12 Eylül Faşist darbesi 31 yaşında…
DÜNYANIN BAŞHAYDUTU, KANLI ZALİM ABD, 31 YIL ÖNCE BUGÜN, 12 EYLÜL FAŞİST DARBESİNİ YAPTIRTMIŞ, HALKLARIN KARDEŞLİĞİNE GÖLGE DÜŞÜRMÜŞ VE KAN DÖKTÜRMÜŞTÜ.
Kenan Evren’in emir komutasında, faşist cunta ile darbenin ilanından sonra yüzlerce sivil, örgüt üyesi, gazeteci, masum vatandaş tutuklanmış, kimileri dar ağacında sallandırılmış, kimileri ağır işkencelere maruz bırakılmıştır. Bugün öldürülen bu insanların ve yaşanılan acıların hesabını verebilecek hiç kimse yok. O günden bu yana hiç birşey değişmedi, faşistler yine oradalar. Fakat bir gün faşizmin acımasız silahı, kendinize dönecek ve faşizm kendi kendini yok edecektir.
Aramızdan ayrılan, o insanları saygı ile anıyoruz.. Acımız hala ilk gün ki gibi yüreğimizin derinliklerindedir.
Herşeye rağmen, yaşasın halkların, insanların kardeşliği.. Yılmıyoruz, çünkü kimsenin gücü sevgiyi ve iyiliği tüketmeye yetmez. Biz mücadele ruhumuzu ve gücümüzü sevgiden ve yaşamdan alıyoruz. Bizler yaşama derin kökleriyle bağlı olan, bütün acılara rağmen değişmeyen insanlarız..
12 Eylül’ün gerçeklerini tam olarak benimseyememiş, akılında hala soru işaretleri olan okuyucular için, geniş bir derleme hazırlamaya çalıştım. Dilerim sabırla okuyup herşeyi gözden geçirebilirsiniz. Makalenin yorum kısmında saygı ve sevgi kuralları çerçevesinde karşılıklı tartışabilir ve sorular sorabilirsiniz.
Olayı yaşayan ve inceleyenlerin kısa demeçleri ;
Korkunctu… o insanlari asla tarih affetmeyecek, benim bir ögretmen arkadasimin kardesini astilar, bir örgüte üye diye, bir sey yapmamisti, toplu olarak yargiladilar, baska türlü asamazlardi, arkadasin hergün neler cektigini anlatamam.. sonra ölüsünü almaya gittiklerinde, cenazeyi ayaklari ile iterek, alin demisler… yani anlatamam, o evren denen seytandan igreniyorum.
Yasemin Gerçek, 11 Eylül 2011
Ülkede; özellikle 70’li yılların başında yükselen ilk silahlı devrimci yapılanmalar (THKP-C,TKP-ML,THKO gibi), zaman içersinde kitle içersinde yankı uyandırdı. Özellikle Fatsa’da DEV-YOL’dan “Terzi” Fikri’nin etkisi, sosyalist bir sistemin ilk çekirdek deneyimi gibi algılandı ve egemenleri ürküttü, dolayısıyla 1980’in Temmuz ayında “nokta operasyonu” ile bu deneyim bastırıldı.
Kaba hatlarıyla, her ne kadar aşırı sağ içersinde militanlar da tasfiye edildiyse de, esas baskı “sol” üzerineydi. 12 Eylül’ün ekonomik boyutu ise; mesele, T. Özal’ın,İMF ile imzalanan anlaşmalara dayalı, yabancı sermayeyi güçlendirici, özel sermayenin talanını serbest bir hale getiren ekonomik politikalarının (24 Ocak Kararları) rahatlıkla yürürlüğe girmesi ve bir direnişle karşılaşmaması için,her türlü muhalefeti açık faşist diktatörlükle yok etme politikasıdır.
Ahmet Otçu, 11 Eylül 2011
12 Yaşındaydım. Babamı bir gece yarısı askerlerin apar topar götürdüğünü hatırlıyorum, sebebini anlamamıştık. Sonra annemin abimin kitaplarını yaktığını. Sonra bahçemizden aniden bir genç koşarak gitti arkasından askerler, orada vurdular onu, kötü zamanlardı şimdilerde anlıyorum. Geceleri sürekli çatışmalar olurdu biz protestolara götürülürdük.. Önlük yakamızı çıkarırlardı, yas için ölenlerin yasını tutardık.. Büyük bir kaostu.
Leman Turgut, 11 Eylül 2011
12 Eylül AKP ile sürüyor, (Güncel Haber)
12 Eylül Darbesi’nin 31. yıldönümü dolaysıyla ortak açıklama yapan DİSK, KESK, TMMOB ve TTB, 12 Eylül’ün AKP iktidarı tarafından sürdürüldüğünü kaydetti. Açıklamada, 12 Eylülcülerin yargılanması istendi.
Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK), Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK), Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) ve Türk Tabipleri Birliği (TTB), 12 Eylül 1980 Askeri Darbe’nin yıldönümü dolaysıyla ortak yazılı açıklama yaptı. 12 Eylül’ün demokrasi ve özgürlüklerin gelişmesinin önündeki en büyük engel olduğu belirtilen açıklamada, darbeciler tarafından hazırlanan yasaların 31 yıldır geçerliliğini koruduğuna dikkat çekildi. “12 Eylül’ün siyasi, sosyal ve ideolojik sonuçları hâlâ geçerlidir” denilen açıklamada, şu görüşlere yer verildi:
12 EYLÜL AKP İLE SÜRÜYOR!..
Hesap sorulmayan 12 Eylül anlayışı demokrasi ve özgürlüklerin gelişmesinin önündeki en büyük engeldir!
12 Eylül askeri faşist darbesinin üzerinden 31 yıl geçti. Fakat 12 Eylül hukuku hâlâ geçerlidir, hâlâ güncelliğini korumaktadır, 12 Eylül Anayasası temel hükümleriyle hâlâ yürürlüktedir. 12 Eylül yöneticileri tarafından çıkarılan yasalar ve kurumlar da bugün yürürlüktedir.
Bizzat darbeciler tarafından hazırlanan çalışma yasalarının 31 yıldır geçerliliğini koruyor. 12 Eylül’ün siyasi, sosyal ve ideolojik sonuçları da hâlâ geçerlidir.
Bugün insan haklarından, Kürt sorununa, sendikal hakların ayaklar altına alınmasından adalet mekanizmasına, basın yayın araçlarındaki sansürden üniversite özerkliğinin yok edilmesine, şovenizmin yaygınlaşmasından militarizm övgüsüne… ve krizi hızlandıran ekonomik politikalara kadar hayatımızı karartan bütün uygulamaların kökeninde 12 Eylül’de çizilen toplumu yeniden biçimlendirme projesi vardır. Bu projenin sonuçları kendisini bugün her alanda yozlaşma, çürüme, çözümsüzlük olarak göstermektedir.
12 Eylül faşizmi koşullarında, bir askeri yönetimin baskı ve terör uygulamalarıyla desteklenen ekonomik önlemler paketinin sonuçları, 12 Eylül’ün sınıf rengini bütünüyle ortaya koymaktadır. 24 Ocak Kararları’yla başlayan süreçte halktan tekellere büyük değerler aktarıldığı daha açık görülmektedir ve bu dönemde zenginler daha zenginleşmiş, fakirler daha fakirleşmiştir. Yani 12 Eylül’de halk kaybetmiş, tekeller kazanmıştır!
Bu ülkede 12 Eylül’e giden karanlık yolda 1 Mayıs 1977 yaşanmıştır. 40’ın üzerinde yurttaşımız katledilmiştir. Bu ülkede Maraş-Çorum-Sivas katliamları yaşanmı, yüzlerce insan kadın, çocuk, yaşlı demeden vahşice öldürülmüştür.
Bu ülkede üniversiteli gençlerimizin üzerine kurşunlar sıkılmış, bombalar atılmış ve yüzlerce gencimiz öldürülmüştür.
Bu ülkede ilerici – devrimci akdemisyenler, emniyet müdürleri – gazeteciler siyasal suikastlara uğramışlardır.
Bu ülkede günde onlarca kişinin öldüğü – öldürüldüğü günler yaşanmıştır. El bombaları – makineli tüfekler günlük hayata girmiş, işkenceler mahalle karakollarına kadar yaygınlaşmıştır.
Bu ülkede, yurttaşlar bizzat devlet tarafından ayrımcılığa uğramış, kültürleri reddedilmiş, kimlikleri inkâr edilmiş, evlerinden, köylerinden yurtlarından sürülmüş ve yine devlet tarafından yıllarca unutamayacakları acılar yaşatılmıştır.
Gencecik insanlar darağaçlarına çekilmiş, “kaçtı” diye vurulmuş, işkencede katledilmişlerdir.
Sendikalar, partiler, dernekler kapatılmış, mallarına el konulmuş, binlerce insan yargılanıp fişlenmiş, gazeteler, kitaplar, filmler toplatılıp yakılmış, insanlar sürgünlere gönderilmiştir.
Dünyada pek çok ülkede benzer karanlık dönemlerle hesaplaşılmış, sorumlular yargılanarak cezalandırılmış fakat ülkemizi 50 yıl geriye götüren, bütün bu acıları yaşatanlardan hesap sorulmamış, aksine korunmuşlardır.
Günümüzde ise bu erozyon AKP iktidarı tarafından sürdürülmektedir.
AKP genel seçimlerden aldığı çoğunluk iradesini, devlet ve toplum üzerinde tam bir tahakküm kurma gerekçesi olarak kullanmakta, sivil toplumu ve devleti kuşatmakta, başkanlık sistemine yönelen “tek parti” siyaset çizgisi izlemektedir.
AKP, geleneksel devlet yapısını “demokratikleştirdiği” demagojisini yaparken, esasen yaptığı şey, YÖK, RTÜK, HSYK ve diğer 12 Eylül kurumları da dahil olmak üzere, bütün antidemokratik yapıları AKP’lileştirmekten ibarettir. Kendi medyasını, polisini, yargısını yaratarak herkesi dinleyen ve izleyen büyük bir gözaltı düzeni, kendisine biat eden bir toplum oluşturmak istemektedir.
Bu süreçte ülkemizdeki tüm muhalif unsurlar giderek baskı altına alınıp edilgenleştirilmekte ve susturulmaktadır. Böylelikle Türkiye, uluslararası sermayenin kolaylıkla avlanacağı özel bir alana dönüştürülmek istenmektedir. Bu amaçla tüm kurumların önce içi boşaltılarak değersizleştirilmekte, sonra da bir pazarlama tekniği olarak yok pahasına peşkeş çekilmektedir.
12 Eylül’ün bile dokunmaktan çekindiği Kıdem Tazminatı hakkımıza göz diken AKP hükümeti Cumhuriyet tarihinin en büyük saldırısına hazırlanmaktadır.
AKP iktidarı döneminde sendika kapatmaları ve gözaltılar sürmektedir. Domino taşları gibi birbirini tetikleyen bütün bu olumsuzluklar dini bağnazlığı ve ırkçılığı kışkırtmakta, farklı düşünenlere karşı linç psikolojisini gündelik hayatın ayrılmaz bir parçası haline getirmektedir.
Toplumumuz yüzyıllardır birbirlerine “kardeşim” diye seslenen bir dayanışma ve barış kültüründen uzaklaştırılarak Türk-Kürt düşmanlığının dipsiz uçurumuna doğru itilmektedir.
Bu ülkede halkın birarada yaşama arzusu yine yöneticiler tarafından rencide edilmekte, kardeşlik yerine düşmanlık, eşitlik yerine ayrımcılık, barış yerine savaş ikame edilmektedir. Savaşı, daha büyük bir savaşla çözmeye çalışan, ülkeyi kan, gözyaşı, acı ve yoksulluğa sürüklemeye çaba gösteren başka bir yönetimi dünyada bulmak zordur.
Etnik ve dinsel farklılıklardan doğan gerilimlerin artarak devam ettiği günümüz koşullarında, herkesin temel hak ve özgürlüklerine sahip olmasıyla sağlanacak toplumsal bir barış çağrısının önemi artmaktadır.
– Savaş çığırtkanlığının arttığı,
– Şiddetin ve şiddet kültürünün toplumun dokularına yöneldiği,
– Emeğe karşı saldırıların hız kesmeden sürdüğü,
– Emekçilerin ana gündemi olan işsizliğin, yoksulluğun ve pahalılığın arttığı,
– 12 Eylül 1980 darbesi ile faili meçhullerin, işkencelerin, idamların, yüzbinlerce gözaltı ve tutuklamaların karanlıkta bırakılması ve 12 Eylül darbecilerinin hâlâ yargılanmamış olmasının önümüzde tarihsel bir görev olarak durduğu koşullarda toplumsal muhalefetin sesini yükseltmesi de tarihsel bir gerekliliktir.
Kürt ve Türk emekçilerinin sömürüye ve kapitalizme karşı mücadelesinin örgütlenmesi, temelde, barış içinde özgürlükçü bir geleceğin öngörülmesiyle mümkündür. Türkiye’nin temel ihtiyacı ve toplumsal barışın gerçek yolu, hak ve özgürlüklerinin geliştirilmesine dayalı bir demokratikleşmeden geçmektedir.
12 Eylül bütün sonuçlarıyla ortadan kaldırılmalı ve başta Kenan Evren olmak üzere bütün 12 Eylülcüler yargılanmalıdır!
Erdal Eren Kimdir ?
Erdal Eren (25 Eylül 1964, Şebinkarahisar, Giresun – 13 Aralık 1980, Ankara), 12 Eylül Darbesi öncesinde bir askeri inzibat erini öldürdüğü gerekçesiyle hüküm giyen ve asılarak idam edilen Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği üyesi ve Ankara Yapı Meslek Lisesi öğrencisi. Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği üyesi ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi öğrencisi Sinan Suner, 30 Ocak 1980 tarihinde Milliyetçi Hareket Parti’li Bakan Cengiz Gökçek’in koruması Süleyman Ezendemir tarafından vurularak öldürüldü.[1] Erdal Eren, Suner’in öldürülmesini protesto etmek için 2 Şubat 1980 günü düzenlenen gösteride gözaltına alınan 24 kişinin arasındaydı. Gösteri sırasında çıkan çatışmada er Zekeriya Önge’yi öldürdüğü iddiasıyla tutuklanan Erdal Eren, yargılanarak 19 Mart 1980 tarihinde idama mahkûm edildi. Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylanan karar, 13 Aralık 1980’de Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi’nde infaz edildi.
