Pessoa’nın Çok Kimlikli Yapısı
Ayşen Eriz Dursun
Pessoa yapıtlarını kendi adının dışında yarattığı çeşitli kimliklerin adlarıyla imzaladı. Bu adların her birinin ardında bir yaşam öyküsü yatar. Çok kimlikli boyutları vardır. Edebiyatın gerçekliğinden başka gerçeklik yoktur, çünkü hayatın gerçekliği yaratılmış, canlı kılınmış kimliklerde erir. Pessoa düşsel yaşamlar kurmuş ve bunların gerçek sanılması için uğraşmış. Yarattığı dış kimlikler bir anlamda kendisinin başka halleri gibidir. Hissettikleri ve oluşturdukları idealler ile sıradan insanlardan ayrılan bu kimlikler; yaşamı, ölümü, aşkı ve zamanı öğretildiği, göründüğü gibi yaşamazlar. Hissettiği yoğun acı kayıtsızlığa yol açar. Eylemsizlik yüceltilir. Hayatın anlamını sorgular. Hayat hayal edebildiğimiz kadardır.
Pessoa’nın başyapıtı nihayet Türkçe’de
Portekizli şair Fernando Pessoa, yalnız yazdıklarıyla değil, kendi deyimiyle “başlı başına bir edebiyat olma” isteğiyle yer etti dünya edebiyatında.
13 Haziran 1888’de Lizbon’da doğan Pessoa, 1896’dan 1905’e kadar, üvey babasının konsolos olarak görev yaptığı Güney Afrika’da yaşadı. Portekiz’e dönmesinden sonra, öldüğü 30 Kasım 1935’e dek, Lizbon’dan ayrılmadı. Öldüğünde, pek tanınmayan bir şair, ama Portekiz modernizmine damgasını vurmuş bir kişilikti. Sağlığında çeşitli dergilerde yazdığı yazılar ve birkaç kitaptan başka yapıtı yayımlanmadı. Ancak ölümünden sonra bulunan yapıtları onu dünya edebiyatının mihenk taşlarından biri kılacaktı. Ama Pessoa’yı gelmiş geçmiş yazarlar içinde farklı bir yere oturtan sadece edebiyatının gücü değildi, edebiyatı algılayış biçimiydi. O eserlerinin her birini farklı bir isimle imzalamıştı. Ricardo Reis, Alvaro de Campos, Alberto Caeiro, Pero Botelho, Bernardo Soares gibi. Üstelik bunlar birer “takma ismin” çok ötesindeydi. Her bir ismin bir kişiliği, yazarlık serüveni hatta ideolojisi vardı. Mesela Alberto Caeiro’yi “bir gün, içimde ‘ustam’ doğdu,” diyerek yaratmıştı. Pessoa’nın bütün öbür kimliklerinin de ustası olan Caeiro, eğitimli biri değildi. Saf dille pastoral şiirler kaleme alıyordu. Yarattığı bir diğer yazar Alvaro de Campos ise fütürist bir mühendis, Ricardo Reis ise ufak tefek bir doktordu. Bernardo Soares ise Pessoa gibi Lizbon’da yaşamış, basit bir memurdu ama başyapıtı “Huzursuzluğun Kitabı” onun imzasını taşıyordu.
Fotoğraf ; Özgür Öztürk
Çeviri 3 Yıl Sürdü
Kitap, Pessoa’nın öldüğünde geride bıraktığı sandıktan çıkmıştı. Sandıkta 27 bini aşkın sayfa vardı ve üzerlerinde “H.K” yazıyordu. Bu Bernardo Soares’in günlüğünden başka bir şey değildi. Ancak bu günlüğün yazarının Pessoa’nın bir kahramanı olduğunu dikkate alırsak buna bir roman demek daha mı doğru olur, bilemiyorum… Tek bildiğim karşımızda uzun süredir çevrilmesini beklediğimiz bir edebiyat eserinin olduğu. Saadet Özen’in üç sene süren başarılı çevirisiyle “Huzursuzluğun Kitabı” nihayet Türkçe’de.
Fernando Pessoa : “Kalabalık” Bir Şair
Eren Arcan
Edebiyat dünyasının en renkli, en özgün yazarlarından biridir, hiç kuşkusuz, Portekizli şair Fernando Pessoa.
Portekiz dilinde adı kişi anlamına gelen “Pessoa”, tek kişilik bir şair hayatı ile yetinmeyerek, “heteronym” dediği her birini özel bir biyografi, hayat felsefesi, inanç, politik görüş, estetik bakış ile donattığı yetmişi aşkın kişi yaratmış, ve arkasında bir sandık dolusu eser bırakmıştır.
Pessoa’nın kendi deyimi “heteronym”, çoklu kimlik anlamına gelmektedir. Fernando Pessoa, kendinden bağımsız olarak hareket eden kendi yetenekleri, kendilerine özgü dünya görüşleri ve kendilerine ait edebi tarzları ile Alberto Caeiro, Alvaro de Campos, Ricardo Reis ve bir de yarı-heteronym dediği düzyazışiir ile yazan Bernardo Soares isimli şairi edebiyat dünyasına kaazandırmıştır. Birbirlerinden bağımsız tarzda eserler veren bu şairler Pessoa’nın aracılığı olmadan birbirleri ile yarışır, zıtlaşır, tartışmalara girerler. Pessoa Bir keresinde Alvaro de Campos ile Alberto Caeiro kavgaya tutuşunca gerçek gözyaşarı döktüğünü söyler.
Pessoa içindeki kalabalığı bir şiirinde şöyle anlatır :
Sayısız insan yaşar içimizde,
hissetsem de düşünsem de bilemem
kim düşünür içimde kim hisseder.
Düşünceler ya da hisler için
yalnızca sahneyim ben.Ruhsa, birden fazla var bende.
Ben’se benden daha fazlası.
Herkes kayıtsız oysa
yaşadığım hayata:
Susturuyorum onları,
kendim konuşurken.Hislerim, hissetmediklerim
onlardan doğup da birbiriyle
çelişenler. Farkına varmıyorum
hiçbir şeyin yalnızca yaşıyorum ben,
olmak istediğime kimsenin bir sözü yok.
1988 yılında Lizbon’da doğan Pessoa ilk şiirini yedi yaşında iken annesi için yazmış.
“sevgili anneme,
buradayım
doğduğum topraklarda
ne kadar sevsem de onu
ondan daha çok seviyorum seni.”
Beş yaşında babasını kaybettikten sonra annesi yeni bir evlilik yaparak bir Portekiz konsolosu ile evlenir ve çift çocuklarıyla birlikte Güney Afrika’ya, Durban!a taşınırlar. Orada İngilizce eğitim gören Pessoa 1905 te Portekiz’e geri döner. Üniversiteye kaydolur ama bir süre sonra üniversite eğitiminden vazgeçer. Akraba yanlarında, kiralık evlerde tercümeler yaparak zar zor hayatını kazanır. Eleştiriler yazar. Gazete çıkarır ama başarılı olamaz. 1912 de şiir yazmaya başlar.
