10-05- 2005
İnsan niçin intihar eder? Hangi nedenler yüzünden, yaşamın arka penceresinden çağırır o siyah kanatlı, sessiz ölümü? Bu güneşli mayıs gününde, doğada için için süren yaşama coşkusuyla çelişen bir soru; biliyorum. Yaşamına kendi kararıyla son veren bir arkadaşımdan kalan boşluk, aylardan beri içimi acıtıyor. Bu güzel insanın, yaşamın hangi kırılmanoktasında böyle bir kararın ardından gittiğini anlayamayışım, gözlerime hüznün gölgelerini bırakıyor. Gölgeler yaşamın gün ışıklarına düşerken, içimi yaprak yeşili ürperişler sarıyor. Günceme yazınca ruhumu ezen ağırlığın biraz olsun azaldığını düşünüyorum. Belki bir yanılsama… Gözyaşlarım harflerin içinde akıyor sanki.
Bazen de insan, insan olduğu için, insan kalmak istediği için, yaşamın dayattığı derin kırılmalar karşısında tek yol olarak ölümü görebiliyor. Çok acıtıcı da olsa, “intihar eylemleri” nin ardında yatan gerçeklerden biri de bu. Gün geçmiyor ki darmadağın edilmeye çalışılan Irak’tan bir intihar saldırısı haberi gelmesin… Direnmenin öteki adı oluyor Irak’ta intihar. 12 Eylül karanlığında, cezaevlerindeki birçok insanın intiharı seçtiği de ne yazık ki başka bir gerçek…
Hayri K.Yetik’in intihar edenlerle ilgili satırları ne kadar düşündürücü:
“Yaşanmakta olanı istemiyorlar; hepsi o kadar. Önlerine konan yaşamı reddediyorlar; yaşamaya katlanamıyorlar yani. Katlanamadıklarını tükürüyorlar yüzünüze.
Andre Breton’ca: “Benim için hazırlanmış yazgıya boyun eğmiyorum; en yüce bilincin bu adaletsizlikle yaralı yaşayışımı, bu yeryüzündeki her türlü yaşayışın gülünç kurallarına uydurmaya yanaşmıyorum.”
(…) Anlayın artık, geleceği de yüzünüze çarpıyorlar; yüzünüzde parçalanıp yerlere savrulan sizin sahte iyimserliğiniz, sanal kurgularla gelen geleceğinizdir; onlarınsa gelecekleri hiç olmamıştı. Dalsanız arkada bıraktıkları kuyuya, bilinen bir kuyu değil. Bir kara delik sanki. İzini sürseniz yüreğinizin karalığına çıkar. Karalığınızı bulursunuz orada en fazla. Şaşıp kalırsınız “n’olacak şimdi” yeni sorularla burgaca dönüşür… Bu anlamsız dizgeyi bu saatten sonra yenilir yutulur duruma getirebilir misiniz? Artık sizin için de inandırıcılığı kalmamış bu boşluğu neyle dolduracaksınız; hangi yalanla? Yalnız onlar için mi; hepimiz içindir; içinde bir dipsiz kuyu olan bu zarf. Bir ‘ölüm’ atıyorlar önümüze.”
11-05-2005
Yaşam yerine ölümü seçen şair ve yazarlar, Ahmet Oktay’ın dizelerinde, her biri birer şiir halinde gözlerimin önünden geçtiler. 1987’de yayımlanan Yol Üstündeki Semender, intihar eden sanatçılar için yazılmış, derinlikli bir yapıt. Bu kitabıyla Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü almış Ahmet Oktay. Yol Üstündeki Semender, şu dizeyle başlıyor:
“Beni intihar ettiler.” (A. Artaud) Bir prolog var sonra:“…Bin yıllardır/ Yargının bukağısında Söz, / Ya kargış yazgısı ya sürgün. / Aynasında yansıttığı / zamanı sorguluyor yine de. Yenilgisi / yengiye dönüşüyor. Söz gibi intihar da bu yüzden / tarihin tam içinde işliyor.” dizeleri dikkati çekiyor prologda.