Erdal idam edilmeden 16 saat önce kendisini ziyaret eden gazeteciler Savaş Ay ve Emin Çölaşan’a,
“avukatıyla görüştürülmediğini, 18 yaşının altında olmasına rağmen idam edilmek istendiğini, yaşının 18’den küçük olduğunu tespit edecek olan kemik testi yapılması talebinin kabul edilmediğini, vurduğu söylenen jandarma erine çok uzaktan ateş açtığını ama otopside yakın atışla öldüğünün kanıtlandığını, kendisini ibret olsun diye asacaklarını ve ölümden korkmadığını” söyledi.
Ağabeyi Erkan Eren, Erdal’ın Mamak Askeri Cezaevi’nde tutuklu kaldığı dönemde gördüğü ağır işkencenin izlerine tanık olduğunu dile getirdi. Erdal’ın idam edildiği tarihte yaşının 18’den küçük olduğunu belirten Erkan Eren, infazı radyodan öğrendiklerini ve Erdal’ın kimsesizler mezarına gömülmek istendiğini söyledi.
Ayrıca dönemin bir numaralı adamı Kenan Evren’in “asmayalım da besleyelim mi?” sözü Erdal Eren’e sarf edilmek maksadı ile ağızdan çıkmış sonrasında ise binlerce insana mâl edilmiştir.
Erdal Eren, 12 Eylül Darbesi öncesinde bir askeri inzibat erini öldürdüğü iddiasıyla tutuklanmış ve 13 Aralık 1980 tarihinde asılarak idam edilmiş olan TDKP üyesidir.
Erdal ErenODTÜ’lü Sinan Suner’in 1980’de öldürülmesini protesto etmek için düzenlenen gösteride Erdal Eren de göstericiler arasındaydı. Göstericiler ve kolluk güçleri arasında çıkan arbedede er Zekeriya Önge yaşamını yitirdi; Erdal Eren’le birlikte 24 kişi gözaltına alındı. Eren, Zekeriya Önge’yi öldürmek suçundan tutuklandı. 2 Şubat’ta gözaltına alınan Erdal Eren, hızlı bir yargılama sürecinin ardından, 19 Mart 1980’de (gözaltına alındıktan 46 gün sonra) idama mahkum edildi. Erdal Eren’in henüz 16 yaşında olması, avukatlarının sundukları deliller ve tanıkların ifadeleri kararın uygulanmasını engelleyemedi.
Avukat Nihat Toktay’ın adli sürece dair iddiaları
Dava sürecinde olay yerinde keşif yapılmadığını, Erdal’ın yaşının belirlenmesi için kemik incelemesi istediklerini ancak yerine getirilmediğini belirten Nihat Toktay; ayrıca Erdal Eren’le birlikte olay yerinde tutuklanan 24 sanığın da tanık olarak dinlenmediğini, ölen askerin üzerinden çıkan elbiselerin Adli Tıp’a gönderilmediğini de söyledi.
Toktay, ‘Kurşunun mesafesine ilişkin bir inceleme yapılmadı ve yakın mesafe atışlarında meydana gelen etteki yanığa açıklama getirilmedi, olay yerinde kullanıldığı iddia edilen silahlar ile askerlerin silahlarının balistik incelemesi yapılmadı, tanık olarak dinlenen askerlerin ifadeleri arasındaki çelişkiler giderilmedi.’ dedi. Toktay, Erdal’ın üzerinde bulunduğu 3,5 metrelik yükseklik ile Önge’yi öldüren kurşunun giriş açısı ve yönünün çeliştiğini belirterek, otopsinin Oktay Çetinsoy isimli bir stajyere yaptırıldığını ancak bu isimde birinin varlığını tespit edemediklerini söyledi.
Toplumsal etkiler
Şarkıcı Sezen Aksu, gazetede Erdal Eren’in son resmini görmüş ve olaydan etkilenerek Son Bakış adlı parçanın güftesini Aysel Gürel’le birlikte yazmıştır. Parça Onno Tunç tarafından bestelenmiştir.
Anısına bestelenen şarkılar
Sezen Aksu, Son Bakış (sözleri Aysel Gürel’e, bestesi Onno Tunç’a ait)
Teoman, İki Çocuk (Teoman, Erdal Eren’in akrabası olduğunu Cnn Türk’te Ahmet Hakan’a açıklamıştır.)
Mor ve Ötesi, Darbe
Grup Yorum, Büyü Gülten Akın’ın şiirinden bestelenmiştir. Selda Bağcan Edip Akbayram gibi sanatçılar tarafından da seslendirilmiştir.
Gına, Kırmızı Halı
Saian Sakulta Salkım, Suç
Ali Ekber Eren, Ankara Adı Kara
Ali Asker, Şu Metrisin Önü
Edip Akbayram, Büyü
Film ve diziler
Hatırla Sevgili adlı dizide Erdal Eren’in hikâyesi de anlatılmıştır. 6 Haziran 2008 gününde yapılan dizinin finalinde Erdal Eren idam edilmiştir.
Zincirbozan adlı sinema filminde Erdal Eren’in idam sahnesi canlandırılmıştır.
Erdal Eren’in yakınlarına ve ailesine yazmış olduğu mektuplardan ;
Erdal Eren’in son mektuplarından biri:
Sevgili annem, babam ve kardeşlerim;
Sizlere bugüne kadar pek sağlıklı mektup yazamadım. Ayrıca konuşma olanağımız ve görüşmemizde olmadı. Zaten dışarıdayken de birbirimizi anlayacak şekilde konuşamadık.(Bu konuda sizlere karşı büyük oranda hatalı davrandım. Ancak bunu size karşı saygı duymadığım, bu nedenle böyle davrandığım şeklinde yorumlamamanızı dilerim) Bu nedenle sizlere anlatacağım, konuşacağım çok şey var.
Ancak olanak yok. Düşüncelerimi bu mektupla anlatmaya çalışacağım. Şu anda ne durumda olacağınızı tahmin ediyorum. Ama çok açıklıkla söylüyorum ki benim moralim çok iyi ve ölümden de korkum yok. Çok büyük bir ihtimalle bu işin ölümle sonuçlanacağını çok iyi biliyorum. Buna rağmen korkuya, yılgınlığa, karamsarlığa kapılmıyorum ve devrimci olduğum, mücadeleye katıldığım için onur duyuyorum. Böyle düşünmem, böyle davranmam,halka ve devrime olan inancımdan gelmektedir. Ölümden korkmadığımı söylemem, yaşamak istemediğim, yaşamaktan bıktığım şeklinde anlaşılmamalı. Elbette ki hayatta olmayı ve mücadele etmeyi arzularım. Ancak karşıma ölüm çıkmışsa, bundan korkmamam, cesaretle karşılamam gerekir. Biliyorsunuz ki bu ceza işlediğim iddia edilen suçtan verilmedi. Asıl amaçlanan böyle bir olayla gözdağı vermek ve mücadeleyi engellemek hedefine dayalıdır. Bu nedenle sizinde bildiğiniz gibi, kendi hukuk kurallarını çiğneyerek bu cezayı verdiler.
Cezaevinde yapılan (Neler olduğunu ayrıntılı bir biçimde öğrenirsiniz sanırım) insanlık dışı zulüm altında inletildik. O kadar aşağılık, o kadar canice şeyler gördüm ki, bugünlerde yaşamak bir işkence haline geldi. İşte bu durumda Ölü korkulacak bir şey değil, şiddetle arzulanan bir olay, bir kurtuluş haline geldi. Böyle bir durumda insanın intihar ederek yaşama son vermesi işten bile değildir. Ancak ben bu durumda irademi kullanarak, ne pahasına olursa olsun yaşamımı sürdürdüm. Hem de ileride bir gün öldürüleceğimi bile bile. Sizlere bunları anlatmamın nedeni yaşamaktan bıktığım yada meselenin önemini, ciddiyetini kavramadığım gibi yanlış bir düşünceye kapılmamanız içindir. Bütün bu yapılanlar,başımdan geçenler, kinimi binlerce kez daha arttırdı ve mücadele azmimi körükledi. Halka ve devrime olan inancımı yok edemedi. Mücadeleyi sonuna kadar, en iyi bir şekilde yürütmek ve yükseltmekten başka amacım yoktur.
Mesele benim açımdan kısaca böyle. Ancak sizin açınızdan daha farklı, daha zor olduğunu biliyorum.
Anne, baba ve evlat arasındaki sevgi çok güçlüdür, kolay kolay kaybolmaz. Ve evlat acısının da sizin için ne derece etkili olacağını biliyorum. Ama ne kadar zor da olsa bu tür duygusal yönleri bir kenara bırakmanızı istiyorum. Şunu bilmenizi ve kabul etmenizi isterim ki, sizin binlerce evladınız var. Bunlardan daha niceleri katledilecek, yaşamlarını yitirecek, ama yok olmayacaklar. Mücadele devam edecek ve onlar mücadele alanlarında yaşayacaklar.
Sizlerden istediğim bunu böyle bilmeniz, daha iyi kavramaya çaba göstermenizdir. Zavallı ve çaresiz biriymiş gibi ardımdan ağlamanız beni yaralar. Bu konuda ne kadar güçlü, ne kadar cesur olursanız, beni o kadar mutlu edersiniz.
Hepinize özgür ve mutlu yaşam dilerim. Devrimci Selamlar..
Oğlunuz Erdal
İnsanın ölümü kabullenmesi kadar zor ne olabilir diye düşünürüm zaman zaman. Sadece kendi ölümü değil, yakınlarının yada tanımadıklarının ölümü bile ağır gelir bize. Ne kadar belli yaşa gelmiş ve hasta yakınlarımızın ölümlerine kendimizi alıştırdığımızı söylesek de, bu koskocaman bir yalandır yada kendimizi ve etrafımızı kandırmacadan ibarettir.
Çevremizdeki ölümler dışında yaşanan başka gerçekler de var yaşamda. Öldürülenler yada kimilerinin öldürdükleri… Başkalarının öldürdüklerinin acısını, öldürenlerden daha ağır yaşarız çoğu zaman. Bunu başbakan Adnan Menderes ve arkadaşlarından, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına, Kahramanmaraş’tan Sıvas olayına kadar dizi dizi sayabilirz. Bu ölüm kararlarını verenlerin acısı, o olayları hissedenler kadar değildir hiçbir zaman. Olması da olanaksızdır zaten, sonuçta birilerinin ölümüne karar veren insanın duygusu nereye kadar olur?
12 Eylül sonrası yaşı büyütülerek asılan Erdal Eren bunlardan biridir. Ve ne rastlantıdır ki, Erdal Eren’in okuduğu Kadıköy Orta Okulu’nun adı daha sonra Kenan Evren Lisesi olarak değiştirildi. Veliler ve demokratik kuruluşlar çok uğraştı isim değiştirmek için, ama başaramadılar. Erdal’ın doğum tarihi 25 Eylül 1964, asılma tarihi 13 Aralık 1980.
Herkesin dediği gibi 17 yaşında değildi Erdal asıldığında, 16 yaşını bitirmiş, 17 yaşına girmesi için daha aylar vardı. Tam bir vahşet, insanın kanını donduran bir olay. Aşağıda Erdal Eren’in ölmeden önce ailesine yazdığı mektupları yayınlayacağım. Nasıl yaparsınız bilemiyorum, bu mektupları yada yazıyı, o dönemde Erdal Eren’in idam kararını veren herkese ulaştırmaya çalışın. Belki içlerinden birisi rahatsız olur. Ayrıca unutmayın ki, doğduğundan beri bunak olanlar rahatsız olmazlar, ama siz yine de en çok ona ve diğer bunamaya yüz tutmuş arkadaşlarına gönderin bu yazıyı ve mektupları…
Erdal Eren’den “Babama”
Sevgili babam,Bu mektubu senin mektubun elime geçmeden önce yazmıştım, ama göndermeye fırsat bulamadım. Ek olarak da bunları yazma ihtiyacı duydum. Zannederim önce yazdığım kısımda mektubuna cevap bulacaksın. Baba bu mektubu sizi teselli etmek için yazmadım. Yani sizi teselli için yalana başvurmadım, gerçekleri, düşüncelerimi yansıtmaya çalıştım, çünkü böylesinin doğru olacağına inanıyorum. Mektubunda bu acıya dayanamayacağını söylüyorsun. Ben nice dayanılmayacak acılara dayanıldığına tanık oldum. Kaldı ki sen güçlü bir insansın. Kendini kapıp koyvermediğin sürece ve birazda benim bakış açımla bakmaya çalışırsan böyle bir şey olmaz inancındayım. Bildiğiniz gibi benim değerli arkadaşım Necdet ve daha öncede Deniz’ler aynı şekilde katledildiler. Ama korkusuzca, cesurca, yaraşır bir şekilde ölmesini bildiler. Elbette ki böyle bir durum gene de kolay yenilmeyen acılar verir. Ancak ben böyle bir duruma üzülüp ağlamadım. Çünkü bu onların anısına saygısızlık olurdu. Yapılması gereken tek ve doğru şey, acımızı öfkeye dönüştürerek onların bıraktığı yerden yürümektir. Siz de böyle davranırsanız benim gücüme güç katarsınız. Babacığım, şunu da belirtmek isterim ki, sana ve inançlarına büyük saygı duyuyorum ve bu konuda isteğinle yalnız ve yalnız benim iyiliğimi istediğini biliyorum. Fakat benden böyle bir şey istemekle beni zor duruma sokuyorsun. Çünkü böyle bir inanca sahip değilim. Anlamaya çalışacağını ümit ediyorum. Durumun böyle olması, bizim çok farklı nitelikteki insanlar olduğumuz anlamına gelmez. Çünkü biz birbirimize çok güçlü bağlarla bağlıyız. Birbirimizin parçası, baba oğuluz. Ellerinizden öper hasretle kucaklarım.
