Trajik sonlara mahkum edilmiş iki yaşam Sylvia Plath ve Camille Claudel… Bir şair, bir heykeltıraş… Dünyaya geliş koşulları farklı, varolma nedenleri aynı olan iki yaşam. 19. ve 20. yüzyıla damgasını vuran iki sanatçı, iki büyük usta. Kadın olmaları ve sevgilileriyle aynı mesleği paylaşmaları sanatçı kimliklerinden çok trajik yaşamları ve ölümleriyle gündeme taşımıştır onları. Hayatlarındaki erkeklerin gölgesi, yaşamları boyunca olduğu gibi ölümlerinden sonra da takip etmiştir onları.
Hayata 1-0 yenik başlar kadın, erkeğe göre ve hep bir adım geriden gelir adımları. Birbirine uzanmış yaşamlar, ayrı zamanlardan ayrı karelerden seslenir bugüne. Sylvia Plath ve Camille Claudel… Bir şair, bir heykeltıraş… Dünyaya geliş koşulları farklı, varolma nedenleri aynı olan iki yaşam. 19. ve 20. yüzyıla damgasını vuran iki sanatçı, iki büyük usta. Kadın olmaları ve sevgilileriyle aynı mesleği paylaşmaları sanatçı kimliklerinden çok trajik yaşamları ve ölümleriyle gündeme taşımıştır onları. Hayatlarındaki erkeklerin gölgesi, yaşamları boyunca olduğu gibi ölümlerinden sonra da takip etmiştir onları. Ted Huges’in eşi Sylvia ile Rodin’in yasak aşkı Camille olarak geçmişlerdir tarih sayfasına.
Aykırı bir kadın, aykırı bir şair..
Sylvia Plath, 1932 yılında Massachusetts’te hayata açtı gözlerini. Yaşamı boyunca bir kadın, eş, anne ve son olarak şair olmak için uğraştı. Hakkında pek çok çelişkili yazılar yazıldı, şiirleri bazen göklere çıkartılıp bazen yerin dibine sokuldu, şairliğinden çok intihar denemeleri, aile yaşantısı öne çıkartıldı. İngiliz ve Amerikan edebiyatının gizdökümcü şiirinin önemli isimlerindendi. Sylvia Plath yaşamı boyunca hayatındaki her şeyle mücadele etti. Şiir yazmak, şiirlerini kabul ettirmek, bir eş ve bir şair olarak varolmak ve iyi bir anne olmak… İmgeleriyle hayata tutunmuş ve imgeleriyle intihar etmiş bir şairdi o. Yasak sokaklara girmiş, kapalı kapıları ardına kadar açmış, lanetlenmiş, kendini bütün kimliklerden ve toplumsal rollerden arındırmaya çalışmış bir yaşam. Aykırı bir şair, aykırı bir kadındı. Ve kadınlığın dayattığı tüm eksileri artıya dönüştürmeye çalıştı. En çok da eşinin şairliği onu bir sıra arkaya attı. Ted Hughes İngiltere’nin saray şairiydi. Tanınmış önemli bir isimle, bir eşle ve bir erkekle aşık atmak… O yüzden hep bir adım geriden takip edildi. Ted Hughes’in eşi olarak tanındı. Gittikten sonra bile gölgesi hep üzerinde kaldı. Ölümünün ardından yayımlanan ”Ariel” şiir seçkisi, ne yazık ki kendi sıralamasıyla değil, Ted Hughes’un yeniden düzenlemesiyle yayımlandı. Yine güncelerinden birisi, çocuklarının okumaması için Ted Hughes tarafından yok edildi, diğerinin ise pekçok yeri “çıkartılmıştır”lı ifadelerle yayımlandı.
Büsbütün olur kadın.
Ölü gövdesi
Başarının gülümsemesini kuşanmış.
Sylvia’nın hayatında iki ‘erk’ etkisi çok belirgindir. Birincisi, sekiz yaşında kaybettiği babası Otto Plath’dir. O’na olan özlemini nefretle anlatır Sylvia şiirlerinde. Bazı eleştirmenlere göre Plath, babası ile olan ilişkilerini Nasyonal Sosyalizm ve III. Reich rejimi ile özdeşleştirir. “Babacığım” şiirinde bu düşüncelerini açık bir şekilde dile getirir.
Dikenli tellere takıldı kaldı
ich, ich, ich, ich
Güçlükle konuşurdum
Her Alman’ı sen sanırdım
Hele o yüz kızartıcı dilin
Baba, baba , seni piç
Artık seninle işim tamamen bitti.
İkinci ‘erk’ ise eşi Ted Huges olmuştur. Evlendikten sonra hayatının farklı olacağını düşünür. Yine yanılmıştır. Sylvia evlilik hayatını dayanılmaz, karşılıksız ve sadakatsiz bir süreç olarak belirtir ve Aday şiirinde şu dizelerle ifade eder:
Önce, istediğimiz gibi biri misiniz bakalım?
Takma gözün,
Takma dişlerin, koltuk değneğin,
Askın, çengelin,
Takma göğüslerin
(…)
Çay getirecek ,
Baş ağrılarını geçirecek ve ne dersen yapacak
Bir el.