1914 yılında muhteşem bir gece yüksek bir masanın önünde ayakta durur ve önüne çektiği kağıda durmaksızın otuz tane şiiri ard arda yazar. “Ustam dediği” Alberto Caeiro heteronym’i doğmuştur. Ardında bir tomar kağıt daha alır ve trans içinde yazmaya devam eder, doğa aşığı yaşam dolu serseri Alvaro de Campos satırların arasında dünyaya gelir. Sonra da kralcı sürgün, münzevi Ricardo Reis.
Alberto Caeiro Lizbon dışında yaşayan bir çobandır. Caeiro adını Pessoa’nın erken kaybettiği dostu Mario de SaCarneiro’dan almıştır. Carneiro Portekizce’de “koyun anlamına” gelir. Şehirlere, kalabalıklara girmeyen, doğanın bağrında barış içinde çıplak ayak yaşayan bir şairdir. Caeiro Pessoa’nın olamadığı herşeydir. Sadedir, bilgedir, doğayla bütünleşen bir pagan şairdir. Masum bir “koyun çobanıdır” Caiero.
Sürüler güttüğüm hiç olmadı
Yine de gütmüş gibiyim onları,
Bir çoban gibidir ruhum,
Bilir rüzgarı ve güneşi
ve gider ardı sıra, seyrederek hem,
elinden tutup ta mevsimlerin
Caiero nesneleri tanımlamak istemez. Onun için taş sadece taş, çiçek sadece çiçektir. Nesneler arasında ilişki de kurmaz, artlarında gizem aramaz. Kelimelerin nesneler olmadığını ancak nesneler ile köprü kurduğunu anlatır. Şiirlerinde saf yalınlık vardır.
Görüyorum yok doğa
Hiç var olmadı.
Dağlar, vadiler, ovalar var;
ırmaklar, taşlar var, ama bir bütün yok her şeyin var olduğu.
Şöyle sahici, gerçek bir bütünlük
hastalığıdır düşüncelerimizin.Doğa bütünü olmayan bir parçadır.
İşte budur onların anlatıp durduğu gizem.
Pessoa Caiero’nun sadeliğine tezat olarak Ricardo Reis’i meydana çıkarır . Reis mutluluğu amaç edinen Epikürcü, tanrıtanımaz bir şairdir. Bir münzevidir. Metafizik ve neoklasik odlar yazar. Cizvit papazları tarafından eğitlimiştir. Doktor olan Reis monarşi yanlısı olduğu için Brezilya’ya sürgüne gönderilmiştir.
Kardeşliği Epikuros’un
Sevmenin ve anlamanın onu,
Ondan çok birbiriyle anlaşan bizler,
Öğrenelim nasıl yaşanacağını yaşamı
Huzurlu satranç oyuncuların
Şu anlatılan öykülerinden.
Hikayeye göre İran’da bir kent kuşatılmıştır. Satranç oynayan iki oyuncu etrafın yakılıp yıkılmasına aldırmadan oyunlarına devam etmektedir. Askerler oyuncuların satranç oynadıkları yere dalıp oyunculardan birinin kafasını uçurduklarında diğer oyuncu yalnızca bir sonraki hamleyi düşünmektedir. Reis şiirine bu olayı bir pasifistin “fildişi kuleye kaçışı” olarak mı koymuştur? Octavia Paz Pessoa çalışmasında Reis’in “senin işin savaş değil şiirdir, şiirini sürdür” demek istediğini belirtiyor.
Heteronym’lerin üçüncü şairi Campos doğa aşığı, çoşku ile yaşayan dünyayı dolaşan bir denizci, hem kadınlarla hem erkeklerle birlikte olmuş kural tanımaz bir biri. Walt Whitman tarzı panteizmi makinaları da kapsayan şiirler yazmıştır. Caeiro çocukların ve hayvanların “zamansız şimdisi” nde yaşıyorsa Campos deli doludur ve anlarda yaşar. Caiero Pesso’nın olamıyacağı bir insandır Campos ise olmadığı yersiz yurtsuz serseridir.
Campos:
Her yanıyla hissetmek herşeyi
Her şeyi yaşamak her yanıyla
Aynı anda her zaman aynı şey olmak mümkündür
Bütün zamanlarda farkında olmak tüm insanlık olduğunun
Parçalanmış, denetimsiz, bütüncül, ve aldırışsız bir anda
Ya da Campos’un başkaldıran yanını yansıtan şu dizelerine bakalım :
Yakınlık duyuyorum bütün bu insanlara
bunu hak etmemiş olsalar bile
Evet ben bir serserinin ve yılışık dilencinin biriyim (…)
Serseri ve dilenci olmak sadece serseri ve dilenci olmak değildir.
toplum düzeninin dışında kalmaktır.
Savcı, sağlam bir iş sahibi ve hayat kadını olmamak,
Yani, kısa ve iyi, bir sebep için gözyaşları döküp,
Kendilerini harflerle tıkabasa dolduran,
arta kalan bir akılları olduğu için
toplumsal hayata karşı ayaklanan,
Romancının toplumsal bireyi gibi değil
Paz şöyle der : “Pessoa bütün yaşamını Hakikat’ı aramakla geçirdi. Bu arayış onu bütün bir batıni disiplinler ve gizli bilimler pratiğine götürdü. Yıldızlara gelince, Pessoa bir doymak bilmez fal bakıcısıydı. Arkadaşları, aile üyeleri, tarihi ve kültürel figürler ve kendisi için yüzlerce yıldız falı açmıştı. Daha önemlisi mistisizm üzerine, Kabala, GülHaçlar ve Masonluk gibi Hermetik gelenekler üzerine teosofi, simya, nümeroloji, büyü ve ispiritizma üzerine onlarca kitap okumuş ve yüzlerce sayfa yazı yazmıştı.”
Pessoa’nın yarattığı yetmişi aşkın kişilik arasında en önemli kişilerden biri olan Bernardo Soares ise bir yarı-hetoronym olarak karşımıza çıkıyor. Pessoa’ya en yakın duran odur. Bir muhasebecidir ve düzyazı – şiirler yazar. Harikulade eseri Huzursuzluklar Kitabı Montaigne ’in denemeleri ile kıyaslanmaktadır. Bu düzyazı örneklerinde Pessoa “Ben kimim? Neden yazıyorum? Bütün bunların anlamı ne? “ sorularına cevaplar arar.
Pessoa için Bütün bu heteronymlerin bedeli ağırdır:
“İçimde çeşitli kişilikler yarattım. Rüyalarımın her birinde rüya görmeye başladığım an, hemen başka bir kişi halinde ete kemiğe bürünüyor. Sonra rüyayı gören o oluyor, ben değil.
Yaratmak için yok ettim kendimi. Çeşitli oyuncuların çeşitli oyunlarını sergiledikleri boş bir sahneyim ben.”
19 Ekim 2005
Kaynaklar : Fernando Pessoa – Yüzyılın Yalnızı – Adnan Özer – Rüstem Arslan
Fernando Pessoa ve Şürekası
Fernado Pessoa – Kendisine Yabancı – Octavio Paz
Fernando Pessoa’dan ‘Huzursuzluğun Kitabı’
7 Kasım, 2006 11:03:00 (TSİ)
Pessoa bu kitap üzerinde 1913’te çalışmaya başlamış
20’nci yüzyıl Portekiz edebiyatının büyük ismi Fernando Pessoa’nın ‘Huzursuzluğun Kitabı’ adlı kitabı piyasaya çıktı.