Oğlun Erdal Eren
Dememişim sevdam seni ellerden saklamışım. / Böyle çekip giderken habersiz / Demenin ne yararı var. / Dememişim sevdam seni / Hoşcakal güzel bahar..
On Yedi yaşındaydım
On Yedi kere yaşadım,
Savaştım
Ölüm düştü peşime
Gülerek kucakladım,
Yaşatmak için kucakladım.Deniz oldun aktın yüreğimize
Darağacında Seyid Rıza
Örnek oldun kavgada , genç kuşaklara.Kemal Doğan / Erdal Eren’in Anısına
12 Eylül Dönemi ve Faşist Cunta Yargılanmalıdır
12 Eylül 1980 faşist darbesi, geliyorum diye bağıra çağıra geldi. Partimiz ve diğer örgütler gelenin ne oluğunun bilincinde olmasına karşın, 12 Eylül’ü önleyici bir şey yapamadı. Faşizm, bir karabasan gibi gelip kentlerimize, caddelerimize, sokaklarımıza kara bayrağını astı. Artık radyolardan sürekli olarak Kenan EVREN’lerin sesini duyduk, televizyonlardan görüntülerini izledik, yazılı basından haberlerini okuduk.
1970’li yıllar dünyada ve ülkemizde, sosyalist savaşımın doruklara çıktığı yıllardı. Afrika’da, Asya’da, Güney Amerika’da emperyalist-kapitalist sistem sürekli olarak geriletilirken, SOSYALİZM geniş emekçi yığınların bir kurtuluş seçeneği olarak başarı üstüne başarı kazandığı bir gerçekliğe dönüşmüştü.
Ülkemizdeyse, geniş halk yığınları yüzünü sosyalizmden yana dönmüş, egemen güçlerin uykularını kaçırmıştı. IMF’nin, Dünya Bankası’nın politikaları, işbirlikçi erkler aracılığı ile uygulanamaz olmuştu. Başta İstanbul olmak üzere sanayi bölgelerinde fabrikaların neredeyse yarısından fazlasında işçiler greve çıkmışlardı. 24 Ocak Kararları’nı egemen erk uygulayacak durumda değildi.
Sermaye, gittikçe güçlenen sosyalistlerin atılımını önlemek için MHP ve yan örgütlerini harekete geçirmiş, onlara bol bol sokak çeteleri kurdurtmuştu. Hemen tüm kentlerimizde, günde 20-30 insanımız yaşamını yitiriyor, sokaklarda kanlı bir kapışma yaşanıyordu. Öğrenciler, polis müdürleri, savcılar, öğretim üyeleri, sendikacılar seçilerek birer birer katlediliyor, cinayeti işleyenlerse bir türlü bulunamıyordu.
Tuzakçıbaşı Demirel’in becerisi ile Milliyetçi Cepheler kuruluyor, siyasi gericilik her gün biraz daha tırmandırılarak, Sol’un ve sosyalistlerin üzerine çullanmakta bir çekince duymuyordu. Sermaye, bilerek ve isteyerek ülkemizi ateşe atmış, korku ve güvensizliğin dozunu her gün biraz daha arttırarak kitlelerin bıkkınlığından sonuç alma yolunu seçmişti. Ülkemizin, dini inanç ve etnik açıdan duyarlı kentleri bilinçli olarak seçilip iç savaş görüntülerini andıran kanlı katliamlar gerçekleştirilerek, yığınların korkuya teslim olmaları istenmişti. Maraş katliamı akıllara durgunluk verecek denli korkunç boyutlara tırmandırılmış, arkasından da Çorum olayları gelmekte gecikmemişti. Sivas’ta, Malatya’ da devletin gözetiminde faşist sokak çeteleri terör estiriyor, büyük kentlerde sıkıyönetim ilan edilmesine karşın olayların ardı arkası bir türlü kesilmiyordu. Özetle; karanlık güçler tarafından kendi çıkarlarına koşullar, adım adım olgunlaştırılıp geliştiriliyordu. Artık 12 Eylül 1980 Faşist darbesinin ucu görünmüş sayılırdı.
Ne var ki, sermaye kitle desteğini arkasına alarak faşist bir diktatörlük kuracak nesnelliğe sahip değildi. MHP ve kitlesi şiştiği kadar şişmiş olmasına karşın, sermaye MHP’ye dayanarak bir gün bile erkte kalamazdı. MHP, sermayeye olan borcunu ödemiş sayılırdı ve devre dışı bırakılmalıydı. Bırakıldı da. 1945 İkinci Paylaşım Savaşı sonrası faşizmin kitle desteği ile erki ele geçirmesinin koşulları yoktu. Dünyanın her tarafında kitleler önemli ölçüde faşizme karşı şerbetlenmiş sayılırdı. Bu yüzden de sermaye, dünyanın her tarafında askeri diktatörlükler aracılığı ile erke el koyuyordu. Üstelik bu konuda sermaye, 12 Mart 1971 faşizmiyle deney sahibiydi de.
Askerlere sıkıyönetim yetkileri verilmiş olması durumu değiştirmemişti. Olaylar önlenemediği gibi, sanki görünmez güçler tarafından sürekli olarak el altından kışkırtılıyordu da. (Bu savımızı, 12 Eylül 1980 faşist darbesinin arkasından olayların şıp diye kesilmesi anlatmaya yeter de artar bile.)
12 Eylül 1980 Sabahı alışık olduğumuz o sesi duyduk. Türk Silahlı Kuvvetleri erke el koymuştu ve bildirge üstüne bildirge yayınlayarak demir yumruğunu da solun ve sosyalistlerin tepesine indirmek üzere eyleme geçmişti. Artık Beşlilerin ağzından çıkan her söz yasa sayılıyor, zaman yitirmeksizin uygulamaya geçiliyordu.
Siyasi partilerin, demokratik kitle örgütlerinin, sendikaların üye ve yöneticilerinin evleri, işyerleri anında basılıyor, üye ve yöneticileri işkenceden geçirildikten sonra tutuklanarak cezaevlerine gönderiliyordu. Tutuklanan kimileri işkencede yaşamlarını yitirirken, kimileri gözaltında kayboluyor, kimilerinin izine ise aylarca rastlamak olası değildi. Ülke, dışarısı ve içerisi ile büyük bir cezaevine çevrilmişti. İşkenceler akıl almaz boyutlarda uygulandığı için bütün yasaklamalara ve saklamalara karşın yapılanların kokusu ta dünyanın öbür tarafında bile duyuluyor, dünyanın bütün gözleri ülkemizdeki faşist işkencecilere çevriliyordu.
12 Eylül faşizminden zarar görenler salt sosyalistler değildi. Zarar görmek için namuslu bir yurttaş olmak bile yeterli nedendi. İşte bu yüzden insanlara büyük acılar yaşatıldı. Biraz daha şanslı olanlar, yakalarını sürgün ve 1402’lik olarak işten atılarak kurtarırken, kimileriyse yıllarını cezaevlerinde geçirerek büyük bedeller ödemek zorunda kaldılar. Mamak, Metris, Diyarbakır ve daha başka cezaevleri bu uygulamaların devamı olarak dünya çapında nam saldı.
Tutuklananlar aylarca ve hatta yıllarca duruşmaya çıkarılmayarak bu cehennem ortamında yaşatıldılar. Sistemli olarak Cezaevlerinde yapılan işkencelerde yaşamlarını yitirenler oldu. İlhan ERDOST kaba dayak yüzünden Mamak’ta beyin kanaması geçirerek yaşamını yitirdi. Daha başkaları aynı sonu paylaşırken çokları da sakat kaldı.
Bütün bu yapılanlara karşı ilerici, devrimci, sosyalist tutuklulardan tavır gelmekte gecikmedi. Cezaevlerinde günlerce süren direnişler başladı. Bu direnişleri ve işkenceleri dışarı yansıtmaması için her türlü yazılı ve sözlü basına yasak kondu ve yıllarca sürecek olan insanlık suçları işlendi.
Artık sermaye rahatına ermiş, astığı astık, kestiği kestik vurgununa ve talanına kavuşmuştu. İşçiler haklarını almak için grev yapamadıkları gibi örgütlenme haklarından da yoksun kalmışlardı. Emekçi kitleler ekonomik boyunduruğa vurulmuş, açlık ve yoksulluğun pençesine atılmışlardı. İşbirlikçi sermayeye ve yabancı emperyalist ortaklarına gün doğmuştu. 24 Ocak kararları silahların gölgesinde uygulanmaya başlanmış, ekonominin dümeni Turgut ÖZAL’ın eline verilmişti. Talan ve köşe dönmecilik yediden yetmişe herkesin ereğine dönüşmüş, insani ne kadar değer yargısı varsa tersine çevrilmişti.
Kenan EVREN, dilinde Kuran ayetleri alanlarda kitlelerin karşısına çıkmış, kendini yalan ayetlere vermişti. Sözümona dinsel öğelerin yapıştırıcılığına soyunulmuş, her köşebaşı Kuran kurslarıyla donatılmıştı. İmamlara Suudi Arabistan kaynaklı parasal destek verilmesi günün modası sayılırdı. Laiklik iki yüzlü Atatürkçü’ler tarafından bol bol konuşulmasına karşın, toplum tarikatçıların otlağına çevrilmişti. O dönemde devlet tarafından iyice palazlandırılan köktendinciler, hem mali açıdan hem de kitle desteği olarak iyice güçlenmişler, yaşamın her alanına sızmışlardı. Gün onların günüydü ve toplumu çağdışı bir karanlık tehdit eder hale gelmişti. Fetullah Gülenler ve daha başka karanlık yüzlü hocalar kıyı bucağı iyice doldurmuşlardı. Amerika tarafından kuruluşu ve erke gelişi desteklenen ANAP tarikatların kontrolünde siyasi gücünün doruğuna gelmişti.
Hangi taşı kaldırsanız altından yolsuzluk fışkırıyordu. Beşlilerden Tahsin ŞAHİNKAYA, yolsuzluğun başını çektiği için, içinde uyuşturucu ticareti yapan Güney Amerika ülkelerindeki generaller de dahil, dünyada 25 zengin generalin arasına giren bir servete sahipti. Bakanların, bürokratların, milletvekillerinin adları yolsuzluklara karışmıştı. Bir başka deyişle; at binenin, kılıç kuşananın’dı. 12 Eylül ve onun himayesinde erkte oturanları en iyi anlatan sözcüklerden biri yolsuzluk sözcüğüydü.
İyice budanmış olan 1961 ANAYASASI, 1982 ANAYASASI ile yürürlülükten tamamıyla kaldırılmış, temel hak ve özgürlükler sonuna kadar kısılmıştı. Yasa yerini keyfiliğe bırakmış, Beşlilerin söyledikleri, yasa yerine geçmişti. 1982 ANAYASASI demokrasi karşıtı bir uygulama ile %90’ları aşan bir çoğunlukla kabul ettirilmiş ve 12 Eylülcülerin yaptıklarından dolayı yargı önüne çıkarılamayacaklarına dair bir yasa maddesi de Anayasa’ya konulmuştu.
Kurulan Sıkıyönetim Mahkemeleri, yöntem ve temel açıdan yasal dayanaktan yoksun olup keyfi bir işlerliğe sahipti. Sanık olarak mahkeme önüne getirilen kimseler düşman muamelesi gördüğü için hiç bir yasal haklarını kullanamaz durumdaydılar. Avukatlar savunmanlık görevini yapmaları için konuşma haklarını kullanamadıkları gibi sık sık yargı heyeti tarafından duruşma salonundan atılıyordu.
Yaşları küçük olmasına karşın, Erdal EREN ve Necdet ADALI ölüm cezası alıyor ve karar hiçbir aşamada düzeltilmeksizin ölüm cezaları infaz ediliyordu. Dönem; Yasaların hiçe sayıldığı bir dönem olup, uygulamalar neredeyse açıktan açığa öç alımına dönüştürülüyordu. Ülke içinde hiç kimse hak ve özgürlüklerini kullanamaz duruma getirilmişti. O dönem, başını Aziz NESİN’in çektiği ve AYDINLAR DİLEKÇESİ olarak bilinen dilekçeciler bile cuntanın hışmına uğramaktan kurtulamamıştı. Tutuklamalar, yargılamalar yıllarca sürmüş, baskı ve yıldırma politikası bir karabasan gibi ben aydınım diyenlerin tepesine çökmüştü.
İç ve dış borçlar 12 Eylülcülerin döneminde neredeyse üçe katlanmış ve ülkenin öz kaynakları faiz ödemelerine harcanır olmuştu. IMF’den, Dünya Bankası’ndan ve emperyalist güçlerden gelen istekler tartışmasız uygulamaya konulmuş, özelleştirme talanını yeni liboşlar bir kurtuluş gibi savunmaya başlamışlardı. Dört eğilimi partisine taşıdığını söyleyen Turgut ÖZAL’ın parlamentoyu taktığı falan yoktu. Bütün kararların ağababası ÖZAL sayılırdı. Ve zaten parlamentodan dişe dokunur bir karar çıkması da eşyanın doğası gereği olanaksız gibiydi. Turgut ÖZAL, partisine dönekleri, dincileri, faşistleri, tatlısu liboşlarını doldurmuş bir padişah havası yaşıyordu.
Kitlelerin yoksulluk düzeyi gitgide artmasına karşın zamların önünü almak olası değildi. Türk parası sürekli olarak değer yitirerek eriyor, dışa bağımlılığın dayanakları her geçen gün biraz daha güçlendiriliyordu. Türk Parasını Koruma Kanunu da iptal edildiği için, Amerikan Doları günlük yaşamımıza neredeyse tamamıyla girmiş bulunuyordu. Artık, Amerika bizi bir kağıt parçasıyla soyup soğana çevirmeye başlamış, üretmeden tüketmek moda bir hastalık haline gelmişti.
Koskoca ülke ekonomik, sosyal, siyasal açıdan 12 Eylülcülerin cenderesi altında iyice sıkıştırılmış, yozlaşmalar uç safhaya varmıştı. Zenginler bir eli yağda bir eli balda dikensiz gül bahçesinde har vurup harman savuruyorlardı. Bütün bunlara karşın bunlara; birisi çıkıp bu suyun bolluğu nereden geliyor diyemiyordu. Kitlelerin uyutulması için bol bol milliyetçilik ve dincilik yapılarak toplum içten içe çökertiliyordu.
