçük de olsa, böcek ilerliyordu – istenen de buydu zaten… Benim içinse Kurtz’a doğru – yalnız Kurtz’a doğru –ilerliyordu…’’(s.53)

Leo Gurko’nun yorumuna göre bu noktada emperyalist tema, kişisel tema ile iç içe geçer ve kendini bulma serüveninin habercisine dönüşür.

Marlow yerlilerle iç içe yaşadıkça daha derin gerçekleri kavramaya başlar. Mürettebattaki yerlilerin aç oldukları halde beyazları yemediklerine tanık olur.

“ yakala onu” dedi birden…( ) ‘yakala onu. Bize ver.” “ size ha? diye sordum. Ne yapacaksınız onları? “ yiyeceğiz” dedi….( ) Onun ve arkadaşlarının çok aç olduklarını düşünmeseydim, dehşete düşebilirdim.(s.60)

“… tüm kemirgen açlık şeytanlarının adına, niçin bize saldırıp – biz beş kişiydik, onlar otuz – iyice karınlarını doyurmadıklarına hala şaşarım.”

“… ama onları engelleyen bir şeyin, olanak hesaplarını alt üst eden o insan gizlerinden birinin burada da etkisini gösterdiğini anladım. “… kısa bir süre sonra beni yiyebileceklerini düşündüğümden değil; ama birden, onlara yeni bir ışık altında bakıyormuşum gibi…(s.61)

“… hiç bir korku açlığa karşı direnemez, hiçbir sabır onu aşındıramaz, açlığın olduğu yerde iğrenme var olamaz…(s.62)

Yamyam mürettebat kolaylıkla otuz beyaz adamı yiyebilirdi. Onları engelleyen neydi diye Marlow sorgulamaya başlar. “ Hurafe, iğrenme, sabır, korku – ya da ilkel bir onur duygusu muydu bu?” sorusuna hiçbir yanıt veremez. Onların hangi sebeple kendilerini tuttuklarını hem anlayamaz hem de bir açıklama getirmekte zorlanır. Onların bu tutumlarını “ onunla doğulan bir iç güç’e bağlar. Bu öyle bir değerdir ki modern insanda bulunmaz. Marlow şöyle seslenir okuyucularına:

“Anlayamazsınız. Nasıl anlarsınız?- ayağınızın altında sağlam kaldırım, çevrenizde sizi alkışlamaya, üstünüze düşmeye hazır iyi yürekli komşular, polisle kasabın arasında kibar adımlar atıp rezaletten, darağacından ve tımarhaneden korkarak yaşıyorsunuz…’’(s.71)

Marlow iç istasyona vardığında, orada karşılaştığı bir Rus’tan Kurtz’u yerli halkın çok sevdiğini ve onun gitmesini istemediklerini hayretle öğrenir. Götürülmemek için gemiye sarılması komutunu Kurtz’un verdiğini öğrenir. Rus Kurtz hakkında konuşurken, Marlow da merakını yenmek için dürbününü almış, kıyıya, Kurtz’un evine ve arkasındaki ormana bakar. Sonra ani bir hareketle yıkık çitin direklerinden birini görür. Diğer direklere baktığında, direklere geçirilmiş “… kara, kuru, pörsük, gözleri kapalı” kafalar görür. Bunlar isyancıların kelleleridir. Marlow Kurtz’un çeşitli tutkularını doyururken kendini yeteri kadar denetleyemediğini, kişiliğinde bir eksiklik olduğunu ifade etmekten kendini alamaz.