‘Huzursuzluğun Kitabı’, kurmaca bir karakterin kendi hayatını anlattığı bir roman olarak görülebilir, ancak yazarla kahramanı sık sık birbirinin yerine geçtiği için Pessoa’nın hayatla ilgili kendine ait olan ve olmayan düşünceleri döktüğü, bir denemeler, anlatılar toplamı olarak da kabul edilebilir.
Pessoa, sağlığında yayınlanan yapıtları olduysa da, esas olarak ölümünden sonra, yazılarını topladığı sandığın bulunmasıyla ün kazandı.
Yaklaşık 27 bin sayfaya yayılan, farklı türlerde eserler veren yazar, bunların büyük bir kısmını kendi adıyla değil, birer yaşamöyküsüyle, kişilikle, edebi duruşla donattığı 70 ayrı kurmaca yazarın, dışkimliğin adıyla imzalamıştı.
Kötü bir Portekizce’yle ilkel doğa şiirleri yazan Alberto Caeiro, pagan dinlere inanan hekim Ricardo Reis, ‘içinde bir Yunan şairi barındıran Whitman’ diye tarif edilen Alvaro de Campos gibi.
Bu kurmaca yazarlardan biri olan Bernardo Soares, Pessoa’nın ‘yarı-dışkimlik’ olarak nitelediği, ona çok yakın bir karakterdi ve ‘Huzursuzluğun Kitabı’nın yazarı olarak yaratılmıştı.
Soares, gündüzleri bir kumaş mağazasında çalışan, geceleri yağmurun sesinde, ayak seslerinde yalnızlığını duyumsayan bir Lizbonluydu.
Pessoa bu kitap üzerinde 1913’ten itibaren çalışmaya başlamış, ölümüne dek parça parça yazmaya da devam etmişti. Sandık açıldıktan sonra, dağınık metinler biraraya getirilmeye başlandı ve 1982’de Portekiz’de yapıt ilk kez olarak basıldı. Daha sonra, yeni bulunan parçaların eklenmesi ve elyazmalarında yanlış okunmuş yerlerin düzeltilmesiyle yeni basımlar yapıldı.
Dünyayı seyretmekle yetinmek isteyen, eylemsizliği en yüce erdem ve gerçek yaşam olarak gören Soares, Pessoa için belki de dünyanın ve yaşamanın ne olduğunu gösteren bir perde.
Saadet Özen’in çevirdiği 536 sayfalık kitabın etiket fiyatı ise 24 YTL
1888 Lizbon doğumlu
Fernando Pessoa, 1888’de Lizbon’da doğdu. Yedi yaşından sonra, üvey babasının konsolos olarak görev yaptığı Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Durban kentinde yetişti.
Lizbon’a döndükten sonra, dönemin yenilikçi dergilerinden, özellikle de modernistlerin yayın organı Orpheu’da yazdı ve akımın önde gelen estetik kuramcılarından biri oldu.
1918’de İngilizce şiir kitapları yayınlamaya başladıysa da, Portekizce yazdığı ilk yapıtı Mensagem ancak ölümünden bir yıl sonra, olağanüstü zengin düş dünyasıyla ün kazandı.
Kendi adının yanı sıra farklı yönlerini yansıtan hayali şairlerin (Alberto Caeiro, Ricardo Reis, Alvaro de Campos, vb.) adıyla değişik bakış açıları ve üsluplardaki yapıtlarıyla ve modernist hareket içinde oynadığı rolle, Portekiz edebiyatına Avrupa çapında önem kazandırdı.
20. yüzyıl Portekiz edebiyatının büyük ismi Fernando Pessoa, sağlığında yayınlanan yapıtları olduysa da, esas olarak ölümünden sonra, yazılarını topladığı sandığın bulunmasıyla ün kazandı. Yaklaşık 27 bin sayfaya yayılan, farklı türlerde eserler veren yazar, bunların büyük bir kısmını kendi adıyla değil, birer yaşamöyküsüyle, kişilikle, hatta edebi duruş ve tarzla donattığı 70 ayrı kurmaca yazarın, dışkimliğin adıyla imzalamıştı; kötü bir Portekizce yle ilkel doğa şiirleri yazan Alberto Caeiro, pagan dinlere inanan hekim Ricardo Reis, ‘içinde bir Yunan şairi barındıran Whitman’ diye tarif edilen Alvaro de Campos gibi… Bu kurmaca yazarlardan biri olan Bernardo Soares, Pessoa nın ‘yarı-dışkimlik’ olarak nitelediği, ona çok yakın bir karakterdi ve Huzursuzluğun Kitabı nın yazarı olarak yaratılmıştı. Soares, gündüzleri bir kumaş mağazasında çalışan, geceleri yağmurun sesinde, ayak seslerinde yalnızlığını duyumsayan bir Lizbonluydu.
Huzursuzluğun Kitabı, kurmaca bir karakterin kendi hayatını anlattığı bir roman olarak görülebilir; ancak yazarla kahramanı sık sık birbirinin yerine geçtiğinden, Pessoa nın hayatla ilgili kendine ait olan ve olmayan düşünceleri döktüğü, evirip çevirdiği bir denemeler, anlatılar toplamı olarak da kabul edilebilir. Pessoa bu kitap üzerinde 1913 ten itibaren çalışmaya başlamış, ölümüne dek parça parça yazmaya da devam etmişti. Sandık açıldıktan sonra, dağınık metinler bir araya getirilmeye başlandı ve 1982 de Portekiz de yapıt ilk kez olarak basıldı; daha sonra, yeni bulunan parçaların eklenmesi ve elyazmalarında yanlış okunmuş yerlerin düzeltilmesiyle yeni basımlar yapıldı.
Dünyayı seyretmekle yetinmek isteyen, eylemsizliği en yüce erdem ve gerçek yaşam olarak gören Soares, Pessoa için belki de dünyanın ve yaşamanın ne olduğunu gösteren bir perdedir. Huzursuzluğun Kitabı aynı zamanda, bir edebiyatçının ulaşmak istediği yapıtla kâğıda dökebildiklerinin arasındaki mesafedir de; hayal edilenin soluk, titrek bir sureti, gölgesi olarak kalmaya, kusurlu olmaya mahkûmdur; tıpkı bütün kitaplar ve bütün çeviriler gibi.
(Tanıtım Bülteninden)
Yazılmamış bir romanın kahramanı
Yapıtlarını çeşitli kimliklerle imzalayan Fernando Pessoa, bugün pek çok Avrupalı yazarın göğüslemek zorunda olduğu bir kayadır.
SAADET ÖZEN
Portekizli şair Fernando Pessoa, yalnız yazdıklarıyla değil, kendi deyimiyle ‘başlı başına bir edebiyat olma’ isteğiyle yer etti dünya edebiyatında. 13 Haziran 1888’de Lizbon’da doğan Pessoa, 1896’dan 1905’e kadar, üvey babasının konsolos olarak görev yaptığı Güney Afrika’da yaşadı. Portekiz’e dönmesinden sonra, öldüğü 30 Kasım 1935’e dek, Lizbon’dan ayrılmadı. Öldüğünde, pek tanınmayan bir şair, ama Portekiz modernizmine damgasını vurmuş bir kişilikti. Sağlığında çeşitli dergilerde yazdığı yazılar ve birkaç kitaptan başka yapıtı yayınlanmadı. Ancak ölümünden sonra basılan onlarca cilt, günümüz Portekiz edebiyatına Pessoa’nın varlığını bir hayalet, canlı bir hayalet gibi taşımaya devam ediyor.