Sonuç olarak 12 Eylülcüler ülkemizin kentlerine, sokaklarına, caddelerine faşizmin kara bayrağını asmışlar emekçi kitleleri inim inim inletmişlerdi. Bugün çektiklerimizin neredeyse tamamı 12 Eylülcülerin suçuydu ve yaptıkları yanlarına kar kalmamalıydı. Başkalarının bellekleri balık belleği olabilir, biz sosyalistler ülkemizin hem bulunçu (vicdan) hem de belleğiyiz. Bu nedenle, bir kez daha diyoruz ki:
İdam Edilenler
Adı Soyadı
Tarih
YerNecdet Adalı (sol görüşlü)
7 Ekim 1980
AnkaraMustafa Pehlivanoğlu (sağ görüşlü)
7 Ekim 1980
AnkaraSerdar Soyergin (sol görüşlü)
25 Ekim 1980
AdanaErdal Eren (sol görüşlü)
13 Aralık 1980
AnkaraCevdet Karakaş (sağ görüşlü)
4 Haziran 1981
ElazığVeysel Güney (sol görüşlü)
10 Haziran 1981
GaziantepAhmet Saner (sol görüşlü)
25 Haziran 1981
İstanbulKadir Tandoğan (sol görüşlü)
25 Haziran 1981
İstanbulMustafa Özenç (sol görüşlü)
20 Ağustos 1981
Adanaİsmet Şahin (sağ görüşlü)
20 Ağustos 1981
İstanbulSeyit Konuk (sol görüşlü)
13 Mart 1982
İzmirİbrahim Ethem Coşkun (sol görüşlü)
13 Mart 1982
İzmirNecati Vardar (sol görüşlü)
13 Mart 1982
İzmirFikri Arıkan (sağ görüşlü)
27 Mart 1982
AnkaraSabri Altay (adli suçlu)
23 Nisan 1982
AdapazarıCengiz Baktemur (sağ görüşlü)
30 Nisan 1982
ElazığŞahabettin Ovalı (adli suçlu)
12 Haziran 1982
SinopEdnan Kavaklı (adli suçlu)
18 Haziran 1982
AnkaraAli Bülent Orkan (sağ görüşlü)
13 Ağustos 1982
AnkaraVeli Acar (adli suçlu)
13 Ağustos 1982
IspartaEşref Özcan (adli suçlu)
19 Ağustos 1982
KayseriHalil Fevzi Uyguntürk (adi suçlu)
29 Aralık 1982
AfyonKazım Ergun (adli suçlu)
29 Aralık 1982
AkşehirMuzaffer Öner (adli suçlu)
29 Aralık 1982
AmasyaAdem Özkan (adli suçlu)
13 Ocak 1983
BalıkesirHüseyin Çaylı (adli suçlu)
13 Ocak 1983
AfyonOsman Demiroğlu (adli suçlu)
13 Ocak 1983
IspartaAhmet Mehmet Uluğbay (adli suçlu)
22 Ocak 1983
AkşehirAli Aktaş (siyasi)
23 Ocak 1983
AdanaDuran Bircan (adli suçlu)
23 Ocak 1983
DenizliLevon Ekmekçiyan (Asala)
28 Ocak 1983
AnkaraRamazan Yukarıgöz (sol görüşlü)
29 Ocak 1983
İzmitÖmer Yazgan (sol görüşlü)
29 Ocak 1983
İzmitErdoğan Yazgan (sol görüşlü)
29 Ocak 1983
İzmitMehmet Kambur (sol görüşlü)
29 Ocak 1983
İzmitAhmet Kerse (adli suçlu)
30 Ocak 1983
GaziantepRıdvan Karaköse (adli suçlu)
5 Şubat 1983
AkşehirCavit Karaköse (adli suçlu)
5 Şubat 1983
AkşehirSüleyman Karaköse (adli suçlu)
5 Şubat 1983
AkşehirFatih Laçinligil (adli suçlu)
24 Şubat 1983
KeşanFaik Görünmez (adli suçlu)
24 Şubat 1983
KilisMustafa Başaran (adli suçlu)
30 Mart 1983
EdirneHüseyin Üye (adli suçlu)
30 Mart 1983
NazilliŞener Yiğit (adli suçlu)
20 Nisan 1983
IspartaCafer Aksu Altıntaş (adli suçlu)
20 Nisan 1983
OrduAbdülaziz Kılıç (adli suçlu)
26 Mayıs 1983
EdirneHalil Esendağ (sağ görüşlü)
5 Haziran 1983
İzmirSelçuk Duracık (sağ görüşlü)
5 Haziran 1983
İzmirİlyas Has (sol görüşlü)
6 Ekim 1984
İzmirHıdır Aslan (sol görüşlü)
24 Ekim 1984
İzmir
Hukuk Devleti ve 12 Eylül Hukuku Üzerine
Av. Mutluay ÇELİK
Hukuk, Hukuk Devleti, Hukukun üstünlüğü kavramları bugünkü modern egemen burjuva devletinin dilinden düşmeyen bir söylem olarak toplumsal yaşamımızda etkinliğini ve varlığını sürdürmektedir. Özellikle SSCB başta olmak üzere bir çok ülkede uygulanan sosyalist ideolojinin yaşadığı reel başarısızlık karşısında bu kavramlar bugün sosyalist devlete alternatif olarak gösterilen kapitalist burjuva egemen devletin vazgeçilmez birer ideolojik enstrümanı olarak her yerde sınıf mücadelesine karşı etkin bir silah olarak gösterilen kapitalist-burjuva egemen devlet demokrat devlet olarak tanımlanmaktadır. Kapitalizmin demokrasi anlayışı burjuva egemenlerin iktidarı ele geçirdiği günden bugüne tüm dünyada uyguladıkları zengin pratik ve deneyimleri ile emekçi yığınların belleğinde kazılıdır. Paylaşım savaşları (Irak, Afganistan, Filistin, Latin Amerika vd.) yoksulluk, açlık, çevrenin tahribi ve her geçen gün dünyanın yaşanılır bir yer olmaktan çıkmasına yol açan yaşadığımız gerçekliğin bu demokrasi anlayışı ile yakın ilgisi hepimizin malumudur. Bütün bu olumsuzluklara rağmen kapitalizmin kendini alternatif ve demokrat olarak sunması kaygı verici olmaktan öte umursamaz-aymaz egemenlerin tarih çizgisine düştükleri utanç verici kara bir leke olarak sonraki kuşaklar tarafından anılacaktır. Kapitalist burjuva devlet gerçekten demokratmıdır, gerçekten hukuka saygılı mıdır, gerçekten hukukun üstünlüğü’ne inanır mı? Aslında bu kavramlar hiç de sanıldığının aksine ideolojiler üstü, devletler üstü evrensel kavramlar değildir. Bizatihi bu kavramlar kapitalist burjuva egemenliğinin en etkili ve güçlü ideolojik söylemleri olarak dünyaya hediye ettiği kavramlardır. Eşitsiz üretim ve paylaşım ilişkilerinin olmadığı bir dünyada hukuka gerek var mıdır-yok mudur tartışması başka bir yazının konusu olmakla; biz bu yazıda hukukun ne olup-ne olmadığını ve 12 Eylülün hukuk anlayışını tartışacağız
Hukuk sanıldığının aksine soyut kavramlar ve kurallar bütünü değildir. Sınıf mücadelesini inkar eden egemen burjuva sınıf ideolojisinde hukuk bireyle ile toplum ilişkilerin düzenleyen kurallar bütünü olarak tanımlansa da; hukukun sınıf mücadelesi paralelinde ideolojik ve politik bir anlamı vardır. Egemen burjuva sınıf ideolojisi emek eksenli bütün kavramların içini boşalttığı gibi hukukun anlamını da çarpıtmakta ve ona kendi sınıf anlayışına uygun bir tanım getirmektedir. Hukuk sınıflar üstü ve sınıf mücadelesi dışında bir yere ve anlama sahip değildir. Aksine hukuk sınıfsaldır ve sınıf mücadelesinde daima ideolojik bir anlama sahip olagelmiştir. Hukuk sınıflar üstü tanımlayan anlayış gerçekte ortaya koyduğu pratiği ile bu savını da çürütmüştür zaten. Zira yaşanan deneyimler göstermiştir ki hukuk egemen olan sınıfın elinde diğer sınıf ve ara sınıflar üzerinde kullanıla geldiği en etkili ve baskın zor araçlarından birisidir. Ve nitekim egemen burjuva sınıf, bugün bunu farklı söylem ve görüntüler ile emekçi yığınlar üzerinde kullanmaktadır. Hukuk aile, din vd. Gibi bir üst yapı kurumudur. Dolayısıyla hukuku da üretim araçlarının kullanılma biçimi belirlemektedir. Hukuk ile mülkiyet birbirinin yaratıcısıdır. Hukukun asıl işlevi eşitsiz üretim-paylaşım ilişkilerini meşrulaştırmak ve üretim araçlarını elinde bulunduran burjuvaziye hizmet etmektir. Ve ne yazık ki burjuvazi etkili ikna-inandırma araçları ile bu gerçeği gizlemiş ve ezilen yığınlara hukukun kendilerini koruyan kollayan ve adaleti sağlayan bir kurallar bütünü olduğuna inandırmıştır. Görece yasalar karşısında herkes eşit kabul edilmiş olsa bile gerçekte bunun söylemde kaldığı ve temel eşitsizliğin ortadan kaldırılmadığı ortadadır. Yasalarda yer alan çalışma özgürlüğü, eğitim hakkı, düşünce özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, vd. Temel hak ve hürriyetlere dair düzenlemeler bir düzenleme olmaktan ileri gitmemektedir. Bu kavramların içi burjuva hukukunda boşaltılmış, görünürde her yurttaşın özgürce kullanabileceği düşünülen-sanılan bu özgürlükler fiilen ortadan kaldırılmıştır. Bu özgürlüklerin var olan sistemde kullanılması mümkün değildir. Zira bu özgürlükleri kabul etmek yetmez. Bu özgürlüklerin sağlanması ve önündeki engellerin kaldırılması gerekir. Eşitsiz üretim ve paylaşım ilişkilerinde de bunun fiilen sağlanması mümkün değildir. Basit bir örnekle bunu açıklarsak; bir yanda patronların daha da zenginleşmesinin önündeki tüm yasal ve fiili engeller kaldırılarak diğer yandan tüm insanlar iş olanağı sağlayamazsınız. Daha çok kar daha çok işsiz anlamına gelir. Emek üzerinden sağlanan artı değerle zenginleşen patronun daha çok işsize ve ucuz emeğe gereksinimi vardır. Dolayısıyla çalışma hürriyetinin tanınması yetmez. Çalışma özgürlüğünü sınırlandıran eşitsiz-fiili üretim ilişkilerinin değiştirilmesi gerekir.
Ülkemizde durum nedir?
Belirtmek gerekir ise ülkemizde uygulanan ve kabul edilen hukuk anlayışı eleştirilen tüm bu olguların daha da gerisinde ve uzağındadır. Özellikle 12 Eylül 1980 yılında yapılan askeri darbe ile emekçi sınıfların mücadelesi ile kazanılan tüm yasal haklar bir bir elinden alınmıştır, Kapitalizmin hukuk anlayışının göreceliliği ve iki yüzlülüğü bir yana ülkemizde yaşanan tam bir felakettir. 1982 yılında kabul edilen-ettirilen 1982 Anayasası tüm dünyadaki örnekleri ile kıyaslanmayacak biçimde gerici ve antidemokratiktir. Aslında bu durum şaşırtıcı da değildir. Zira 1982 Anayasası söylendiğinin aksine sermayenin daha azgın ve acımasız biçimde örgütlenerek, önündeki tüm engellerin kaldırılması ihtiyacından doğmuştur. Anayasalar özünde bireyin devlete karşı korunmasını sağlama düşüncesi ile tüm dünyada oluşturulmuş ve kabul edilmiştir. Oysa 82 Anayasası devleti kutsallaştırmakta ve koruma çemberi altına almaktadır. Bir çok temel hak ve özgürlüğün ilgili yasada düzenlenmesi gerekir iken Anayasada en ince ayrıntısına kadar (kazuistik yöntem) ve sınırlandırılarak düzenlendiğini görmekteyiz. 1982 Anayasası tüm burjuva-kapitalist devlet anayasalarında kabul edilen bir çok hak ve özgürlüğü inanılmaz biçimde sınırlandırmış ve ortadan kaldırmıştır. Çalışma yaşamı, örgütlenme özgürlüğü, eğitim hakkı, düşünce özgürlüğüne ilişkin bütün kazanılmış haklar 82 Anayasası ile ortadan kaldırılmıştır. 80 darbesinin sosyal yaşamda açtığı derin yara ve izler hukuk anlayışı ile bugün de devam ettirilmektedir. Ülkemizde emekçi yığınların uzun mücadeleleri sonucu kazanılan bir çok temel hak ve özgürlük bugünkü uygulamalar ile ve kabul edilen yasalar ile bir bir ortadan kaldırılmıştır. Toplumda sınırlı ve güçsüz bir biçimde ortaya konulan muhalefet ve mücadelede bu olumsuzluğun önünü almamaktadır. Ülkemizde son 50 yıllık siyasal yaşamına egemen olan gerici-faşist sağ siyasal partiler ile bu olgu toplum katmanlarına daha da kolay kabul ettirilmiştir. 12 Eylül askeri darbesini gerçekleştiren generaller 1982 Anayasasının geçici 15. maddesinde yer alan düzenleme nedeni ile yargılanamamaktadır. Türk Ceza Yasası, İş Yasası, Terörle Mücadele Yasası, Ceza İnfaz Yasası gibi antidemokratik bir çok hükümle dolu yasaların ivedi olarak değiştirilmesi ve yeni yasaların yapılması zorunluluğu vardır. Ama daha da önemlisi emekçi kitlelerin yaşamına bir kabus giren ve etkisini hala sürdüren 82 Anayasasının tümden değiştirilerek yeni bir demokratik (görece) Anayasa oluşturulması gerekmektedir.