İntiharı yaşamın tek anlamına dönüştüren sanatçılar (Kleist’ten Virginia Woolf’e, Mayakovski’den Walter Benjamin’e, Gérard De Nerval’den Cesare Pavese’e, Stefan Zweig’dan Beşir Fuad’a on iki insan…) dizelerin içinde, ruhlarındaki yoğun kederleri damıtıyor; kendilerini anlatıyorlar. Epilog’la biten yapıtın son dizelerini şöyle yazmış Ahmet Oktay:
“Bu kitabın adını andığı,/ ölümlerini bir bir / denemeye çalıştığı 12 insan, / korkak oldukları kadar cesur / umutsuz oldukları kadar / umutluydular. Yaşamlarından da / ölümlerinden de çıkaracağımız / dersler unutulur gibi değil. / Yapıtları ise içlerinde / kendi suretlerimizin yansıdığı / kristal aynalardır. Edemediğimiz / ve edebileceğimiz / tüm intiharlar / ateşten gözleriyle bakıyorlar / yol üstündeki / bir semender gibi”
İkinci Dünya Savaşı yıllarında insanların ölümlerine, kıyımlara dayanamayıp kendi yaşamına son veren Avusturyalı yazar Stefan Zweig, adını insanlık tarihine bu olağanüstü eylemiyle yazdırıyor. Karısı Charlotte de onu yalnız bırakmıyor. Birlikte gidiyorlar ölüme; ruhlarında yüzyılın insanlık acılarının bütün yükünü taşıyarak. Yol Üstündeki Semender’de şair, Zweig’inseslenişiyle yazmış STEFAN ZWEIG bölümündeki dizeleri:
“İnsan / vaktinde bilebilseydi: Sessiz / durmakla uzak kalınamıyor. Bilebilseydi. / Savaş işte her yanda, susanın da / dağlandı eti karşı koyan kadar. Meltem / acıtıyor yanıklarını. Azalıyor / insan: unuta unuta otellerde / andaçlarını. ‘Yitirdim / ayaklarımı sağlam basabileceğim / tüm toprakları.’ Dinledim son kez / öteki ucunda dünyanın: Üzünçle / çınladı Noel çanları. Renkli / çam dallarında gözümü kamaştırdı / son kez yaşam. Rilke’nin dediği gibi / ‘dayanabilmek bütün sorun.” (A. Oktay)
Zweig, İkinci Dünya Savaşı’nın acılarından uzaktaydı görünürde; dünyanın öteki ucunda, Brezilya’da sürgündeydi. Fakat gazete başlıklarını okumayı bir gün olsun bırakmıyordu. Savaşın yıkımları ve acıları o duyarlı ruhunda öyle onulmaz yaralar açıyordu ki bir noktadan sonra ölüm onun için kaçınılmaz bir gerçek halini aldı; ölümün çağrısına bütün varlığıyla yanıt verdi. Stefan Zweig’ın Masalımsı Bir Gece öyküsündeki adam, yaşamı için bulduğu anlamı şöyle dile getiriyor: “Kendi benliğini bulan kimse şu dünyada hiçbir şeyi yitirmez. Kendi içindeki insanı tanımış olan, bütün insanları tanır.” Bu sözler, yazarın kendi yaşamında bulduğu anlamı da içeriyor bence.
Yapıtlarıyla yazarlığı arasında bir tutarlılık vardı Zweig’ın. İkisi de birbirinden ayrıştırılamaz bir bütün halindeydi. Yazarın bütün çabaları, dünyada bütünlüğün kurulması ve korunması içindi. Kültürler arası iletişime verdiği önem doğrultusunda dünyanın her tarafında konferanslar veriyor; evrensel barışı savunuyordu. Yapıtları açılımlandığında, işlediği konuların, kültürler arası arabulucu kimliğini yansıttığı görülebilir. Yazdığı biyografiler, bu yönünün göstergeleridir. Stefan Zweig, önemli bir biyografi yazarı olarak dünya yazın tarihinde yerini aldı. Dostoyevski, Verlaine, Rimbaud, Kleist, Hölderlin, Nietzche, Tolstoy, Baudelaire, Balzac, Dickens… gibi yazar ve şairlerin yaşam öykülerini, psikolojik boyutlar da katarak oluşturdu. Çok yönlü bir sanatçıydı Zweig; şair, öykücü, romancı, düşünür kimliği taşıyordu.
Tarihler 1933’ü gösterirken Nazilerin yakmaya başladıkları kitapların arasında Stefan Zweig’ın yapıtları da yer alıyordu. 1934’te Nazilerle Zweig arasındaki çatışmalar doruğa ulaştı. Önce yazardan “savunma” istendi, sonra evi basılarak silah araması yapıldı. Bunun üzerine Zweig yurdunu terk etmek zorunda kaldı ve Londra’ya yerleşti. Sürgün yılları başlamıştı:
“Ah, ulus / diye haykıran zorba! Horladı / sözünü yüreğin. Gün günden / kabarıyor ölüler listesi. Geleceğim / çölde yazılı belki ya da / öteki ilk yazın yağmurunda. ‘Günümüz / kovalanış ve kin.’ Batık kıtalar / oluşturdu göğsümde / mülteci yüzleri. Tarihe yanıt / istiyor mahpus da: Neyin tapıncı / yakılan kitaplar? Nedir zalimi / önder saymanın mantığı?” (A.Oktay)
Zweig’ın yaşamı, yüzyılın şiddet, kıyım, ırkçılık kasırgalarına karşı direnmeyle geçti. Evrensel barışın egemen olduğu, ortak mutluluğa ulaşılmış, savaşsız bir dünya için uğraştı ve yaşamını bunun gerçekleşebileceğini kanıtlamaya adadı.