Pessoa, yapıtlarını kendi adının dışında yarattığı çeşitli kimliklerin adlarıyla da imzaladı: Örneğin Ricardo Reis, Alvaro de Campos, Alberto Caeiro, Pero Botelho, Bernardo Soares, Alexandre Search… Liste çok daha uzundur aslında ve bunlara birer takma ad demek, Pessoa’nın çokkimlikli, çokyüzlü yapıtının boyutlarını görmeyi engelleyebilir. Bu adların her birinin ardında bir yaşam öyküsü, bir edebiyat duruşu, bir yazım tarzı yatar ki, Pessoa bunların nasıl ortaya çıktığını çeşitli yazılarında ve mektuplarında anlatır. Alberto Caeiro için, ‘bir gün, içimde ‘ustam’ doğdu,’ der. Pessoa’nın bütün öbür kimliklerinin de ustası olan Caeiro, eğitimli değildir, saf bir dille pastoral şiirler kaleme alır. Alvaro de Campos fütürist bir mühendistir. Lizbon’da çalışan basit bir memur olan Bernardo Soares, usul bir ırmak gibi akan, geçtiği yerleri sessizce kemiren Huzursuzluğun Kitabı’nın yazarıdır. Ricardo Reis, Alberto Caeiro’nun öğrencisidir. 1887’de doğmuştur; ufak tefek, kara kuru bir adamdır, mesleği doktorluktur. Politik anlamda kralcıdır, şiirdeki duruşuyla ise en kısa ifadeyle bir neopagandır: Klasik Yunan tarzında, alkaios ve sappho dizeleriyle şiirler yazar. Portekiz’de krallığın ortadan kalkmasından sonra, 1919’da Brezilya’ya göç eder, bir daha da sesi çıkmaz, Pessoa’nın ifadesiyle, ‘herhalde orada ölüp kalmıştır.’ Yaşama ve sevme oyunu oynar Ricardo Reis. Şiirlerinde üç kadının adı geçer: Neera, Cloe ve Lidia. Ve der ki, ‘bilgedir dünyayı seyretmekle yetinen.’
Bu kimliklerden hiçbiri Pessoa değil, Pessoa’nın parçaları da değil. Bilinçaltının derin oyuklarından fırlayan bu yaşam dilimleri, ‘ben yazılmamış bir romanın kahramanıyım’ diyen Pessoa’nın kendini çoğaltışı, kendini azaltışı, dünyaya farklı pencerelerden bakarak dünyanın kendisi olma isteğinin tezahürüdür. Pessoa, onlarla Lizbon sokaklarında karşılaşır, yapıtlarının eline nasıl geçtiğine dair hikâyeler söyler. Pessoa, Avrupa tarafından da geç keşfedildiyse de, Antonio Tabucchi’den José Saramago’ya kadar pek çok yazarın göğüslemek zorunda kaldığı bir kayadır bugün. Tabucchi’nin ‘Fernando Pessoa’nın Son Üç Günü,’ adlı yapıtında, yarattığı kimlikler, ölüm döşeğindeki Pessoa’yı ziyarete gelirler. Edebiyatın sağladığı bu uzamda, edebiyatın gerçekliğinden başka gerçeklik yoktur, çünkü hayatın gerçekliği yaratılmış, canlı kılınmış kimliklerde erir gider.
YERYÜZÜ KİTAPLIĞI
Fernando Pessoa gerçeğini, kız kardeşinin bundan 20-25 yıl kadar önce açtığı sandıktan çıkan yirmi yedi binden fazla belgeye borçluyuz.
Pessoa, yazdıklarının yanı sıra düşsel kimlikler, yaşamlar, ortamlar, mekânlar, yapıtlar dünyası kurmuş; kurmakla da kalmayıp bu imgelem dünyasını herkesin gerçek sanması için elinden geleni yapmıştır
Gizemi maskelerde saklı bir şair
Ricardo Reis, Portekiz’in şarabıyla ünlü liman kentinde, Porto’da doğmuş, 1887 yılında. Bir Cizvit okulunda okumuş. Orada olsa gerek, Latince öğrenmiş. Daha sonra tıp öğrenimi görmüş, hekim olmuş. Hep krallık yanlısı kalmış; o yüzden, 1919’da Portekiz’de cumhuriyet ilân edilince, ülkesinden ayrılmış, gene Portekizce konuşulan bir başka ülkede, Brezilya’da, sürgünde yaşamayı yeğlemiş. Metafizik ve neoklasik şiirleriyle usta şairler arasına katılmış. 1935’te sürgünde erinç içinde öldüğünü söyleyenler de var, 1936’da Lizbon’da gizemli bir biçimde bu dünyadan ayrıldığını ileri sürenler de. Ama 1931 tarihini taşıyan şu şiirini Brezilya’da yazdığı ‘kesin’:
“Hiç kimse bu uçsuz bucaksız, el değmemiş ormanında/Bu hesapsız dünyanın, hiçbir zaman görmez/kendi bildiği Tanrı’yı./Yalnızca rüzgârın taşıdığı, rüzgârın taşıdığıdır duyulan./Kafa yorduğumuz ne varsa, aşklarımız, tanrılarımız,/Geçer giderler, bizim gibi…”
Alberto Caeiro, Ricardo Reis’ten iki yaş küçük; 1889 yılında Lizbon’da dünyaya gelmiş. Ne ki, tüm yaşamını kentlerden, kalabalıklardan uzaklarda, yalınayak, çobanlık yaparak geçirmiş. Kent yaşamının karmaşıklığına karşı doğanın yalınlığını savunan bir ozan. Ölçüsüz, uyaksız şiirler yazmış. Tanrı’yı aramış, ama ağaçlarda, çiçeklerde, dağlarda, güneşte, ayışığında. Tanrı’sına çok genç kavuşmuş, yirmi altısında. Ricardo Reis, onu usta bir ozan olarak görüyor, Caeiro’nun düşüncelerinin kendisini derinden etkilediğini gizlemiyor. İşte, bu ‘çobanıl’ ozanın şiirini de, düşüncesini de nerdeyse bire bir yansıtan bir şiir:
“Uyakların hiçbir anlamı yoktur benim için/Pek ender aynıdır yan yana duran iki ağaç./Renkli çiçekler gibidir düşünmem ve yazmam./Ama daha az yetkindir kendimi dile getirmem/Yoksun olduğum için tanrısal yalınlıktan/Ve sadece göründüğüm gibi olduğumdan.//Bakarım ve duygulanırım./Suyun bir yamaçtan aşağı akışı gibi duygulanırım/Ve rüzgârın çıkışı gibi doğaldır şiirim…”
Bir de Alvaro de Campos var. 1890’da Portekiz’in Tavira kentinde doğmuş. Glasgow’da makine ve gemi mühendisliği öğrenimi gördükten sonra kendini yollara vurmuş, Uzakdoğu ve Avrupa’da birçok yer gezmiş, sonunda dönüp dalışıp Lizbon’a yerleşmiş, ‘Orfeu’ adında bir öncü edebiyat dergisi çıkarmış. Mühendisten şair olmaz derler ama, Alvaro de Campos da, Caeiro gibi ölçü, uyak tanımayan şiirler yazmış. Walt Whitman’dan, Marinetti’nin fütursuz fütürist görüşlerinden etkilenmiş. ‘Denize Övgü’ adında engin bir şiiri var:
“Rıhtımda kimsesiz, yapayalnız, bu yaz sabahı/Bakıyorum kumsalın kıyısından, bakıyorum, Belirsizliğe,/Bakıyorum ve küçük, siyah parlak bir vapurun/Yaklaştığını görmekten mutluluk duyuyorum./Uzakta, öyle açık seçik ve bildik ki kendince/Ardında kendi dumanından bir bayrak bırakıyor havaya./Limana giriyor ve sabahı da birlikte getiriyor ve nehirde/Denizcilere özgü bir canlanma başlıyor,/Yelkenler açılıyor, çatanalar yaklaşıyor,/Rıhtıma bağlı gemilerin gerisinde motorlar gelip gidiyor/Hafif bir rüzgâr çıkıyor./Ruhumun olanca özgürlüğüyle bakıyorum uzaktaki o vapura/Ve yavaşça bir dümen dönmeye başlıyor içimde./Sabahları gözümün önünde kumsala doğru/Yaklaşan gemiler varışların ve kalkışların/Acı ve tatlı gizini birlikte getiriyorlar./Uzak rıhtımların ve başka zamanların, başka limanlardaki/Benzer insanların anılarını getiriyorlar…”
Yalnızca onlar mı?