12 Eylül Karanlığı
Adnan CAYMAZ
12 Eylül 1980 tarihinde Konsey Başkanı Ahmet Kenan Evren, radyo ve televizyonda yaptığı konuşmasıyla, Milli Güvenlik Konseyi’nin 1 numaralı bildirisini kamuoyuna açıklamıştı. “Türkiye Cumhuriyetinin varlığına, bağımsızlığına ve rejimine yönelik fikri ve fiziki hain saldırıların olanca genişliği ve şiddetiyle süre geldiği bir ortamda milletimiz için başkaca bir çıkış yolu kalmadığı” gerekçesiyle Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koymuştu.
Aynı gün, CIA’nın Türkiye temsilcisi Richard Perle ABD’ye telefonla bilgi veriyor; our boys did it yani bizim çocuklar başardı diyor.
Artık yeni bir döneme giriliyordu ve bu dönem faşizmin yarattığı zeminde korkunun ve dehşetin, kan ve göz yaşının, umutsuzluğun ve yılgınlığın hüküm sürdüğü, insanların zorbalığa perde aralarından seyirci kaldığı aynı zamanda umudun ve faşizme karşı direnişin de bir arada yaşanıldığı kara gün olarak tarih sayfalarındaki yerini aldı.
TBMM kapatıldı, anayasa yürürlükten kaldırıldı. Daha sonra yürürlüğe konan 27 Ekim 1980 ve 2324 sayılı “Anayasa Düzeni Hakkında Kanun”, “Geçici Anayasa” niteliği taşıyordu. Yasa, 1961 Anayasası’nın bir çok maddesini değiştiriyor ve TBMM’nin yetkilerini Milli Güvenlik Konseyi’nin, Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini Konsey Başkanı’nın kullanacağını, MGK’nın karar, bildiri ve yasalarının anayasaya aykırılığının öne sürülemeyeceğini hükme bağlıyordu. Böylelikle de 12 Mart ve 27 Mayıs’a karşın 12 Eylül faşist yönetimi, anayasal güvence altına alınarak kalıcılaştırılıyordu.
Tüm il, ilçe belediye başkanları görevden alınmış ve yerlerine Sıkıyönetim komutanlıklarınca atama yapılmış, birçok belediye başkanı gözaltına alınmıştır. Çıkarılan yasa ve yayınlanan bildirilerle, hukuksuz gözaltı ve tutuklamalarla, ülkede polis devleti uygulaması yerleştirilmiştir. 12.8.1981 tarihli “Takip edilecek şahıslar hakkındaki emir” ile insanların mezheplerine kadar fişlenmesi ve ülkede fişlenmeyen insanın kalmaması sağlanmıştır.
Tüm grev ve lokavtlar kaldırılmış, DİSK, MİSK ve HAK-İŞ ‘in hesaplarına ve bütün belgelerine Sıkıyönetim tarafından el konulmuştur. TÜRK-İŞ’e bağlı Yol-İş ve Petrol-İş’in birçok şubesi kapatılmıştır. DİSK, MİSK ve HAK-İŞ gibi sendikaların yöneticileri, işyeri temsilcileri, üyeleri gizli örgüt üyesi olmak suçlamasıyla sorgulanmış, tutuklanmış ve yargılanmıştır.
19.9.1980’de 1402 sayılı yasa ile yapılan değişiklikle tüm kamu personeli gibi Üniversite elemanlarının gerekçesiz olarak görevlerine son verme yetkisi Sıkıyönetim komutanlıklarına bırakılmıştır. 6.11.1981’de çıkarılan Yüksek Öğretim Yasası ile üniversitelerde bilimsel özerkliği yok eden yasal düzenleme yapılmıştır. Sıkıyönetim komutanları “Güvenlik soruşturması” adı altında üniversitelerdeki nitelikli öğretim kadrosunu tasfiye etmiştir.
Öğretmenlerin büyük çoğunluğunun üyesi bulunduğu TÖB-DER’in merkezi ve 670 şubesi kapatılmış, merkez ve şube yöneticileri, üyeleri gizli örgüt üyesi olmak suçlamasıyla sorgulanmış, tutuklanmış ve yargılanmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden olan laiklik ilkesi rafa kaldırılmış; okullarda zorunlu din dersi uygulaması getirilmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığınca, yurtdışına çok sayıda din adamı gönderilmiş ve bunlardan 260 görevlinin maaşının, Kenan Evren’in onayıyla, Suudi Arabistan merkezli, Rabıta-ül İslam örgütünce ödenmesi sağlanmıştır.
Atatürk Yüksek Kurulu, 20 Haziran 1986 günü Cumhurbaşkanı Kenan Evren başkanlığında toplanarak, Türk İslam Sentezi’ni temel alan bir kültürün bütün halka kabul ettirilmesine yönelik bir raporu benimsemiştir.
Barış Derneğinin merkez ve şubeleri kapatılmış, yöneticileri üyeleri gözaltına alınmış, tutuklanmış ve gizli örgüt üyesi olmak suçlamasıyla yargılanmıştır.
Ülkede örgütlü her türlü yapıyı yok etmek amacıyla bir kıyım başlatılmıştır. Meslek örgütlerinin bağımsızlıkları yok edilmiş, Türkiye Barolar Birliği Adalet Bakanlığı’na, Türk Tabipler Birliği Sağlık Bakanlığı’na, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Bayındırlık Bakanlığı’na bağlanmıştır.
Üstelik Atatürkçülük’ü ağzından düşürmeyenler tarafından, Atatürk’ün mirasları kabul edilen Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu da kapatılmıştır.
12 Eylül’le başlayan süreçte; son derece sistemli ve baskıcı bir sansür politikası uygulanmıştır. Yazıları nedeniyle birçok gazeteci tutuklanmış, yargılanmış ve mahkum olmuştur. Tüm basın organları en az bir kez kapatılma cezası almıştır. TRT’nin yayın politikası tümüyle Milli Güvenlik Konseyi tarafından belirlenmiş, 14.9.1980 tarihinde TRT Genel Müdürlüğü’ne “Haberlerde uyulması gerekli Kurallar” adıyla ağır bir sansür metni tebliğ edilmiştir. Sanat eseri olan filmler, dizi filmler dahi sakıncalı bulunarak yayından kaldırılmış, dahası yakılarak yok edilmiştir.
Bir çok yayınevine ait kitap, dergi vb. bir yargı kararı olmadan sadece Sıkıyönetim Komutanının emri ile el konulmuş ve yüzbinlerce adet kitap imha edilmiştir.
12 Eylül dönemi temel hak ve özgürlüklerin, tüm siyasal ve ekonomik özgürlüklerin ortadan kaldırıldığı, sıkıyönetim komutanlıklarınca kurulan mahkemelerde adil yargılanma hakkının ihlal edildiği, işkence ve gözaltında kayıpların günlük olağan işlere dönüştürüldüğü, ülke insanlarına; yasal partilerin, sendikaların, derneklerin ve hatta kooperatiflerin “gizli örgüt” sayıldığı akıl almaz bir süreç yaşatılmıştır.
Tüm karşı örgütlere, özel olarak sola saldıran cuntanın, demokratik güçler ve sosyalistlerin ezilmesi için ülkede başlattığı insan avı toplumda teslimiyet ve çaresizlik duygusu yaratmış, halkın politikaya ve sosyalist düşünceye karşı tutum içine girmelerine neden olan koşulları içselleştirmiştir. Binlerce aydının, ilerici ve demokrat unsurların bedensel ve ruhsal olarak çökmesine; o güne dek önem taşıyan bütün değerlerin öneminin yitirilmesine neden olmuştur.
Sola karşı İslam felsefesini topluma dikte eden 12 Eylül cuntası, bugünün imam hatipleştirilmiş eğitim sistemini, her türlü haksızlığa ve oldu bittiye karşı yurttaş tepkisini veremeyen bir insan tipini, tümüyle ”dışa bağımlı” ve ”köleleştirilmiş” bir ülkeyi öngörüyordu.
O günlerde yaşananlar bu günün gençleri için anı bile değil. Ancak o günlerde bin bir türlü acı ve yaşam pahasına ödenen bedeli bu günün gençleri başka türlü ödemek zorundalar. Onlar postmodern adı verilen düşsel bir dünyada kendilerine ve tarihlerine yabancı olarak yaşamaya mahkum edildiler. Yaşamı ve dünyayı kanın ve insan onurunun, iş takibinin ve kadın ticaretinin aynı sayfalarda yer aldığı gazetelerden öğreniyorlar. Akıldışı, bilimdışı hurafelerden medet umuyorlar. Nihilizmin batağında çırpındıkça battıklarının ayırdında değiller ve bir çoğunu bu hain gidişat tedirgin etmiyor bile. Bu yüzden de kayıtsızlar her şeye,
12 Eylül darbesi bir oldu bitti değildir. Yaratılmak istenen insan tipinin tohumlarının kanla,
akıl almaz hukuk dışı yöntemlerle toplumun bağrına atıldığı gündür. 1970’lerden sonra başlayan, 24 ocak kararları ve nihayetinde o kara günde en üst düzeyde gerçekleşen emperyalist saldırı sürecinin anlatımıdır. Ve bu süreç devam etmektedir. Bugünü anlamak 12 eylülle başlayan sürecin anlaşılmasıyla mümkün olabileceği gibi, 12 Eylül faşizmiyle hesaplaşmadan, , geleceğe yönelik somut adımların atılabilmesi ve sosyalizm yönünde irade geliştirmek de çok zor olacaktır.
12 Eylül 1980 TARİHİNİ UNUTMAYALIM, UNUTTURMAYALIM.
12 Eylül’de tüm yurtta sıkıyönetim ilan edildi.
12 Eylül 1980 tarihinden önce, 26 Aralık 1978’de Kahramanmaraş olayları nedeniyle 13 ilde (Adana, Ankara, Bingöl, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Gaziantep, İstanbul, Kars, Malatya, Kahramanmaraş, Sivas, Şanlıurfa) sıkıyönetim ilan edilmişti. 13 ilden Sivas (26 Şubat 1980) ve Erzincan’da (20 Nisan 1980) sıkıyönetim daha sonra kaldırılmıştı.
Ancak yaygın şiddet olayları nedeniyle
26 Nisan 1979 : Adıyaman, Diyarbakır, Hakkari, Mardin, Siirt ve Tunceli,
20 Şubat 1980 : Hatay, İzmir,
20 Nisan 1980 : Ağrı illerinde sıkıyönetim ilan edilmişti.
12 Eylül 1980’e gelindiğinde 19 ilde sıkıyönetim uygulanıyordu. 12 Eylül’de diğer illerde de (48 il) sıkıyönetim ilan edildi. Uygulama, 19 Mart 1984 tarihinden başlayarak aşama aşama 19 Temmuz 1987 tarihine kadar tüm illerden kaldırıldı.
Tarihlere göre sıkıyönetim uygulama- sının kaldırılması:
19 MART 1984 : Bilecik, Bitlis, Burdur, Çanakkale, Çankırı, Gümüşhane, Isparta, Kastamonu, Kırklareli, Kırşehir, Kütahya, Muş, Sinop
19 TEMMUZ 1984 : Afyon, Amasya, Aydın, Balıkesir, Bolu, Çorum, Muğla, Nevşehir, Niğde, Rize, Sakarya, Tekirdağ, Yozgat
19 KASIM 1984 : Denizli, Giresun, Kayseri, Konya, Manisa, Uşak
19 MART 1985 : Antalya, Bursa, Eskişehir, Hakkari, İçel, Kocaeli, Malatya, Kahramanmaraş, Samsun, Sivas, Tokat, Zonguldak
19 TEMMUZ 1985 : Ankara, Artvin, Edirne, Erzincan, İzmir, Ordu
19 EYLÜL 1985 : Trabzon
19 KASIM 1985 : Adana, Adıyaman, Ağrı, Erzurum, Gaziantep, Hatay, İstanbul, Kars
19 MART 1986 : Bingöl, Elazığ, Tunceli, Şanlıurfa
19 MART 1987 : Van
19 TEMMUZ 1987 : Diyarbakır, Mardin, Siirt
12 Eylül Yargılanmalıdır!
12 Eylül 1980 faşizmi bir karabasan gibi gelip kentlerimize, caddelerimize, sokaklarımıza kara bayrağını astı. Yüz binlerce insan gözaltına alındı. 2 milyona yakın insan fişlendi. Yüz binlerce insan yargılanıp ceza aldı. 50 kişi idam edildi. Yüz binlerce insana yurtdışına çıkış yasağı konuldu. Binlerce kişi ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. 20 bine yakın insan yurttaşlıktan çıkarıldı. Binlerce çalışan insanımız sakıncalı gerekçesiyle işten atıldı. Yüz binlerce insan işkence gördü ve işkenceden canlarını yitirenler oldu. Siyasi partiler, sendikalar, dernekler kapatılarak çalışmalarına son verildi. Grev ve toplusözleşmeler yasaklanarak işverene sonsuz bir sömürü olanağı sağlandı. Emperyalist güçlerin bir dediği iki edilmedi. IMF’nin, Dünya Bankası’nın ve diğer emperyalist kurum ve kuruluşların yaptırımına engelsiz geçit verildi. 24 Ocak Kararları eksiksiz uygulanarak işçi ve emekçilere kan kusturuldu. 5 generalin ağzından çıkan yasa sayılarak tam bir diktatörlük uygulandı. 1961 Anayasa’sı rafa kaldırılarak yerine hak ve özgürlükleri yok eden 1982 Anayasa’sı kabul ettirildi.
Sermayenin astığı astık, kestiği kestik bir düzen egemen kılındı. Özelleştirmeler, vurgun, talan, yağma ve hırsızlık gündelik yaşamın bir parçası haline getirildi. Özetle; çalışanların yaşamı cehenneme çevrildi.
12 Eylül devam ediyor
Değişen bir şey yok. İşbirlikçi sermaye ve onu temsil eden AKP hükümeti aynı politikaları gözü kara bir şekilde devam ettiriyor. Özelleştirmeler hız kesmedi. Dışa bağımlılık yüz katı arttı. Binlerce dönüm ülke toprakları yabancılara satıldı, satılmaya devam ediyor. Komşumuz Irak’ın ABD tarafından işgaline göz yumulmakla kalınmadı ABD’ye yardım da edildi.