Yıl 1942. Brezilya, Petropolis kenti… Zweig, hayranı olduğu Avrupa kültürünün korkunç bir zulmü ve canavarlığı yaratması, inandığı değerlerin bir bir yıkılması üzerine, yaşamında en ufak bir anlam parçasının kalmadığını düşünüyor:
“Avrupalı / benim belleğim. Yazım da. Geç kaldım / yurt edinmeye gurbeti. Zorbaysa / ateşe veriyor dünyayı.” (A. Oktay)
Savaşla dolu bir dünyada insanca paylaşılabilecek hiçbir şeyin kalmadığına inanıyor. Büyük bir umutsuzluk bu… Müthiş bir kırılma… Ve Charlotte ile birlikte gidiyorlar ölüme:
“Charlotte! / Bana bak son kez. Aynan yansıtsın / kitapları ve dere kenarlarını / ikisiydi yaşamım. / Uyumunu yitiren / dil susar. Yansa da / geleceği bilmek için. Duru kalan tek sözcük / bu mu yoksa? Gelecek. / Işığın / ve karanlığın geleceği. / Sis her yanda. Ah Charlotte / çevir bana son kez / kadınlığın gözlerini.” (A. Oktay)
12-05-2005
Stefan Zweig’ın Günlükler’inde, yaşamındaki gizleri bulmaya, iç dünyasının yansımalarını görmeye çalışıyorum. İki yıl önce İngiltere’deyken yazdığı 16 Haziran 1940 tarihli günlüğünde: “Hayatlarımız on yıllarca düzelmeyecek, benim önümdeyse on yıllar yok. Olmasını da istemiyorum…Bitti. Avrupa’nın işi bitti, dünyamız çökertildi. İşte şimdi tam anlamıyla vatansızız.” sözleri yer alıyor. Bir gün önce de şöyle yazmıştır günlüğüne: “Neredeyse elli dokuz yaşındayım, önümdeki yıllar korkunç olacak; bu aşağılanmalara niye katlanayım ki?” Yıllar süren yurtsuzluk, süreğen göçmenlik yaşantısı Zweig’da büyük bir ruh çöküntüsü yaratıyor. 1939’da Max Herman –Neisse’ye “İnsanlık her yerde var ama bu her yer çok az… Bununla birlikte insanlık nerede bulunuyorsa orası bizim gerçek vatanımız olsun.” diye yazmıştı. İşte 30 Mayıs 1940 tarihli günlüğünden satırlar:
“…gitmek istediğim başka bir ülke de yok, tasımı tarağımı toplayıp bir kez daha iltica edecek gücüm yok, en kritik anda Oscar Wilde’ı pençesine almış olan o yazgısal ağırlık benim de içimde. Az önce, New York üzerinden Brezilya’ya gidebileceğim haberini aldım. Ama bunu yapmalı mıyım? Yeniden mi işimden, evimden kopacağım, bir uçuruma, belirsizliğe mi bırakacağım kendimi, ruhum bedenimin içinde kaskatıyken konferanslarla, toplantılarla zaman mı harcayacağım?”
Sığındığı İngiltere’de rahat değildir Zweig. Kendini aforoz edilmiş gibi duyumsar; İngilizlerin kendi adını bile telaffuz edemediğini, bu afarozun ömür boyu süreceğini düşünür. “Sorun, Alman olarak mı, Yahudi olarak mı, daha çok nefret edileceğim; üzerimize Nessus’un gömleği gibi atılmış olan nefret konusunda tartışılmıyor bile.” diye yazan Zweig, kendisini çevreleyen nefret duygusunun içinde yaşamak zorunda kalmıştı. Boşluğun içine düşmüş gibiydi; yüreği uçurumdaydı. 28 Haziran 1940’ta şöyle yazıyor: “Avrupa’yla birlikte ölmek gerekmez mi! Dayandığımız için, kurban olduğumuz için teşekkür beklememeliyiz elbette, sözün ve onurun geçerli olmadığı her gün kanıtlanıyor; Hitler’in en korkunç suçu, yalanı ve aldatmayı saygın bir konuma getirmiş olması ve binlerce yıldır suç olarak görülen şeylerin devlet sanatı ve yaşam sanatı olarak kabul edilmesi. Bizim gibi eski kavramlarla yaşayanların işi bitik; bir şişeyi hazırda tutuyorum…” Öyle zorlu bir ruh durumudur ki bu, yazarı derinden kuşatmış ve bütün dünyasını tutsak almıştır. Ölümün kaçınılmazlığı, intiharın ipuçları, öncülleri gizli bu satırlarda. Gerçekten, “önüne konan yaşamı reddediyor”; böyle bir yaşamın içinde boğulmaktansa, ölümün içinde özgür olmayı tercih ediyor.