Evlenir misin
Garantisi var..
(…)
Ama yirmi beş yılda gümüş,
Altın olur elli yılda.
Canlı bir bebek neresinden baksan.
Dikiş diker, yemek yapar,
Konuşur, konuşur, konuşur.
“Hayattaki tek dengim” dediği erkeğin yarattığı düş kırıklığı Sylvia’nın hayatını içinden çıkılmaz bir sorunlar sistemine çevirir. Aldatıldığını öğrendikten sonra çocuklarıyla birlikte yalnız yaşamaya başlar. Çocuklarına bakmak, bir şair olarak ayakta kalmak, yalnız bir kadın olarak yaşamaya devam etmek, her şeye rağmen üretmek, parasızlık… Tüm bunlar onun zaten zayıf olan iç dünyasını iyice karartmıştır.
“… Belki kendini yok etmek de bir kendini koruma girişimi, sevgi görmek için atılan bir çığlık, mutlu yaşama olasılığının aranışıdır…” der Nilgün Marmara, “Sylvia Plath’in Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi” isimli kitabında. Tam da bu tanıma uyar Sylvia’nın intiharları. Artık kendini korumak ve mutlu olmak ister. Sevgiyi aramaktan yorulmuş bir bedenle koşar ölümün kollarına. 11 Şubat 1963’de Londra’da soğuk bir kış günü, ikinci kattaki odalarında uyumakta olan çocuklarının yanına süt ve kurabiye bırakır. Odalarının kapısından gaz girmemesi için iyice bantlar. Alt kattaki mutfağa giderek kafasını fırının içine sokar. Ardında “hastaneyi arayın” yazılı küçük bir not bırakarak veda eder yaşama.
Bütün istediğim heykel yapmak, sonsuza dek..
Camille Claudel 1864 yılında Fransa’nın küçük bir köyünde doğar. Küçüklüğünden beri çamur onun hayatının bir parçasıdır. Sadece o ve toprak… Her şeye şekil vermek, elleriyle yaşamını yeniden yaratmak… Cesur, asi, inatçı bir kadındı Camille. Hayatı boyunca da bu özelliklerinden ödün vermeden yaşadı ve öldü. Küçük yaşta annesinin tüm karşı çıkmasına ve onu aşağılamasına karşın heykel üzerine eğitim almaya karar verdi. 19. yüzyılda bir kadın olarak bu işlere kalkışan Camille’ye verilen yanıt hiç de şaşırtıcı değildi. Eğitim için başvurduğu Akademi’den ‘yetenekli olduğu, ama kadınların sanat üzerine eğitim görmesinin mümkün olmadığı’ yanıtını alarak reddedildi. Bunun üzerine sadece genç kadınlara yönelik bir atölyede heykel çalışmaları yapmaya başladı. Ve hayatında dönüm noktası olan kişiyle (Rodin’le) bu atölyeyi ziyareti sırasında tanıştı. Kısa bir süre sonra yeteneğinin sınırlarını zorlamaya başlayan Camille, artık Rodin’in ‘çırağı’ydı. Camille ile Rodin arasında başlayan yakınlaşma sadece heykellere sınırlı kalmayıp kısa bir süre sonra büyük bir aşka dönüşmüştü. Camille için başa çıkılması çok zor bir hayat başladı bu süreçten sonra. Annesi tarafından evden kovuldu ve Rodin ile yaşamaya başladı.
Camille ile Rodin’in ilişkileri 15 yıl sürdü. Camille için, Rodin’li ve Rodin’siz geçen bu 15 yıl çok ağır olmuştur. Tüm bunlara rağmen heykel yapmaya ve sergilere katılmaya devam eder Camille. Fakat her şeye rağmen o bir kadındır. Hem de 19. yüzyıl Fransa’sında, bir erk’ek mesleği olan heykeltıraşlığı seçmiş, toplumca ‘kötü’ gözle bakılan bir aşk ilişkisi yaşayan bir kadın. Ne kadar başarılı olsa da, Rodin’in gölgesinden kurtulamamıştır hiçbir zaman. ‘Rodin’in öğrencisi’ damgası hayatı boyunca yakasını bırakmamıştır. Estetik yeteneği, sanatını geliştirmek için verdiği büyük emek ve yaratımı olan birbirinden önemli eserler, yaşadığı çağda onun bir sanatçı olarak varolması için yeterli değildir.
Camille de bunun farkındadır ve şunları söyler: “Doğal güzelliklerimi ortaya çıkaran güzel şapkalar, güzel giysiler satın almalıydım kendime. Bu sanat daha çok ihtiyar sakallılara, aptal suratlı kadınlara göre, doğayı paylaşan bir kadına göre değil.”
Camille Claudel 50 yaşına kadar kendi ayakları üzerinde durma savaşı verir. Çoğu zaman aç kalarak heykellerini tamamlar. Uzun zorlu günler… uykusuz, soğuk Paris geceleri… bir yandan birikmiş kira borçları, bir yandan heykel yapmak için alması gereken malzemeler… ve tek başına, kimsesiz bir kadın olmak… Yapılan haksızlıklara daha fazla dayanamaz ve ayakta kalma mücadelesine, aklını yitirerek yenik düşer.