12 Eylül 1980 Faşist Darbesi Nedir ?
12 Eylül Darbesi veya 1980 İhtilali, Türkiye’de, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 12 Eylül 1980 günü emir-komuta zinciri içinde gerçekleştirdiği askeri müdahale. 27 Mayıs 1960 darbesi ve 12 Mart 1971 muhtırasının ardından Türkiye Cumhuriyeti tarihinde silahlı kuvvetlerin yönetime üçüncü açık müdahalesi. Bu müdahale ile Süleyman Demirel’in Başbakan’ı olduğu hükümet görevden alındı, Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvedildi, 1970 sonrasında değiştirilen 1961 Anayasası tamamen rafa kaldırıldı ve Türkiye siyasetinin yeniden tasarlandığı bir askeri dönem başladı. Bu dönem yaklaşık dokuz yıl sürdü.12 Eylül 1980 ardından partiler lağvedildi, parti liderleri önce askeri üslerde gözetim altında tutuldu, ardından yargılandı.
2010 anayasa referandumunda, değişikliklerin kabul edilmesiyle 13 Eylül 2010 tarihinde İnsan Hakları Derneği (İHD), 78’liler Girişimi, İstanbul Tabip Odası’nın da dahil olduğu çeşitli sivil toplum kuruluşları, sendikalar ve derneklerden oluşan yaklaşık 40 kuruluş Sultanahmet Adliyesi’nde suç duyurusunda bulundu.
Darbenin gerekçeleri
6. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk Siyasi iktidarsızlık
12 Eylül 1980 askeri darbesinin gerekçeleri arasında ülkede yaygınlaşan siyasi cinayetler, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin birçok tur ardından Cumhurbaşkanı’nı seçememesi ve 6 Eylül günü Konya’da Necmettin Erbakan önderliğinde yapılan ve darbe liderlerinin şerîat amaçlı bir kalkışma girişimi olarak nitelediği Kudüs Mitingi gösterildi.
Ekonomik sebepler
12 Eylül öncesi dönemin son Başbakanı Süleyman Demirel’in “70 sente muhtacız” sözü ile özetlenen dış ticaret açığındaki artış ve döviz darboğazı; işsizlik, kıtlık ve işyeri anlaşmazlıkları ile beraber ekonomik sebepleri oluşturur.
Aynı zamanda 1980’lere doğru tüm dünyada neoliberal bir ekonomik dönüşüm yaşanmaktaydı. Neoliberal reformları uygulayabilmek için toplumsal muhalefetin olmaması ve baskı ortamı gerekliydi. Amerika Birleşik Devletleri neoliberal politikaları hızlandırabilmek için dünyanın çeşitli ülkelerinde sağ hükümetleri işbaşına geçirmek için askeri darbeleri desteklemekteydi. O dönemde Türkiye’de yükselen bir toplumsal muhalefet özellikle işçi ve öğrenci hareketleriyle kendini göstermekteydi. Fabrikalarda grevler artmıştı.
Dış siyaset etkenleri
NATO güney kanadının en önemli üyelerinden olan Türkiye’nin siyasi ve ekonomik iktidarsızlığı özellikle ABD tarafından gözleniyordu. 1979 yılında meydana gelen İran İslam Devrimi, ardından aynı yıl içinde Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesi üzerine Türkiye’nin ABD politikaları için istikrarlı hale gelmesi önem kazandı.
Darbe öncesi olan olaylar / Darbe Öncesi Suikastleri
11 Temmuz 1978’de Bedrettin Cömert Ankara’da,1 Şubat 1979’da Abdi İpekçi İstanbul Teşvikiye’de, 10 Eylül’de Türkiye İşçi Partisi Adana eski il başkanı Ceyhun Can yazıhanesinde, Çukurova Üniversitesi Rektör Vekili Fikret Ünsal evinin önünde, 19 Eylül’de Malatya Ülkü Ocakları eski başkanı Mürsel Karataş İstanbul Sultanahmet’te, 28 Eylül’de Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul , 19 Kasım’da eski Adalet Partisi İstanbul milletvekili İlhan Egemen Darendelioğlu İstanbul Beyazıt’ta, 20 Kasım’da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekan Yardımcısı Ümit Doğançay İstanbul Etiler Profesörler Sitesi’nde, 3 Aralık 1979’da, Fedai Dergisi sahibi yazar Kemal Fedai Coşkuner İzmir Agora semtinde, 7 Aralık’ta İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyelerinden Cavit Orhan Tütengil İstanbul Levent’te, 11 Nisan 1980’de TRT İstanbul Radyosu prodüktörlerinden Ümit Kaftancıoğlu, 27 Mayıs 1980’de Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak Ankara’da, 24 Haziran 1980’de Milliyetçi Hareket Partisi Gaziosmanpaşa İlçe Başkanı Ali Rıza Altınok evinde ve kızıyla birlikte, 15 Temmuz 1980’de Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul milletvekili Abdurrahman Köksaloğlu Şişli’deki işyerinde, 19 Temmuz 1980’de Eski Başbakan Nihat Erim İstanbul’da Dragos Deniz Kulübü’nden çıkarken, 22 Temmuz 1980’de DİSK ve Maden-İş Sandikası genel Başkanı Kemal Türkler İstanbul Merter semtinde silahlı saldırı sonucu öldürülmüştür.
Motel hükûmeti (5 Ocak 1978 – 12 Kasım 1979)
Ana maddeler: Güneş Moteli pazarlığı ve 42. Cumhuriyet Hükümeti
22 Aralık 1977’de Bülent Ecevit, İstanbul Florya semtinde bulunan Güneş Moteli’nde daha sonra 11’ler olarak anılacak Adalet Partisinden ayrılan bağımsız milletvekillerden Enver Akova, Ali Rıza Septioğlu, Mustafa Kılıç, Şerafettin Elçi, Mete Tan, Tuncay Mataracı, Güneş Öngüt, Orhan Alp, Ahmet Karaaslan, Hilmi İşgüzar, Oğuz Atalay ile görüşmüş ve yeni kurulacak hükûmetteki bakanlık koltuğu karşılığıyla Demirel hükûmeti aleyhindeki gensorunu desteklemesi konusunda anlaşmıştı. 31 Aralık’ta İkinci Milliyetçi Cephesi hükûmeti düşürülmüş ve 5 Ocak 1978’de 229 güven oyunu sağlayan Ecevit Üçüncü Ecevit hükûmetini kurmuştur. Bakanlık koltuğunu istemeyen Oğuz Atalay dışındaki 10 kişiye bakanlık verilmiştir. Adalet Partisi bu duruma “Bir oya bir bakanlık” diyerek eleştirmiş ve bu hükûmet “Motel hükûmeti” olarak anılmıştır. Demirel bu hükûmetin gayrimeşru olduğunu iddia ederek Ecevit’e başbakanı demeden “hükûmetin başı” olarak hitap etmiştir.
Kerhen MC hükûmeti (12 Kasım 1979 – 12 Eylül 1980)
14 Ekim 1979’da yapılan seçimlerde AP ikinci parti olarak çıkmış olmasına rağmen Bülent Ecevit’in istifa etmesiyle Süleyman Demirel’e hükümeti kurma yetkisi verildi.
“Yüz Gün Planı”
Ana madde: 43. Cumhuriyet Hükümeti
Üçüncü Ecevit hükûmetinin istifasından sonra Milliyetçi Hareket Partisi, Milli Selamet Partisi’nin hükûmete alınmasına karşı çıktığı için Üçüncü Milliyetçi Cephesi gerçekleştirilememiş ve 12 Kasım 1979’da Süleyman Demirel’in başbakanlığında azınlık hükûmeti kurulmuştur. Milliyetçi Hareket Partisi ve Milli Selamet Partisi bu hükûmeti dışarıdan desteklemiştir. Demirel “Yüz Gün Planı”nı açıklayarak anarşi ve enflasyon olmak üzere iki temel sorununu 100 günde çözeceğini iddia etmiştir. Bu plan tartışmalara yol açmış ancak tartışma yüz günün hükûmetin güvenoyu aldığı 25 Kasım 1979’dan itibaren mi yoksa Demirel’in Plan’ı açıkladığı 8 Aralık 1979’dan itibaren mi sayılacağı konusuna odaklanmıştır.
TSK’nın Uyarı Mektubu
27 Aralık 1979’da Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülend Ulusu, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya ile Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun’un imzasını taşıyan, ülkedeki iç karışıklıkla ilgili bir uyarı mektubu Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e gönderildi. 1 Ocak 1980’de Çankaya köşkünde Kenan Evren ve kuvvet komutanlarıyla bir görüşme yapıldı.
“Türk Silahlı Kuvvetleri ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizin bir an önce, milli menfaatlerimizi ön plana alarak, anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir.”
Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülend Ulusu,
27 Aralık 1979’da Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülend Ulusu, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya ile Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun’un imzasını taşıyan, ülkedeki iç karışıklıkla ilgili bir uyarı mektubu Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e gönderildi. 1 Ocak 1980’de Çankaya köşkünde Kenan Evren ve kuvvet komutanlarıyla bir görüşme yapıldı.
“Türk Silahlı Kuvvetleri ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizin bir an önce, milli menfaatlerimizi ön plana alarak, anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir.”
24 Ocak Kararları
24 Ocak Kararlarının mimarı “Sandalyesiz Bakan” Turgut Özal
Ekonomik olarak yaşanan istikrarsızlık, üretimin azalması ve karaborsacalığın oluşması gibi nedenlerin ortadan kaldırılması için kamu harcamalarının sınırlandırılması,ücretlerin düşürülmesi,serbest döviz kuru gibi ekonomik önlemler alınması kararlaştırılmıştır. Bunun için Süleyman Demirel Turgut Özal’ı başbakanlık müsteşarlığına atadı ve IMF ile bu kapsamda bir anlaşma imzalandı.
“Kadayıfın Altı”
Şubat 1980’de Milli Selamet Partisi başkanı Necmettin Erbakan Demirel hükûmetini kerhen (istemeyerek) desteklediğini açıkça dile getirmiştir. Bundan 43. Cumhuriyet Hükümeti “Kerhen MC (Milliyetçi Cephe)” olarak anılmaya başlamıştır.
“Kadayıfın altı kızarmadan bu hükûmeti uzaklaştıracak olursanız, bu zihniyet milleti aldatmanın gene fırsatını bulacaktır. Onun için kadayıfın altının kızarmasını bekleyeceğiz. ” (Necmettin Erbakan, 13 Mart 1980 tarihli basın toplantısı)
“18 Mayıs’a MSP il başkanları toplantısına kadar bekleyeceğiz. Kadayıfın altının kızarıp kızarmadığına bakacağız.” (Necmettin Erbakan, 23 Nisan 1980 tarihli basın toplantısı)
Cumhurbaşkanı Seçimi Bunalımı
Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün görev süresi dolduğu sırada meclisteki en büyük 2 partinin liderleri Ecevit ile Demirel daha Cumhurbaşkanlığı için aday bile belirlememişlerdi. Son anda adaylar bulundu. Seçimler sırasında hiçbir aday cumhurbaşkanı olmak için yeter oyu alamıyordu. Meclis onlarca defa tekrar oylama yaptı fakat bir türlü yeni cumhurbaşkanı seçilemedi.
Bayrak Harekâtı
17 Haziran’da Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, kuvvet komutanları ve Genelkurmay II. Başkanı Necdet Öztorun’u çağırmış ve kod adı “Bayrak Harekâtı” olan bir darbenin 11 Temmuz 1980’de gerçekleştirilmesi bildirmiştir:
“Bütün Ordu Komutanlarına; Bayrak Planı’nın uygulanmaya giriş günü 11 Temmuz, saati ise: 04.00’dır.”
Ancak 2 Temmuz’da Süleyman Demirel hükûmeti güvenoyu aldığı için ertelenmiştir. Daha sonra 28 – 31 Ağustos’ta “5 Eylül 1980’den itibaren her an hazır olunması” bildirilen “Bayrak Harekâtı” emirleri özel kuryelerle komutanlara teslim edilmiştir.
Fatsa nokta operasyonu
14 Ekim 1979’de yapılan ara seçimler sonrası Devrimci Yol’un bağımsız adayı Fikri Sönmez CHP adayının (Zeki Muslu) 1150, AP adayının (Ali Rıza Özmaden) 850 oy aldığı seçimde 3096 oyla Fatsa Belediye başkanı seçildi. Belediye halk komiteleri şeklinde örgütlenmişti. Bu örgütlenme ilk olarak yedi mahallesi olan Fatsa’nın çeşitli özelliklerine göre on bir birime ayrılması ve her bir birime üç ila yedi halk komitesi temsilcisi seçilmesi şeklinde belirlendi. Fikri Sönmez’in belediye başkanı olduğu dönemde sokakların çamurdan arındırılması için “Çamura Son Kampanyası” gibi kampanyalar ve Fatsa Halk Kültür Şenliği yapıldı. 8 Temmuz 1980’de askeri birlikler Fatsa ilçesine gönderilmiş ve 9 Temmuz 1980 tarihinde Kenan Evren ordu komutanlarıyla beraber inceleme yapmak için Fatsa’ya gitmiştir. Bakanlar Kurulu tarafından, «Küçük terör odaklarında» baskınlar yapılmasına ilişkin kararla 11 Temmuz sabah erken saatlerinde asker ve polis “nokta operasyonu” düzenlenmiş ve Fatsa Bağımsız Belediye Başkanı Fikri Sönmez ile beraber 300 kişi gözaltına alındı bunlardan 250 kişi 15 Temmuz’da serbest bırakıldı. 12 Temmuz’da sokağa çıkma yasağı ilan edildi ve kaymakam görevden alındı. DİSK genel başkanı ise Demirel’i Çorum’u unutturmak için Fatsa olayını yaratmakla suçladı. Sönmez 18 Temmuz’da tutuklandı. Haklarında açılan davanın iddianamesinde şu sözler yer almaktadı:
“Belediyenin Devrimci Yol örgütünün egemenliğine geçmesiyle; Başkan Fikri Sönmez, siyasetin unsurlarından ve stratejik aşamalarından biri olan direniş komitelerini gündeme getirmiş; ve halk komiteleri adıyla 11 mahallede 5’er kişilik direniş komitelerini kurdurmuştur. Çamura Son Kampanyası, Fatsa Halk Kültür Şenliği gibi faaliyetlerin Devrimci Yol Merkez Komitesinin kararı gereğince yapılmıştır.”