Kendi yaşam öyküsünü anlattığı Dünün Dünyası’nda aynı zamanda Batı Avrupa kültürünü ele alır Zweig. O, bu kültürü hem sevmekte hem yermektedir; ama sevgisi her zaman daha ağır basar. 1939-1942 yıllarında, savaşın karanlıklarında yazdığı bu kitapta Zweig kendi hayatını anlatırken şöyle der:
“Hayatım, dediğimde, hemen arkasından ‘hangisi’ diye kendi kendime sorduğum çoktur. Savaşlardan önceki mi? Birinci, İkinci Savaştan önceki mi?…Ben kendi payıma, insanlığın iki en büyük savaşı ile çağdaşım. Birini Alman, ötekini Almanlara karşı olarak iki ayrı cephede yaşadım. Kişisel özgürlüğün en yüksek çizgisine ve biçimine savaş öncesinde ulaştım. Fakat sonra yüzyıllardan beri görülmemiş bir derinlikte olan en alt basamağa indim.”
Savaşa bütün varlığıyla karşı çıkar Zweig. O, gerçek bir barış tutkunudur. Yaşadıkları, düşünceleri ve düşlerini doğrulamaz ne yazık ki. Dünün Dünyası’nın son sayfasında şunları yazar:
“Küt küt atan kalbim, şu anda başlayan ve korkunç yanlarını bakışlardan henüz saklayan savaşı hissederken, geçmiş savaşı da her yanıyla duymaktaydı. Anlamıştım. Dünün her şeyi geçip gitmiş, başarılan ne varsa yok edilmiş, gerçek yurt bilip sevgiyle yaşadığımız Avrupa, kendi ömürlerimizden çok daha korkunç biçimde tuz buz edilmişti.”
Dil, din, ulusal kimliklerin ötesinde, evrensel kültürün utkusu için çalıştığı dünya, hızla ellerinden kayıyordu. Düşündükleri ve idealleriyle çelişen bir dünyada yaşamak, korkunç acı veriyordu yazara. Savaşın en yakıcı ve yıkıcı yılında, karısıyla birlikte ölüme gitmeden önce bir mektup bıraktı. Mektup, Almancaydı, şunlar yazılıydı satırlarda:
“Kendi isteğimle ve bilinçli olarak hayattan ayrılmadan önce, son bir görevi yerine getirmeye kendimi mecbur hissediyorum: Bana ve çalışmalarıma, böyle iyi ve konuksever şekilde kucak açan harikulade ülke Brezilya’ya içtenlikle teşekkür etmeliyim. Her geçen gün, bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim ve benim lisanımın konuşulduğu dünya, bana göre mahvolduktan ve manevi yurdum Avrupa’nın kendi kendisini yok etmesinden sonra, hayatımı yeni baştan kurmayı daha fazla isteyebileceğim başka bir yer yoktu. Ama 60 yaşından sonra, yeni baştan başlamak için özel güçlere ihtiyacım vardı. Benim gücüm ise, uzun yıllar süren yurtsuz göçüm sırasında tükendi. Böylece, ruhsal çalışması her zaman en büyük sevinci; bireysel özgürlüğü dünyanın en büyük nimeti olan bu hayatı, zamanında ve dimdik sona erdirmek bana daha doğru görünüyor. Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım, uzun gecenin ardından gelecek sabahı görebilirler! Ama ben aşırı sabırsızım, bekleyemeyeceğim o sabahı.” Bütün dünyadaki dostlarına, ününe karşın, kendisini ezen bir yükten kurtulduğunu yazmıştı kısa süre önce: “Artık o yükten kurtulup kendime döndüm. İçimdeki her şey, yaşadığım çağa isyan ediyor, ‘HAYIR’ diyordu.”
Zweig’ın ruhu, insanlığın acıları için ölebilecek kadar yüceydi. Kleist’ın biyografisinde belirttiği gibi, “O, kendi yaşamından bir şiir yaratarak” ölmüştü…
Hülya Soyşekerci, Anafilya Dergisi Sayı 55 Yıl 2006