Kurtz’un sedyesi gemiye taşınırken şirketin müdürü Marlow’a Kurtz’un şirkete yarardan çok zararı olduğunu söyler.  “… zamanın böyle kesin eylemlere elverişli olmadığını anlayamadı Sakınganlık, sakıngan olmak – benim ilkem bu. Sakıngan olmalıyız hala. Bu yöre bize uzun bir süre kapalı kalacak. Çok kötü! Tecim işlerimiz çok sarsılacak. Fildişinin bol olduğunu yadsımıyorum – çoğu fosil. Bunları kurtarmamız gerek, kesin bu – ama bakın, durum ne kadar tehlikeli – niçin? Çünkü yöntem sağlıksız”. ‘Buna’, dedim ‘ sağlıksız yöntem mi diyorsunuz?’ ‘ Kuşkusuz’, dedi coşkuyla. ‘Siz öyle demiyor musunuz?…’ “… yöntem değil ki bu” diye mırıldandım bir süre sonra. ‘Tamam işte,’ dedi sevinçle. ‘Böyle olacağını biliyordum. Tam bir sağduyu eksikliği. Bunu ilgili yetkililere bildirmek görevimdir”. (s.91) “… gözden düşmüştüm artık, birden Kurtz’la bir tutulmaya, zamanı henüz gelmemiş yöntemlerin taraftarlarından sayılmaya başlandım: Ben de sağlıksızdım!’ (s.92)

Marlow denizlere açılmış, dünyayı tanımış, deneyler, düşünceler edinmiş, dağarcığını genişletmiştir. Kango’daki yaşadıkları onu emperyalizm hakkında bilgi sahibi yapmıştır. Bu konuda aydınlanmış olarak İngiltere’ye döner. Artık sokaklarda dolaşan o kendini beğenmiş insanlara tahammül yoktur. Onlar dünyaya meydan okumadan yoksun ve tehlikeden habersiz yaşamlarını sürdürenlerdir. Öldürücü bir uyuşukluğun pençesindedirler. Hayat anlayışları sadece rahatsız edici bir gösteriştir. Bu yüzden onları değerli bulmaz ve onlara serüvenini aktarmada isteksizdir.

” Kendimi gene o mezar kentinde buldum. Birbirlerinden biraz para yürütmek, o iğrenç yemeklerini gövdelerine indirmek, o sağlıksız biralarını içmek, o önemsiz, aptalca düşlerini^görmek için sokaklarda koşuşan adamlara kızıyordum. Düşüncelerime saygısızlık ediyorlardı. Yaşam üzerine bilgileri sinir bozucu birer yalan olan saldırganlardı bunlar, bunlar, çünkü benim bildiklerimi bilmelerinin olanaksız olduğuna inanıyordum…( ) Onları aydınlatmak için bir istek yoktu içimde, ama kendilerine verdikleri o salakça önemin doldurduğu yüzlerine gülmemekiçin zor tutuyordum kendimi bazen”.(s.104)

Romanın sonunda Conrad Marlow’yu Budha pozisyonunda portreler. Marlow’nun Avrupai giysiler içinde Budha pozisyonunu alması, tecrübesinin evrenselliğini ve doğu – batı kültürlerinin sentezini vurgular. Yine de, Marlow’dan başka bu tecrübenin önemini ve insanlığın karanlık yönünü açıklığa kavuşturmasındaki aydınlatıcı öğeyi kimsenin anlaması beklenemez. Marlow yaşadıklarının anlatılamayacağını durmaksızın yineler

. ‘Yaşamdan tek umulacak şey, insanın biraz kendini öğrenmesi – o da geç gelir hep – ve sönmek bilmeyen bir yoğun pişmanlık. Ölümle dövüştüm ben. Düşünebileceğiniz en can sıkıcı karşılaşmadır bu. Elle tutulmaz bir pusun içinde yer alır, ayağının altında bir şey yoktur(…) Bilgiçliğin son aşaması buysa eğer, yaşam sandığımızdan da gizemli bir bilmece demek’ Son sözü söyleme fırsatının geldiği ana varmama kıl payı kalmıştı, büyük bir olasılıkla da söylenecek hiçbir şeyim olmayacağını utanarak gördüm. Kurtz’un olağanüstü bir adam olduğunu bu yüzden doğruluyorum. Söyleyecek bir sözü vardı. Söyledi!”(s.103)

“ Esrarlı” “ konuşulamaz” , “ anlaşılamaz”, “ akıl sır ermez”, “ifade edilemez”, ‘’kavranamaz” gibi kelimeleri sık sık tekrarlar. Bu bilmecenin gizinin çözülemez olduğunu vurgular. Yoğun bir simgesellikle yüklü bir anlatının yorumu tümüyle okura bırakılır. Okurun yorumu ölçüsünde çözülecektir bu giz. Ama anlatıcı birbiri ardına sıraladığı paradoks ve ironilerle bu yorumu olabildiğince bulandırır.***(Jale Parla)