Kenan Evren 25 Ekim 1982’de Trabzon gezisi sırasında yaptığı bir konuşmada bu olayla ilgili şu sözleri sarfetti:
Ve yine biliyorduk ki, Fatsa kurtarılmış bir kasaba idi. Oralarda Devletin kanunları işlemiyordu. Buralarda vatandaşlar sorunlarını, Devletin ilgili makamlarına değil, mahalle komitelerine bildirmekte ve şikayetleri kendilerinin taktıkları isimle buralardaki (Halk Mahkemelerinde) neticelendirilmekte ve hatta bu halk mahkemelerinde ölüm cezaları dahi verilmekte ve bu cezalar sokak ortasında herkesin gözü önünde kurşunlanarak icra edilmekteydi. Böyle sokak ortasında, bu mahkeme kararlarının yerine getirildiği zamanları da biliyoruz.
Zafer Bayramı ve Kudüs Mitingi
Ana madde: Kudüs Mitingi
Necmettin Erbakan “Karadeniz şehirlerinden birisinde vefat eden bir din adamının cenaze töreni”ni bahane olarak göstererek 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın Anıtkabir’deki kısmı ile Genelkurmay Başkanlığı’nda yapılan kutlama törenlerine katılmamıştır.
23 Temmuz 1980’de İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesi sonucu Milli Selamet Partisi 6 Eylül Cumartesi günü Konya’da “Kudüs’ü kurtarma yürüyüş ve mitingi” düzenlemiştir. Bu mitinge 100 bin kişinin üzerinde katılım olmuş,bazı kişiler şalvar, cübbe ve sarıkla, eski harflerin bulunduğu pankartlarla gelmiş ve “Şeriat gelecek, vahşet bitecek”, “Dinsiz devlet, yıkılacak elbet” gibi sloganlar atmışlardır. Miting sırasında okunan İstiklâl Marşı topluluk tarafından yuhalanmıştır.
Betül Tiftik mitingi partilerinin yapmadığını belirtir:
“Konya Mitingini MSP olarak biz yapmadık. Bütün partilerin sahip çıkması için bir tertip heyeti düzenlendi ve önemine binaen, bütün partileri ve liderleri davet etti.”
Ancak dönemin MSP’li Konya Belediye Başkanı Mehmet Keçeciler, mitingin MSP tarafından düzenlendiğini, hatta kendisinin mitingten önce Necmettin Erbakan ve Oğuzhan Asiltürk’le, Ankara’da MSP Genel Merkezi’nde bu mitingi iptal ettirmek için görüştüğünü, iptal ettiremeyince MSP’den istifa ettiğini, fakat bununda kabul edilmediğini yıllar sonra belirtir..
Milli Güvenlik Konseyi
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun’dan oluşan Milli Güvenlik Konseyi, radyodan okunan ilk bildiriye göre:
İç Hizmet Kanununun verdiği Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma görevini yüce Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur.
Milli Güvenlik Konseyi üyeleri
# | İsim | 12 Eylül 1980’de görevi | Görev tarihi | |
---|---|---|---|---|
1 | Kenan Evren | Genel Kurmay Başkanı | 7 Mart 1978 – 1 Temmuz 1983 | |
2 | Nurettin Ersin | Kara Kuvvetleri Komutanı | 9 Mart 1978 – 1 Temmuz 1983 | |
3 | Nejat Tümer | Deniz Kuvvetleri Komutanı | 10 Ağustos 1980 – 6 Aralık 1983 | |
4 | Tahsin Şahinkaya | Hava Kuvvetleri Komutanı | 21 Ağustos 1978 – 6 Aralık 1983 | |
5 | Sedat Celasun | Jandarma Genel Komutanı | 25 Ağustos 1978 – 6 Aralık 1983 |
12 Eylül tarihli 2 numaralı bildiriyle ülke genelinde 13 sıkıyönetim bölgesine 13 general sıkıyönetim komutanı olatak atanmıştır. 7 numaralı bildiriyle siyasi partilerin faaliyetleri yasaklanmış olduğunu ve Türk Hava Kurumu, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay dışındaki derneklerin faaliyetlerinin de durdurulmuş olduğunu duyurulmuştur. Emniyet Genel Müdürlüğü başta olmak üzere polis teşkilatı Jandarma Genel Komutanlığının emrine verilmiştir.Darbe günü Emniyet ve MİT üst düzey yöneticileri Genelkurmay Başkanlığına davet edilmiş ve TRT ile PTT Genel Müdürleriyle beraber tecrit edilmişlerdir.
20 Eylül’de Kenan Evren eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülend Ulusu’yu başbakan olarak görevlendirmiş ve 21 Eylül’de Ulusu’nun sunduğu bakanlar kurulu listesi Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylanmıştır.
Hamzakoy ve Uzunada
Darbenin gece 3:00’da ilanından sonra aynı gün sabah saat 5:30’da Süleyman Demirel, Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan’a Genelkurmay başkanı Kenan Evren tarafından birer tebliğ gönderildi. Tüm tebliğlerde : “TSK yönetime el koymuştur. Hükümetiniz feshedilmiş, parlamento üyeliğiniz düşmüştür. Talimatı getiren subayın ikazlarına uyunuz” ifadesiyle birlikte gidecekleri adresler belirtilmektedir. Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel için Hamzaköy Gelibolu adresi belirtilirken, Necmettin Erbakan’a ise Uzunada İzmir adres olarak verilir.
Ecevit ve Demirel eşleriyle birlikte aynı uçakla Hamzakoy’a götürülür. Yaklaşık bir ay boyunca, 11 Ekim 1980’e kadar burada kaldılar. Necmettin Erbakan aynı gün uçakla Uzunada’ya götürülür. Alparslan Türkeş evinde bulunamadığı için Milli Güvenlik Konseyi, 13 Eylül’de bir bildiri ile teslim olmaması halinde suçlu duruma düşeceğini belirtir. Bunun üzerine 14 Eylül’de Ankara Merkez Komutanlığına teslim olur ve Uzunada’ya gönderilir.
12 Eylül dönemi
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ve Kuvvet Komutanları tarafından oluşturulan askeri yönetim Milli Güvenlik Konseyi adı altında 1983 genel seçimine kadar Türkiye’ye ilişkin tüm kritik kararları aldı.
“Asmayalım da besleyelim mi?”
Darbeden sonra ilk idam edilenler 9 Ekim 1980 tarihinde ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu ve sol görüşlü Necdet Adalı olmuştur. Daha sonra 19 Mart 1980 tarihinde idama mahkûm edilen Erdal Eren’in idam kararı Yargıtay tarafından iki kere iptal edilmiş olmasına karşın, Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylanan kararla, 13 Aralık 1980’de Ankara Merkez Cezaevi’nde infaz edildi. Erdal Eren’in idamına ilişkin Kenan Evren 3 Ekim 1984’de yaptığı Muş gezisi sırasındaki konuşmada şunları söylemiştir:
“Şimdi ben, bunu yakaladıktan sonra mahkemeye vereceğim ve ondan sonra da idam etmeyeceğim, ömür boyu ona bakacağım. Bu vatan için kanını akıtan bu Mehmetçiklere silah çeken o haini ben senelerce besleyeceğim. Buna siz razı olur musunuz?”
1402’likler
Ana madde: 1402’likler
6 Kasım 1981’de çıkarılan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile YÖK kuruldu. Bundan sonra 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanununun 2301 ve 2766 sayılı kanunla değişik maddelerince özellikle solcu olduğu düşünülen 71 Üniversite personeli YÖK tarafından görevlerinden uzaklaştırıldı. İlk uzaklaştırmalar Şubat 1983’de başladı. Genelkurmayın açılamalarına göre toplam 4891 kamu personeli görevden alınmış ve 38 profesör, 25 doçent, 10 yardımcı doçent’in 1402’lik olmuştur. Ancak 1402’lik olmasını istemediğinden bizzat istifa yolunu seçenleri dahil edildiğinde 20.000′ civarında olduğu öne sürülmektedir.
Dağ Türkleri
12 Eylül sonrasında Kürtlerin “Dağ Türkleri” olduğu ilan edilmiştir. Genelkurmay Başkanlığı’nın bastırdığı “Beyaz Kitap”‘ta şu açıklama yer almıştır:
“Dağların yüksek kısımlarında, tepelerde yaz kış erimeyen karlar vardı. Güneş açınca üzerleri buzlaşan camsı parlak bir tabaka ile örtülürdü karın yüzü. Üstü sert altı yumşak olurdu. Bu karın üstünde yürününce, ayağın bastığı yer içeriye çöker, ‘kırt-kürt’ diye ses çıkarırdı. Doğulu Türkmenlere, Kürt denmesinin nedeni buydu. Bölücülerin Kürt dedikleri, yüksek yaylalarda, karlık bölgelerde yaşayan Türklerin karda yürürken ayaklarından çıkardıkları sesin adıydı aslında.”
1982 Anayasası
Ana madde: 1982 Anayasası
7 Kasım 1982 yılında yapılan Halkoylamasıyla %91.37 evet oyuna karşılık, %8.63 hayır oyuyla kabul edildi. Oy kullanırken iki renk hakimdi: Mavi renk hayır, beyaz renk evet demekti. Kenan Evren yaptığı konuşmalarla halkı mavi oy vermemesi konusunda telkin ediyor ve çeşitli gazetelere mavi renkle ilgili sansür uygulanıyordu.
Darbe ardından geçen 3 yıl içerisinde önemli kanunların tamamına yakını değiştirildi ve askeri yönetimin belirlediği Danışma Meclisi tarafından hazırlanan Anayasa, 1982 yılında yapılan ve aleyhte konuşmanın ve propaganda yapmanın yasak olduğu “güdümlü” referandumda, yüzde 92’lik “Evet” oyu ile büyük farkla kabul edildi. Halk oylamasında ‘Hayır’ oyu kullananları sandık başında baskı altında tutmak için rengi dışardan görünen oy pusulaları kullandırıldığı iddia edildi ama bu, Anayasa’nın çok büyük çoğunlukla kabul edilmesini açıklayan tek neden değildi. Anayasa’nın kabulünün bir başka önemli etkeni olarak, ihtilal öncesi iç savaş ortamı nedeni ile vatandaşların kendi hayatlarından endişe etmesi de ifade edilir.
Aynı halk oylamasında, Kenan Evren otomatik olarak Cumhurbaşkanı seçildi. Kabul edilen Anayasa’da, askeri yönetim üyelerinin ömür boyu yargılanmasını engelleyen geçici 15. madde, daha sonraki seçimlerle iktidara gelen hiçbir hükümet tarafından kaldırılmadı ve 12 Eylül liderlerinin dokunulmazlığı sürdü.
Spora etkileri
Futbola etkileri
Kenan Evren, 1.Lig’de başkentin mutlaka bir takımla temsil edilmesi gerektiğini düşündüğünden o sırada 2.Lig’de mücadele eden Ankaragücü’nün bir üst lige çıkabilmesi için özel kanun çıkartır. Buna göre Türkiye Kupası’nı kazanan bir ekip hangi ligde olduğuna bakılmaksızın 1.Lig’e çıkartılacaktır. 1980-81 sezonunda Türkiye Kupası’nı kazanan Ankaragücü bu şekilde 1.Lig’e çıkmış olur.
83 rejimi
Zincirbozan
Siyasi partilerin yeniden kurulmasına izin verilmiştir. Ancak Milli Güvenlik Konseyi’nin yayınladığı 31 Mayıs 1983 tarih ve 79 sayılı kararıyla Adalet Partisi’nden Süleyman Demirel, Ali Naili Erdem, Ekrem Ceyhun, Saadettin Bilgiç, Nahit Menteşe, Yiğit Köker, İhsan Sabri Çağlayangil, Cumhuriyet Halk Partisi’nden Sırrı Atalay, Metin Tüzün, Celal Doğan, Deniz Baykal, Ferhat Aslantaş, Süleyman Genç, Yüksel Çakmur, Büyük Türkiye Partisi’nden Hüsamettin Cindoruk ve Mehmet Gölhan olmak üzere 16 eski siyasetçi 121 gün süreyle Çanakkale Lapseki ilçesindeki Zincirbozan askeri üssünde zorunlu ikamette tabi tutulmuştur.
Millî Güvenlik Konseyi’nin yeni kurulan partilerin kurucularını veto etmesi ve bazı partilerin ülke genelindeki gerekli teşkilatlanmayı seçim dönemine yetiştirememeleri nedeniyle 6 Kasım 1983 genel seçimlerine katılmasına izin verilmeyen Büyük Türkiye Partisi’nin devamı nitelinde olan Doğru Yol Partisi, Sosyal Demokrasi Partisi ve Refah Partisi’ne “Yasaklılar”, Milli Güvenlik Konseyi tarafından genel seçimlere katılmalarını uygun bulunan Emekli Orgeneral Turgut Sunalp’in liderliğindeki Milliyetçi Demokrasi Partisi, eski Başbakanlık Müsteşarı Necdet Calp’ın liderliğindeki Halkçı Parti ve 24 Ocak Kararları’nı hazırlayan Turgut Özal’ın liderliğindeki Anavatan Partisi’ne “İcazetliler” veya “6 Kasım partileri” denilmiştir.