Gördüğünüz gibi, sözünü ettiğim üç şairin de apayrı yaşamları, bambaşka kimlikleri, benzemez üslûpları var. Ama artık biliyoruz ki, üçü de, Portekizli ozan Fernando Pessoa’nın (1888-1935) imgelem ve düşleminin ürünü. Yalnız onlar mı? Böyle en az yetmiş iki ‘yaratısı’ olduğu söyleniyor Pessoa’nın. Daha sonraki yıllarda ‘yarattığı’ Bernardo Soares de bunlardan biri. (Bernardo Soares’in bir tür özyaşamöyküsü ya da güncesi sayılabilecek Huzursuzluğun Kitabı’nı Saadet Özen dilimize çeviriyor. Daha doğrusu çevirdi de, o kadar özenip bezeniyor ki, bir türlü elinden çıkarmaya kıyamıyor çeviriyi. Kıydığı zaman, Can Yayınları’ndan çıkacak kitap.)
Pessoa gerçeğini, kız kardeşinin bundan yirmi-yirmi beş yıl kadar önce açtığı sandıktan çıkan yirmi yedi binden fazla belgeye borçluyuz. Bunlar, Pessoa’nın kurguladığı şairler ve yazarların imzalarını taşıyor. Şiirler, eleştiriler, felsefî metinler, romanlar, oyunlar, yıldız falları, mektuplar, söyleşiler. Pessoa, kendi yazdıklarının yanı sıra, düşsel bir kimlikler, yaşamlar, ortamlar, mekânlar, yapıtlar dünyası kurmuş; kurmakla da kalmayıp bu imgelem dünyasını herkesin gerçek sanması için elinden geleni ardına komamış.
Şiirler, Şairler…
Pessoa’nın, çocukluğunda, hayalindeki kişilere adlar taktığı, onlarla uzun uzun konuştuğu söylenir. Bu hayalî kişiler, zamanla ussallık sınırını aşıp, ‘gerçek’ şairlere, Alberto Caeiro’ya, Alvaro de Campos’a, Ricardo Reis’e mi dönüştüler, bilmiyorum. Yoksa Pessoa, bilinçlilikle bir ‘çoğul ozan’ mı yarattı zamanla? Ama hepsinin de kendi yaşamları ve kendi yapıtlarıyla tanındıkları açık. Gerçi pek ortalıkta görünmemişler, kimileyin uzak ülkelerde kapalı bir yaşam sürmüşler, ama dönemin dergileri ve gazeteleri şiirlerini yayımlamış, yaşamlarındaki olaylara yer vermiş. Kuşkusuz, bu dergi ve gazetelerin ya Pessoa’nın kendi çıkardığı ya da bir süre çalıştığı yayınlar olduğunu söylemeden geçmemeli.
Az önce aktardığım şiirler, Fernando Pessoa’nın, kısa bir süre önce Cevat Çapan çevirisiyle yayımlanan Düşsel ve Gerçek (Dünya Yayınları) adlı kitabından. Çapan, kitabın başındaki yazısında, Pessoa’nın bir genç şair arkadaşına yazmış olduğu bir mektuba yer veriyor. Bu mektupta, Pessoa’nın yabancılaşma ve kimlik arayışı serüveninin ipuçlarını ele geçirmekle kalmıyor, değişik adlarla yazdığı şiirlerin ve bu şiirlerin şairlerinin nasıl ortaya çıktıklarını da öğreniyoruz:
“1912 yılında birtakım pagan nitelikli şiirler yazmayı düşündüm. (Alvaro de Campos’un biçeminden değişik) ölçüsüz uyaksız bir şeyler karaladım ve sonra bundan vazgeçtim. Gene de, o bulanık alacakaranlıkta bunları yazan birinin belli belirsiz bir görüntüsü ortaya çıktı (böylece ben farkına varmadan Ricardo Reis doğmuştu.) Bir buçuk iki yıl sonra, SaCarneiro’ya bir oyun oynamak geçti içimden. Kişiliği biraz karmaşık pastoral bir şair yaratmak ve onu SaCarneiro’ya gerçekmiş gibi tanıtmak istedim. Birkaç gün bu işle uğraştımsa da, bir yere varamadım. Tam vazgeçmek üzereydim ki, bir gün, 8 Mart 1914 günüydü bu, çekmeceleri olan yüksekçe bir dolabın önünde bir tomar kâğıt alıp (her fırsatta yaptığım gibi) ayakta yazmaya başladım. Nasıl olduğunu açıklayamayacağım bir coşkuyla art arda otuz kadar şiir yazdım. Hayatımın zafer günüydü bu ve bir daha böyle bir günüm olacağını sanmıyorum. Önce bir başlık koydum yazdıklarıma: ‘Sürülerin Çobanı’. Bunun ardından hemen Alberto Caeiro adını verdiğim biri belirdi içimde. Deyimin saçmalığını bağışla ama, böylece içimden ustam ortaya çıkmış oldu.