Artık öyküsünü anlatmıştır. Kendi benliğini bulma serüvenini bitirmiştir. Lotus pozisyonunu alır ve tekrar “ hiç tükenmeyen o kendi benliğini bulma” yolculuğuna doğru yeni bir yol alır. <(p>  “ Marlow sustu, düşünen bir Buda görünümünde, herkesten uzakta, belirsiz, sessiz kaldı. Bir süre kimse kımıldamadı”(s 113)

 Stewart C.Wilcox’a göre Marlow’nun aydınlanması ve arınması insan oğlunun en karanlık noktalarını keşfetmesinde gizlidir. Bu noktada Marlow Buda öğretilerine uygun olarak arınmıştır. İnsanlığı kurtarıcı rolünü üstlenmiştir. Artık Nirvana’ya girmeye hak kazanmıştır.

* * *

Avrupa uygarlığı, Fransız devrimiyle birlikte, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi ilerici kavramlarla, hem Avrupa’yı, hem dünyayı aydınlattı. Bütün dünya Avrupa uygarlığını ‘ulaşılması gereken hedef’ olarak gördü. Avrupa, Fransız devriminin etkisinde eşitlik, kardeşlik, özgürlük kavramlarının savunucusu olduysa da daha sonraki yıllarda bu devrimci özelliğini yitirerek barışçı tutumunu bırakıp saldırgan bir politika izledi; sömürdüğü ülkelerin özgürlüğünü, eşitliğini, kardeşliğini unuttu. 

George Orwell 1949 da yazdığı ‘1984’ adlı yapıtında emperyalizmi şöyle ifade eder:

“Piramidin tepesinde Büyük Birader vardır: Büyük Birader yanlışlık yapmaz, tüm güç onun elindedir. Her başarı, her zafer, her buluş, bütün bilgi, bütün mutluluk, bütün erdem onun önderliği altında var olur ve ondan esin alır. Kimse bugüne kadar Büyük Birader’i görmüş değildir. Kendisi posterlerde bir yüz, tele ekranda bir sestir. Ne zaman doğduğu bilinmez, ama asla ölmeyeceği ortadadır.”

Gabriel Garcia Marquez’in ise “Yüzyıllık Yalnızlık” ta emperyalizmi şöyle portreler:

 “Trenin geldiği çarşambalardan birinde, bu soytarı kılıklı adamların arasında ayağında külot pantolon ve tozluk, başında mantarlı şapka, gözünde tel çerçeveli gözlükle, boncuk gözlü, sıska horoz derisi gibi sarkık yanaklı, şiş göbekli, otuz iki dişi hep ortada gezen Mister Herbert çıkageldi. Mister Herbert yemeğini Buendialar’da yedi…Yemek boyunca yemek odasında asılı durmasına alışılmış koca muz hevengi sofraya getirilince, Mister Herbert gönülsüzce uzanıp bir tane muz aldı. Ama yedikçe yemeye koyuldu. Bir yandan konuşuyor, bir yandan da oburlukla değil, bir bilgin dalgınlığı içinde muzları koparıp koparıp ağzına atıyordu. Birinci hevengi bitirdiği zaman, bir daha istedi. Sonra yanından eksik etmediği avadanlık çantasından birtakım büyüteçler, aynalar çıkardı. Bir elmas tüccarı kadar dikkatli, muzu güzelce inceledi özel bir bıçakla ikiye böldü, parçaları hassas terazide tarttı ve muzun çağını, tabanca kalibrelerini ayarlamakta kullanılan çap pergeliyle hesapladı. Sonra çantasından daha başka aygıtlar çıkartarak, bunlarla ısı derecesini, havadaki nemi ve ışık yoğunluğunu ölçtü…Daha sonraki günlerde ..….trenden bir grup mühendis, su mühendisi, toprak mühendisi, topograf ve sürveyan indi…….yağmur mevsimi değiştirdiler, hasat dönemini hızlandırıp yılda birkaç kez ürün almaya başladılar ve nehri her zamanki yerinden kaldırıp beyaz taşları ve buz gibi suyuyla birlikte kasabanın öte yanında, mezarlığın arkasına kondurdular…Az zamanda öyle çok değişiklik oldu ki, Mister Herbert’in ilk gelişlinden sekiz ay sonra, eski Macondolular kendi kasabalarını tanıyamaz oldular. O zaman Albay Aureliano Buendia, “Gringo’nun birine muz yedirdik diye şu başımıza açtığımız işlere bakın.” dedi. 