1983 genel seçimleri
Ana madde: 1983 Türkiye genel seçimleri
6 Kasım 1983 genel seçimine, kapatılan eski siyasi partilerin hiçbiri katılamadı. Yapılan genel seçimleri Anavatan Partisi kazandı, Halkçı Parti ikinci ve Milliyetçi Demokrasi Partisi de sürpriz bir şekilde üçüncü oldu. Seçimlerden sonra milletvekillerinin parti değiştirmeleri sonucunda Doğru Yol Partisi ve Sosyal Demokrasi Partisi de meclise girdi. Daha sonra alınan başarısız seçim sonuçları nedeniyle Milliyetçi Demokrasi Partisi kendisini feshetti, Halkçı Parti ise Sosyal Demokrasi Partisi ile birleşerek Sosyaldemokrat Halkçı Parti’yi kurdu.
ABD’nin rolü
Amerika Birleşik Devletleri yönetiminin darbeden haberdar olduğu ve darbe gecesi Başkan Jimmy Carter’a “bizim çocuklar işi bitirdi” anlamında bir mesajın, bir toplantının ortasında iletildiğinin anlaşılması, 12 Eylül’de ABD’nin rolü konusunu da tartışmalara açtı. İlk kez Mehmet Ali Birand’ın 12 Eylül 04.00 (1984) adlı kitabında ortaya atılan, 12 Eylül Darbesi sırasında dönemin ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Türkiye Masası Sorumlusu Paul Henze’in askeri müdahaleyi haber alırken haberi ulaştıran diplomatın your boys have done it — senin çocuklar işi bitirdi – anlamındaki konuşması, 12 Eylül Darbesi içinde ABD’nin rolü konusunda tartışmalara neden olmuştur. Paul Henze 2003 yılında Zaman Gazetesi’ne verdiği demeçte sözlerinin Mehmet Ali Birand’ın uydurması olduğunu belirtmiş, ancak kısa bir süre sonra Birand 2007’de Henze ile yaptığı görüşmenin sesli ve görüntülü kayıtlarını yayınlayarak Henze’i yalanlamıştır.
Sıkıyönetim uygulamasının kaldırılması
Sıkıyönetim uygulamasının tarihlere göre kaldırıldığı iller:
19 Mart 1984 | Bilecik, Bitlis, Burdur, Çanakkale, Çankırı, Gümüşhane, Isparta, Kastamonu, Kırklareli, Kırşehir, Kütahya, İzmir, Sinop |
19 Temmuz 1984 | Afyon, Amasya, Aydın, Balıkesir, Bolu, Çorum, Muğla, Nevşehir, Niğde, Rize, Sakarya, Tekirdağ, Yozgat |
19 Kasım 1984 | Denizli, Giresun, Kayseri, Konya, Manisa, Uşak |
18 Mart 1985 | Antalya, Bursa, Eskişehir, Hakkari, İçel, Kocaeli, Malatya, Kahramanmaraş, Samsun, Sivas, Tokat, Zonguldak |
19 Temmuz 1985 | Ankara, Artvin, Edirne, Erzincan, İzmir, Ordu |
19 Eylül 1985 | Trabzon |
19 Kasım 1985 | Adana, Adıyaman, Ağrı, Erzurum, Gaziantep, Hatay, İstanbul, Kars |
19 Mart 1986 | Bingöl, Elazığ, Tunceli, Şanlıurfa |
19 Mart 1987 | Van |
19 Temmuz 1987 | Diyarbakır, Mardin, Siirt |
Darbenin sonuçları
650.000 kişi göz altına alındı.
1 milyon 683 bin kişi fişlendi.
Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.
7 bin kişi için idam cezası istendi.
517 kişiye idam cezası verildi.
Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı (26 siyasi suçlu, 23 adli suçlu, 1’i Asala militanı).
İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis’e gönderildi.
71 bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.
98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı.
388 bin kişiye pasaport verilmedi.
30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı.
14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.
30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti.
300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi.
937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı.
23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.
3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi.
400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.
Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.
31 gazeteci cezaevine girdi.
300 gazeteci saldırıya uğradı.
3 gazeteci silahla öldürüldü.
Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.
13 büyük gazete için 303 dava açıldı.
39 ton gazete ve dergi imha edildi.
Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.
144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
14 kişi açlık grevinde öldü.
16 kişi -kaçarken- vuruldu.
95 kişi -çatışmada- öldü.
73 kişiye -doğal ölüm raporu- verildi.
43 kişinin -intihar ettiği- bildirildi.
Darbenin yargılanması
Darbe sonrası hazırlanan 1982 anayasasında yer alan geçici 15. madde ile 12 Eylül’ü gerçekleştiren Millî Güvenlik Konseyi ile bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümet ve Kurucu Meclis üyeleri hakkında dava açılması engellenmiştir.
2000 yılında Adana savcısı Sacit Kayasu Kenan Evren hakkında iddianame hazırladı. Fakat, Kayasu’nun iddianamesi kabul edilmedi. Kayasu ilk olarak, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından kınama cezası aldı. Daha sonra Yargıtay tarafından “görevi kötüye kullanmak” ve “askeri kuvvetleri tahkir ve tezyif” suçundan mahkum edilen Kayasu’yu Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu meslekten ihraç etti. Avukatlık yapma hakkı dahi elinden alınan Kayasu, ihraç kararı üzerine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde dava açtı. 2008’de sona eren davada “ifade özgürlüğünü kısıtladığı” için Türkiye 41 bin avro tazminata mahkum edildi.
Mayıs 2010’da meclisten geçen ve cumhurbaşkanı tarafından halkoyuna sunulan 26 maddelik anayasa değişikliği paketindeki maddelerden biri de “geçici 15. madde”nin kaldırılmasıyla ilgiliydi. Bu maddenin kaldırılmasıyla 12 Eylül Darbesi ile ilgili suçların zaman aşımına uğrayıp uğramayacağı konusunda farklı görüşler ortaya atıldı.
12 Eylül 2010’daki referandumda % 58 evet oyu çıktı ve 13 Eylül 2010 sabahından itibaren 12 Eylül’ün sorumluları hakkında suç duyuruları yapılmaya başlandı.
12 Eylül 2010 tarihinde sonuçlanan referandum sonrasında değiştirilen yasalar çerçevesinde 12 Eylül 1980 yılında gerçekleştirilmiş olan ihtilalden mağdur olanların ilgililere dava açma hakkı doğdu. Bunun sonucunda referandum tarihinin ilk gününden itibaren savcılığa binlerce suç duyurusunda bulunuldu. Bütün bu suç duyuruları toplanıp Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 7 Nisan 2011 yılında ilk soruşturma açıldı. Darbenin üzerinden geçen 31 yıl sonunda açılabilen ilk soruşturmadır.
“Milli Güvenlik Konseyi (MGK) adı altında 12 Eylül 1980’de ülke yönetimine el koyan ve 24 Kasım 1983 yılına kadar bu statüsünü sürdüren askeri cunta yönetiminin hayatta kalan üyeleri, Kenan Evren, Nejat Tümer ve Tahsin Şahinkaya’nın işlediği (A) Nürnberg Şartı ile kabul edilmiş ve tüm devletlerin kendi kanunlarında yer almasa dahi suçun oluşumu halinde takip etmek zorunda oldukları uluslararası hukukun buyruk kuralı niteliğine sahip insanlığa karşı suçlar (B) 765 Sayılı Ceza Kanunu’nun 146, 147, 153, 174, 179, 180, 181. maddeleri kapsamında, insanlığa karşı suçlar ve resen takdir edilecek suçlar nedeniyle haklarında başsavcılık tarafından ceza dava açılması ve haklarında gerekli önlemlerin alınması istemidir.”
Kültürel etkiler
Filmler
1986 – Sen Türkülerini Söyle (Şerif Gören)
1986 – Dikenli Yol (Zeki Alasya)
1986 – Prenses (Sinan Çetin)
1986 – Ses (Zeki Ökten)
1987 – Av Zamanı (Erden Kıral)
1987 – Kara Sevdalı Bulut (Muammer Özer)
1988 – Sis (Zülfü Livaneli)
1988 – Kimlik (Melih Gülgen)
1989 – Bütün Kapılar Kapalıydı (Memduh Ün)
1989 – Uçurtmayı Vurmasınlar (Tunç Başaran)
1990 – Bekle Dedim Gölgeye (Atıf Yılmaz)
1991 – Uzlaşma (Oğuzhan Tercan)
1994 – Babam Askerde (Handan İpekçi)
1995 – 80. Adım (Tomris Giritlioğlu)
1998 – Gülün Bittiği Yer (İsmail Güneş)
1999 – Eylül Fırtınası (Atıf Yılmaz)
2000 – Coup/Darbe – A Documentary History of the Turkish Military Interventions (Belgesel, Elif Savaş Felsen)
2004 – Vizontele Tuuba (Yılmaz Erdoğan)
2005 – Babam ve Oğlum (Çağan Irmak)
2006 – Beynelmilel (Sırrı Süreyya Önder)
2006 – Eve Dönüş (Ömer Uğur)
2007 – Zincirbozan (Atıl İnaç)
2008 – O… Çocukları (Murat Saraçoğlu)
Diziler 2004 – Çemberimde Gül Oya
2007 – Hatırla Sevgili
2009-2010- Bu Kalp Seni Unutur mu?
Şarkılar
Ozan Arif, Yaşıyor Kenan Paşa
Ozan Arif, Seksenciler
Ozan Arif, Muhasebe
Ozan Arif, C-5/İşkence
Ozan Arif, Bir İt Vardı
Hasan Mutlucan, Yine de Şahlanıyor
Erkin Koray, Öyle bir Geçer Zaman Ki (1982)
Sezen Aksu, Son Bakış (1989)
Cem Karaca, Raptiye Rap Rap (1992)
Fikret Kızılok Demirbaş (1995)
Suavi Eylül (1996)
Mor ve Ötesi, Darbe (2006)
Teoman ve Yavuz Bingöl, İki Çocuk (2006)
Saian, Suç
Sexen, Censored Inc. (2009)
Ahmet Kaya, Şafak Türküsü
Kaynak ; Wikipedia
12 Eylül Utanç Müzesi`nden Barış ve Halkların Kardeşliği
1980 askeri darbesinde yaşananların öncesi ve sonrasıyla hatırlatılmaya çalışıldığı 12 Eylül Utanç Müzesi’nin açılışında barış çağrıları yükseldi. Devrimci 78’liler Federasyonu tarafından bu yıl gerçekleşecek etkinlikler “Barış ve Halkların Kardeşliği”ne atfedildi.
Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde ırlanan müzenin çıkışına katılım yoğundu. Çok sayıda demokratik kitle örgütü, sendika ve siyasi parti temsilcisi ile akademisyen ve sanatçıların katıldığı açılışta konuşan 78’liler Federasyonu Başkanı Hüseyin Esentürk, bu yıl etkinliklerin barış ve kardeşliğe adandığını söyledi. Herkesin bu dönemde barışiçinemek vermesi gerektiğifade eden Esentürk, zulmün olduğu yerde direnişin her zaman olacağını vurguladı. Amaçlarının müzenin kalıcı hale getirilmesi olduğunu ifade eden Esentürk, olması gerekenin faşizmin zulüm merkezlerinin akıllardan silinmemesi olduğunu söyledi. Esentürk, Denizlerin darağacının da emanet olarak durduğu Ulucanlar Cezaevi’nden çıkarılarak müzeye konulacağı sözünü bir kez daha yineledi.
‘BARIŞ OLMAZSA OLMAZ’
Müzeye ev sahipliği yapan Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık da, geleceğe ışık tutması ve yaşananların belleklerden silinmemesi açısından acı dolu bir dönemin müzeleştirilmesinin önemini vurguladı. Dünyanın hem ekonomik hem yönetimsel anlamda olağanüstü bir dönemden geçtiğini ifade eden Tanık, savaşta değil, barış ve kardeşlikte ısrar edilmesi gerekliliğinin altını çizdi.
İHD Onursal Başkanı ve Diyarbakır eski milletvekili Akın Birdal ise, Türkiye’nin demokratikleşmesi için geçmişiyle yüzleşmesi gerektiğini vurguladı. Barışın olmazsa olmaz bir gereksinim olduğunu vurgulayan Birdal, gerçek barışın inşası için dillerin, kültürlerin, inançların özgürce yaşanacağı bir ortam oluşturulması gerektiğinin altını çizdi. Birdal, bu hakların anayasal güvence altına alınmasının önemine vurgu yaptı.
HÜKÜMETE ELEŞTİRİ
Toplumsal Bellek Platformu adına 2 Temmuz Madımak Katliamı’nda hayatını kaybeden Behçet Aysan’ın kızı Eren Aysan konuştu. “Dinmeyen acılarımızla tekrar buradayız” diyen Aysan, acılarını paylaştıklarını söyleyip hiçbir şey yapmayan devlet görevlilerine ihtiyaçlarıın olmadığını söyledi. Siyasi cinayetlerde zaman aşımının kaldırılması gerektiğinin altını çizen Aysan, adalet arayışlarını sonuna kadar sürdüreceklerini vurguladı.
Şair Ahmet Telli ise, 12 Eylül darbesinin yok etmeye çalıştığı devrimcilerin de halkların kardeşliği ve özgürlüğü savunduklarına vurgu yaptı.
DENİZLER, DİNK, GÖKTEPE, ÇELENK
Bu yıl ikinci kez kapılarını açan müzede, 12 Eylül darbesinde cezaevine giren, işkence gören, yaşamını yitirenlerin isimleri, hayat hikayeleri, mektupları, fotoğrafları, özel eşyalarının yanı sıra döneme ilişkin gazete haberleri ve işkence aletlerinin kopyaları yer alıyor. Müze darbe dönemiyle sınırlı kalmıyor, öncesi ve sonrası, hatta günümüze kadar darbenin yansımalarını anlatmaya çalışıyor. Deniz Gezmiş’in parkası, Mahir Çayan’ın hırkası, İbrahim Kaypakkaya’nın fotoğraf makinesi ve teksir makinesi, Hrant Dink’in ceketi, polisler tarafından öldürülen muhabirimiz Metin Göktepe’nin öğrenci kimliği bunlardan birkaçı. Müzede bu yıl yaşamını yitiren Denizlerin avukatı Halit Çelenk için de özel bir köşe yer alıyor. “Utanç Müzesi” paneller, şiir dinletileri, film gösterimlerinin de yer alacağı etkinliklerle 27 Eylül’e kadar Ankaralılarla buluşacak.
12 Eylül Belgeseli ;