“İlk duyduğum heyecan buydu. 30 şiiri tamamladıktan sonra da, başka bir kâğıda hiç ara vermeden Fernando Pessoa imzasıyla ‘Eğik Yağmur’u yazdım. (…) Alberto Caeiro ortaya çıkınca, doğal ve içgüdüsel olarak ona birtakım tilmizler bulmaya çalıştım. Henüz tam olarak ortaya çıkmamış olan Ricardo Reis’i sahte paganizminden kurtarıp ona kendi adını ve kişiliğini kazandırdım, çünkü heyecanımın doruğuna ulaştığım o anda onu görebiliyordum. Ve birden Reis’e karşı bir kaynaktan bir başka kişi korkusuzca belirdi. Bir darbede ve hiç ara vermeden Alvaro de Campos’un ‘Zafer Şarkısı’ önümdeydi…”
Geçen yüzyılın böylesi şaşırtıcı bir şairiyle tanışmamızı, kız kardeşinin sandıktan çıkardığı belgeler kadar, İtalyan yazar Antonio Tabucchi’ye de borçluyuz. Yaşamının önemli bir bölümünü Pessoa’nın tanınmasına adayan Tabucchi’nin, Fernando Pessoa’nın Son Üç Günü adlı küçük bir anlatısı var. (Önümüzdeki günlerde, Münir H. Göle çevirisiyle, Can Yayınları’nın CanCep dizisinden çıkacak.) Adı üstünde, şairin, gerçek yaşamındaki gibi sirozdan öleceği son üç gününü anlatıyor. Pessoa’ya ilgi duyanların okumadan edemeyecekleri bir kitap bence. Pessoa’nın yaşamı boyunca yaratmış olduğu ‘takma kimlikler’, belki de ‘öteki benler’, ozanı ölüm döşeğinde görmeye geliyorlar; hem kendilerinden, hem de ‘yaratıcı’larından söz ediyorlar. Tabucchi, ozanın ‘öteki benler’ini seslendirirken, Pessoa’ya yaraşır cinsten, alışılmadık bir yaşamöyküsü sunuyor okurlara.
Düşsel ve Gerçek adıyla yayımlanan şiir seçkisine dönersek, şairin hem kendi adıyla, hem de üç takma kimliğiyle yazmış olduğu şiirler yer alıyor kitapta. 1931’de ‘Pessoa olarak’ yazdığı ‘Özruhsalöykü’ adlı şiirin, onun imgeleminden gerçekliğe taşıdığı ‘şiir sahnesi’nin ipuçlarını içeriyor açık seçik:
“Numaracı biridir şair./Öyle ustaca numara yapar ki,/Gerçekten acı çekerken bile/Rol yapıyormuş gibi görünür./Ve yazdıklarını okuyanların/İyice hissettikleri,/Onun çifte acısı değil,/Sahte acılarıdır kendilerinin./Böylece döner durur raylarda/Eğlendirmek için aklımızı/Kalp adını verdiğimiz/O küçük oyuncak tren.”
Pessoa’nın, yalnız imgeleminde yaratmakla kalmadığı, yaşamın içinde handiyse gerçek kıldığı o düşsel şairler dünyası salt bir oyun mu? O takma adlar, takma kimlikler, ‘takma yaşamlar’, salt ustaca düşünülüp düzenlenmiş bir oyunun kişileri mi? Kuşkusuz, işin içinde bir oyun var. Oyunun sırrı, şairin gerçek soyadı olan ‘Pessoa’nın Portekizcede ‘kimse’ anlamına gelmesinde; Latincede ‘maske’ ya da ‘oyun kişisi’ anlamına gelen ‘persona’ sözcüğüyle eşanlamlı olmasında belki de. Pessoa’nın, her biri için ayrı yaşamöyküleri tasarladığı üç şair, belki de onun yazdığı ve ‘sahnelediği’ bir oyunun kişileri. Pessoa’nın kendi deyişiyle, “perdelere değil de, insanlara bölünmüş bir oyun”un.
Octavio Paz’ın dediği gibi, onun gizemi, adında, Pessoa’da saklıydı; hayalî kişide, maskede, Hiç Kimse’de. Onun öyküsü, ola ki, günlük yaşamın gerçekdışılığı ile hayalinin gerçekliği arasındaki gelgitlerden oluşuyordu. Gerçek Pessoa, hep bir başkasıydı…
‘Denize Övgü’de söylememiş miydi:
“Yola çıkmak istiyorum sizinle, sizinle yola çıkmak!/Hepinizle birlikte,/Gittiğiniz her yere!/Yüz yüze gelmek istiyorum karşılaştığınız tehlikelerle,/Yüzümde hissetmek yüzlerinizi buruşturan rüzgârı,/Dudaklarınızı öpen deniz tuzunu ufalamak,/El vermek çabanıza, fırtınalarınızı paylaşmak,/Sonunda
‘Hayat çabayı saptırır’
Fernando Pessoa’nın ‘Huzursuzluğun Kitabı’ adlı anlatısı hayatın anlamını sorgulamak açısından sarsıcı bir etkiye sahip
AYSEL SAĞIR
Gündüzleri bir kumaş mağazasında çalışan Lizbonlu bir adam, geceleri, el ayak çekildiğinde yalnızlığını, karanlıkta, başkalarının uzaktan gelen seslerinde, yağan yağmurda büyütür. Üstelik yalnızlık, zamanı ve ayağını bastığı mekânı çoktan aşmış, tüm insanlığın yalnızlığı olmuştur. Bir gün, bir sandıktan Bernardo Soares imzalı yazılar çıkar. Yazıların sahibi, yağmuru ve uzaktan gelen sesleri çoktan bırakmış ve gitmiştir ama tüm sesler de, o yazıların içindedir. Seslerin asıl sahibi Fernanda Pessoa’dır aslında. Portekiz edebiyatı Pessoa’yı sandıktan çıkardığında, hayatın tanımının hep yeniden yapıldığı, kuşkunun sadece basit bir uyaran işlevi gördüğü, yarattığı kimliklerle ekip halinde gezen bir yazarla da karşılaşmıştır.
Huzursuzluğun Kitabı’nda, gerçeklerle cebelleşen Pessoa, sonunda hayata seyirci kalarak, sürekli tekrarlanan sonuçların yaratacağı hayal kırıklıklarının da önüne geçme denemesi yapar. Çünkü, “hayat çabayı saptırır.”
Lizbon’un küçük bir lokantasının asma katını kendine yer edinmiş adam da öyledir Huzursuzluğun Kitabı’nda. Hayatı başka bir şekilde yaşamaktadır. Ya da artık asma katta geçirdiği zaman, çok uzun sürmüş bir yaşam yorgunluğunun filozofik bir sonucudur. Ya da biz öyle anlarız. Pazar günleri dışında kimsenin uğramadığı asma katta, “tuhaf tipler, hayatın bir köşeye ittiği ilginç tarafı olmayan insanlar” bulunur. Günün birinde yazarın yolu asma kata düşer. Tam da aradığını bulmuştur aslında, asma katlı lokanta da sakin ve ucuzdur, artık o da buraların müdavimi olacaktır. Her akşam yemek saatinde karşılaştığı adam ilgisini çekecektir bundan böyle. Adının Bernardo Soares olduğunu öğrendiğimiz adam, yazarın neredeyse izdüşümü gibidir.
Yazar, adamın, “dikkat çekici bir tarafı olmayan solgun yüzünde, hatlarına herhangi bir özellik katmayan acılı bir hava” sezer.
Adamsa, çevresini özel ilgiyle sürekli izlemektedir. O da adamı izlemeye başlar, sonunda tanışırlar. Adam, “devletin ya da toplumun dayattığı zorunluluklarla uğraşmak zorunda kalmamış, sevgili ya da dost olabileceği insanlara hiçbir ilgi ve yakınlık duymamış, asla sürüye dahil olmamış”tır. Yazar, adamla kısa zamanda geliştirdiği dostluğu sayesinde, yapacak “daha iyi bir işi” olmadığından, her akşam kaldığı pansiyonda vaktini yazı yazarak geçiren adamın sırrına da ortak olacaktır. Adam, yazı yazarak, “çektiği acıya saygınlık katacak” bir iç mekân yarattığını söylerken, izdüşümü gibi duran ama asıl kendisi olan yazara da, eylemsizliği yüceltmesine rağmen, yazdıklarını yayımlatması isteğiyle bir hareket, bir çaba görevi verecektir. Huzursuzluğun Kitabı, bir anlamda bu çabanın ürünü olacaktır.