Kenya kurucu devlet başkanı emperyalizmi şöyle tanımlıyordu:

“Batılılar geldiklerinde ellerinde incil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize, gözlerimizi kapayarak dua etmesini öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda ise; bizim elimizde incil, onların elinde topraklarımız vardı.”

Üç yüz yıl boyunca beyazlar tarafından yönetilen Güney Afrika Cumhuriyeti’nde, 27 Nisan l994’te gerçekleştirilen ve ilk kez özgürleşen siyahların da katıldığı genel seçimlerde, devlet başkanlığına Nelson Mandela getirilmişti. Nelson Mandela, halkını özgürlüğüne kavuşturabilmek amacıyla amansız bir savaşa girişmiş, bu amaç uğruna, yaşamının yirmi yedi yılını hapishanede geçirmeyi göze almıştı. ‘Özgürlük hareketi benim yaşamımdır ve yaşamımın sonuna değin Afrika’nın cesur oğulları ve kızlarıyla yan yana bu savaşımımı sürdüreceğim” diyerek ‘ırkçılıktan özgürlüğe” geçişi kan dökülmeden gerçekleştirmişti. Üç yüz yıl boyunca ülkeyi yönetmiş olan beyaz Güney Afrikalılar (Hollanda ve İngiliz kökenliler), kendi dilleriyle eğitimden vazgeçmemek koşuluyla, iktidarı siyahlara barışçı bir biçimde devretmişlerdi. 

1994 seçimlerinin ertesinde halkına hitaben yaptığı konuşmasında, “Affet, ancak unutma” sözleri ile tarihe geçmiş, kendisine bu denli acılar çektiren beyazları affettiğini dile getirmişti.

Ekim, 2008 

Kaynakça:

*Guerard, Albert J. – ‘The Journey Within’: in ‘Heart of Darkness’, New York: W. W. Norton and Company, Inc. 1971 (collected essays)
*Gurko, Leo – Conrad’s Ecological Art’ in ‘Heart of Darkness’ , New York: W. W. Norton and Company, Inc. 1971 (collected essays)
*Jale Parla – Don Kişot’tan Bugüne Roman, İletişim yayınları, 2000 
*Akşit Göktürk – Okuma Uğraşı, İnkilap yayınları, 1988

Aforizmalar 

“insan hayatı bir sigara paketine yazılabilecek kadar basittir aslında; insan doğar, acı çeker ve ölür…”

“nasil ruya goruyorsak oyle yasariz: yalniz!”

“yazmak, anlaşılması güç bir iç gerekliliktir.”

“derken gözlerimin önünde koskoca bir şehir belirdi. insan eliyle yaratılmış gücü sayesinde göklerin öfke ve sevincini hiçe sayan, yeryüzünün ışığını zalimce yutup tüketen, bazı kıtalardan çok daha kalabalık, dev bir şehir. bu şehirde her türlü öyküye ortam olabilecek kadar bol yer, tüm güçlü duyguları barındırabilecek derinlik, her türlü olaya uygun düşecek farklılıkta toplumsal bir çevre, beş milyon kişiyi gömmeye yetecek kadar da karanlık vardı.”

“düşünceliydik. dinginlik içinde boşluğa bakmaktan başka bir şey çekmiyordu canımız…”

“yüzleşmek, her zaman yüzleşmek; işte başarmanın yolu budur. yüzleş.”

Share.

About Author

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

fuck you google, child porn fuck you google, child porn fuck you google, child porn fuck you google, child porn