Camille Claudel’in hayat verdiği heykelleri, son olarak, 1905 yılında Paris’te Eugene Blot galerisinde sergilenir. Kendini yitirmiş bir bedenle, etraftaki şaşkın bakışların ortasında, yapayalnız bir kadın olarak duruyordur salonda. Sadece 15 heykel… Gerisini yok etmiştir kendi elleriyle. Kardeşi Paul ve dostu Eugene Blot, ölmeden son bir kez sevindirmek istemişlerdir Camille’yi. Sergi bitişinde Eugene Blot’un “mutlu musunuz?” sorusuna “artık çok geç Mösyö Blot” diyerek cevap verir Camille.
Artık geçtir her şey için. Yıpranmış bedeni ve düşünceleriyle başa çıkamaz Camille. 49 yaşında annesinin isteği ve Rodin’in desteğiyle 30 yıl kalacağı akıl hastanesine kapatılır. Her şeyden, herkesten uzak, yalnızlığa mahkum edilmiş 30 yıl… “Bütün istediğim heykel yapmak, sonsuza dek…” diye bağıran bu sese hiçbir yerden yanıt gelmez. Trajik bir yaşam ve acı bir son…
Akıl hastanesinden kardeşi Paul’e yazdığı mektup her şeyin kısa bir özetidir aslında…
“Akıl hastanesi! Evim diyebileceğim bir yere sahip olma hakkım bile yok! Onların keyfine kalmış işim! Bu, kadının sömürülmesi, sanatçının ölesiye ezilmesi… Mahsus kaçırdılar beni, onlara tıkıldığım yerde fikir vereyim diye, yaratıcılıklarının ne kadar sınırlı olduğunu biliyorlar çünkü. Kurtların kemirdiği bir lahana gibiyim şimdi, yeni filizlenen her yaprağımı büyük bir oburlukla mideye indiriyorlar… Bilmiyorum, kaç yıl oldu buraya kapatılalı, ama tüm hayatım boyunca ürettiğim eserlere sahip çıktıktan sonra şimdi de kendilerinin hak ettikleri hapishane hayatını bana yaşatıyorlar… Bütün bunlar Rodin şeytanının başının altından çıkıyor, kafasında bir tek düşünce vardı zaten. Kendisi öldükten sonra benim sanatçı olarak atılım yapıp onu aşmam, bunu engellemek için de yaşarken olduğu gibi ölümünden sonra da ben hep mutsuz kalmalıydım… Her bakımdan başarıya ulaştı işte! Bu esaretten çok sıkılıyorum… eve hiç dönemeyecek miyim, Paul?”
Rodin’in pekçok eserine Camille’nin eli değmiştir. “ Rodin’in ömrü boyunca direkt olarak yontma işini asla kendisinin yapmadığı ve beraber çalıştıkları tüm o yıllar boyunca bu işi en iyi öğrencisi ve en yetenekli iş arkadaşı olan Camille’e bıraktığı bilinmektedir.” “Balzac” heykelinin, Camille’nin yıllar önce taslağını yaptığı “Dev” heykelinden alıntı olduğu bile söylenir. Anne Delbee’nin kaleme aldığı “Bir Kadın” kitabında, Camille’nin, Balzac heykelini ilk gördüğü anda yaşadığı hayalkırıklığı çarpıcı bir şekilde anlatılır. Ve belki de o yüzden Paris’teki Rodin Müzesi’nin en alt katında küçük bir odada Camille’nin heykelleri sergilenmektedir. Belki de Rodin’in ‘minnet borcu’dur bu Camille’ye. Belki de, yıllardır bu büyük yeteneği yok sayan, sırf kadın olduğu için heykeltıraş olamayacağını, ona tüm zorlukları karşısına çıkararak gösteren erk’ek egemen sistemin küçük bir jestidir. Kim bilir!
Hayat tüm kadınlara acımazsız davrandı nesillerdir. Yakılmış etleri, diri diri toprağa gömülmüş bedenleri, burkaların, çarşafların ardına gizlenmiş yaşamları, dört duvara sıkışıp kalmış düşleri ve hep ‘karşı-cins’ olarak kalan isimleri… Trajik sonlara mahkum edilmiş iki yaşam Sylvia ve Camille. İki gölge arkasında hayat bulan eserleri ve hiç unutulmayacak yüzleriyle bugüne ışık tutuyorlar, tüm karanlık seslere inat.
Işıl Altınmakas
15 Eylül 2008
Dipnotlar:
1) Sylvia Plath; Edge (Ölmeden önce en son yazdığı şiir)
2) Sylvia Plath; Ariel; İmge Yayınevi 1996
3) Sylvia Plath, Aday
4) Camille Claudel Bir Kadın; Anne Delbee; Everest Yayınları; 2002
5) Camille Claudel Bir Kadın; Anne Delbee; Everest Yayınları; 2002
6) Kadın Emeğinin Sanatsal Sömürüsü ve Claudel; Özge Yılmaz; Siyasi Gazete; 11 kasım 2006