Bilinçli olmanın ıstırabı
Pessoa’nın yarattığı dış kimlikler, bir anlamda kendisinin başka halleri gibidir. Hissettikleri ve oluşturdukları ideallerle sıradan insanlardan ayrılan söz konusu kimlikler, yaşamı, ölümü, aşkı ve zamanı öğretildiği, göründüğü gibi yaşamazlar. Zamanın kendisi derin bir acı vermektedir. Birkaç ay yaşanılan bir odadan ayrılmak da, birkaç saat garda beklenilen tren de, normal hallerine rağmen, ruhun uçurumları olabilecek etkiye sahiptirler. Bütün bunlardan olsa gerek, yoğun acı, yazarın da belirttiği gibi kayıtsızlığa yol açacaktır. Aynı noktadan çıkarsama yaptığımızda ise, Huzursuzluğun Kitabı’nda, eylemsizliğin yüceltilmesi, bir anlamda, duyarlılığın üst seviyelerde olmasıyla ilgili gibidir.
Hayaller ve gerçeklerin sürekli birbirlerini yok etme savaşı verdiği, pratik yaşama mal olan tüm değer ve hayallerin yaşam tarafından anlamsızlaştırıldığı şeklinde de anlaşılan Huzursuzluğun Kitabı, hayatın anlamını sorgulamak açısından sarsıcı bir etkiye sahip…
Huzursuzluğun Kitabı ya da Bir Mucize
Portekizli şair ve yazar Fernando Pessoa (1888-1935) dünya edebiyatının en benzersiz kimliklerinden. Aslında “kimlik” konusunda Pessoa’dan söz ediyorsak, birçok kimlikten (dış-kimlik) de söz ediyoruz demektir.
Pessoa Lizbon’da dünyaya geliyor; üvey babasının görevi nedeniyle Güney Amerika Cumhuriyeti’ndeki Durban kentine yerleşiyor aile; ortaöğrenimi orda yapıyor ve İngilizce öğreniyor. Daha lise yıllarındayken İngilizce şiirler yazmaya başlıyor. (Birçok şiirini de İngilizce yazıyor.)
Lizbon’a döndükten sonra modern edebiyatın kuramcıları arasına katılıyor. Takma adlarla şiirler yazıyor: Alberto Caeiro, Ricardo Reis, Alvaro de Compos gibi. Ne var ki bunlara takma ad demek oldukça yetersiz olur. Aslında kurmaca kimlikler bunlar; hepsinin bir geçmişi, kültürü, sanatsal ve poetik anlayışı var. Yani onlara birer “kimlik” oluşturmuş Pessoa. Şair olarak da farklı özellikleri var ve başka şairleri de etkilemişler!
Pessoa öldükten sonra ardında farklı adlarlara (kimliklerle) şiirler, günlükler, metinler bırakmış. Binlerce sayfa! Huzursuzluğun Kitabı da bunlardan biri. Yapıt ilk kez 1982’de yayınlanıyor, sonraki basımlarında yeni metinler (elyazmaları) ekleniyor, düzeltmeler yapılıyor.
Huzursuzluğun Kitabı birkaç ay önce Can yayınlarından Saadet Özen’in çevirisiyle çıktı. Pessoa, bu kitabını da Bernardo Soares adıyla yazıyor. Lizbonlu bir muhasebecinin günceleri. Ama öte yandan “bir perdenin arkasından” Pessoa’nın dünyaya bakışı ve felsefi bir derinlikle ama yalın, şiirsel (imgesel) olarak değerlendirişi.
Bir yandan Lizbon kentinin görünüşünü ve sıradan insanlarını buluyorken bu benzersiz güncede; öte yandan şiirden, edebiyattan aşka felsefeye, varoluşa, tanrıya, evrenin oluşumuna, mitolojiye, psikolojiye vb. uzan bir konu/tema çeşitliliğiyle de karşılaşıyoruz. Gerçek ve saf bir edebiyat işte!
İnsanı, okuru kendine çeken metinlerden biri Huzursuzluğun Kitabı ve aynı zamanda “evrensel bir sorgulama”. Roman olarak da okuyabilirsiniz bir yandan; günce ama belki de bir düzyazı şiir. Dahası bir akış, metinsel bir akış, okuyana edebiyat hazzı veren. Saadet Özen’nin Türkçesi de kuşkusuz ki bu akışa katkı sağlıyor.
Huzursuzluğun Kitabı’nı elime alıp okumaya başladığımda, bırakamadım; hızla akıyordu metin, sayfalar. Sonra durdum; çok hızlı bir okuyan değilim ama birden yüzlü sayfaları bulmuştum ama durdum; sonra okuma biçimimi değiştirdim ve her akşam on beş-yirmi sayfa okumaya başladım. (İlaç alır gibi) yatmadan önce bir anlamda ruhumu dinlendiriyordu bu okuma, edebiyat zevkimi geliştirmesinin yanında.
Bir başucu kitabıydı, Türkçe’ye bunca geç çevrilmemeliydi ama güzel de çevrilmişti doğrusu. (Defalarca okunabilir; farklı yerlerinden okumaya başlanabilir. Özcesi bir mucize!)
Bir süre sonra elime kurşun kalem alıp satırların altını çizme gereksinimi duydum. Hem içselleştirmek için hem de yazınsal olarak beslenmek için ama bu öylesine bir kitap ki, aslında her satırı çizmek gerekirdi:
“Acı çekiyorum, ama bunu hak edip etmediğimi bilmiyorum. (Kovalanan bir ceylan.)
“Karamsar değilim, hüzünlüyüm.” (s.138)
Böyle diyor Pessoa. Ama bunu gündüzleri kumaş mağazasında çalışan geceleri Lizbon’u dinleyen sıradan bir insanın (!) Bernardo Soares’in ağzından, kaleminden dile getiriyor.
Huzursuzluğun Kitabı yalnızca yirminci yüzyıl (modern) edebiyatın düzyazı başyapıtlarından biri değil, dünya edebiyatının (kültürünün) “okunması zorunlu” listesinde yer alması gereken bir yapıt!
ŞİİR
Fernando Pessoa’den (Düşsel ve Gerçek, Dünya Kitapları yay. 2004) Cevat Çapan’ın çevirdiği bir şiir:
ÖZRUHSALÖYKÜ
Numaracı biridir şair.
Öyle ustaca numara yapar ki,
Gerçekten acı çekerken bile
Rol yapıyormuş gibi görünür.
Ve yazdıklarını okuyanların
İyice hissettikleri,
Onun çifte acısı değil,
Sahte acılarıdır kendilerinin.
Böylece döner durur raylarda
Eğlendirmek için aklımızı
Kalp adını verdiğimiz
O küçük oyuncak tren.
(1931)
KİTAP
Huzursuzluğun Kitabı’ndan tadımlık:
Hayat tahayyül edebildiğimiz kadardır. Bütün dünyası tarlasından ibaret olan köylünün gözünde, o tarla bir imparatorluktur. Sezar’ın gözünde ise azımsadığı imparatorluğu topu topu bir tarla kadardır. Fakir insanın bir imparatorluğu var, güçlü olanın ise altı üstü tarlası. Aslına bakılacak olursa, sahip olduğumuz tek şey izlenimlerdir; dolayısıyla, hayatımızın gerçekliğini izlenimlerin üzerine oturtmalıyız, algıladıkları şeylerin değil.
(Böyle düşünmemin özel bir nedeni yok.)
Çok düş kurdum ben. Bunca düş kurmuş olmaktan yorgunum, ama düş kurmanın kendisinden yorulmuş değilim kesinlikle. Kimse yorulmaz düşten, çünkü düş unutmaktır ve unutmak üstümüzde ağırlık yapmaz; uyanık uyuduğumuz, rüyasız bir uykudur unutmak. Düşlerimde her şeye sahip oldum. Uyandığım zamanlar da oldu, ama bunun ne önemi var? Kaç kez imparator oldum kim bilir! Hem de en anlı şanlılarından; ama ne bayağı insanlardı! (s.117)
Huzursuzluğun Kitabı – 42
“Hiç değişmeyen, her anı aynı yoğunlukta akan bir hayatta, içine gömülü olduğum durgunluğu bir temizlik kusuru, değişmezliğin yüzeyine yapışmış bir kir ya da toz olarak değerlendirebilirim ancak.”
“Bedenimizi nasıl yıkıyorsak, yazgımızı da yıkayabilmeli, çamaşır değiştirir gibi hayat değiştirebilmeliydik-yemek yediğimizde ya da uyuduğumuzda olduğu gibi varlığımızı sürdürmek için değil, tam olarak temizlik adı verilen, bizden doğup ayrılmış olan saygılı davranış bunu gerektirdiği için.”
“Pisliği bir irade sorunu gibi değil, aklın bir umursamazlığı olarak yaşayan insanlar vardır; çoğu insan ise, özgürce aldıkları bir kararla ya da istemedikleri bir dünyaya boyun eğmeye razı oldukları için değil, kendi kendilerini anlama yetenekleri gerilediği için, bilgiyle alay etmeyi öğrendikleri için tekdüze, silik hayatlar sürerler.”
“Kendi pisliğinden iğrenen ama o pisliği temizlemeyen domuzlar vardır; dehşete kapılmış insanın kaçmamasına neden olan da işte bu duygunun aşırı halidir. Yazgısının domuza çevirdiği, kendi güçsüzlüğünün çekimine kapılmış, bundan dolayı günlük hayatının sıradanlığından kurtulmayan insanlar vardır, benim gibi. Olmayan yılandan büyülenen kuşlardır onlar; dünyayı gözü görmeden bir ağaç gövdesine tutunup bekleyen, en sonunda bukelamunun iğrenç diline yapışan sinekler.”
“Ben de bilinçli bilinçsizliğimi, sıradan hayat ağacımın gövdesinde ağır ağır gezdiriyorum. Yazgımı yerinden oynattıkça yürümüş oluyorum, ben ilerlemediğime göre, ilerleyen o; adım adım gitmeye devam eden zamanım için de durum aynı; çünkü ilerleyen gene ben değilim. Tekdüzelikten kurtulmak için tek çarem, hakkında yaptığım bu kısa yorumlar. Tek avuntum, hücremin parmaklıklarının arkasında bir cam olması-her gün, ölümle hesaplaştıktan sonra, cama, kaçınılmazlığın tozuna adımı büyük harflerle yazarak imzamı atıyorum.”
“Ölümle mi atıyorum imzamı ? Hayır, ölümle bile değil. Benim gibi yaşayan bir insan ölmez: Biter, solar, bitkisel hayata girer. Bulunduğunuz yer varlığını sizsiz sürdürür, geçtiğiniz sokak görünmez olduğunuz halde yaşar, içinde yaşadığınız ev, siz olmayan sizi barındırır. Hepsi budur ve biz buna hiçlik deriz, ama bu hiçlik tragedyasını bile oynayamaz, alkışlayamayız, çünkü gerçekten hiç olduğuna bile emin olamayız; biz ki hem hayatın, hem de gerçeğin içinde biten otlarız, biz ki camların hem içine hem dışına biriken tozlarız, biz ki Yazgı’nın torunları, Tanrı’nın evlatlarıyız, Tanrı sonsuz Gece’yle evlidir ve o da hepimizi doğurmuş olan Kaos’un duludur.”
Huzursuzluğun Kitabı-70
“Başka bir erdemim yoksa da, hiç olmazsa özgür bırakılan duyguların getirdiği sürekli yenilenme hali var.”
“Bugün Rua Nova do Almada’dan aşağı iniyordum ki gözüm birden, tam önümde yürüyen bir adamın sırtına takıldı. Herhangi bir insanın sıradan sırtıydı gördüğüm; sokaktan geçen birinin rasgele gözüme takılan gösterişsiz takım elbisesinin ceketi. Sol kolunun altına eski bir çanta sıkıştırmıştı, sağ eliyle kıvrık sapından kavradığı kapalı bir şemsiyeyi de, yürüyüşünün temposuna göre yere vuruyordu.”
“Birden, o adama karşı içimde sevgiye benzer bir şeyler uyandığını hissettim, insanların ortak özelliği olan niteliksizliğin karşısında, işine giden bir aile reisinin sıradan günlük yaşamı, iddiasız ve neşeli yuvası, kaçınılmaz olarak hem neşeli, hem hüzünlü zevkleri barındıran hayatı, hiçbir şeyin nedenini merak etmeksizin safça yaşayıp gitmesi karşısında, kısacası, önümde duran bu giydirilmiş sırtın tamamen hayvani doğası karşısında doğmuştu bu duygu.”
“Gözümü adamın sırtına, aralığından içeri göz atarak, yarım yamalak da olsa düşüncelerini seçebildiğim o pencereye diktim.”
“Uyuyan bir adamın karşısında ne hissedilirse, bende onu uyandırıyordu. Uyuyan herkes çocukluğuna döner. Belki de bu yüzden, yani uyurken yaşadığımızın bilincinde olmadığımız için, kimseye kötülük de yapamayız – en gözü dönmüş cani, kendinden başkasını gözü görmeyen en bencil insan bile, ne olursa olsun uyuduğu sürece doğanın büyüsüyle kutsal bir varlığa dönüşür. Uyuyan bir insanı öldürmekle bir çocuğu öldürmek arasında büyük bir fark görmüyorum.”
“Bu adamın sırtı da uyuyor işte. Benimle aynı hızda, önümden yürüyen bu insan tüm varlığıyla uykuya dalmış. Bilinçsizce yürüyor. Uyuyor, çünkü hepimiz uyuyoruz. Hayat bütünüyle düştür. O da bilinçsiz halde yaşıyor. Ne yaptığını, ne istediğini, ne bildiğini kimse bilmiyor. Yazgı’nın büyümeyen çocukları olarak, hayatı uyuyoruz. İşte bu yüzden, bu duyguyla düşündüğümde, çocuksu insanlığa, uyuyup kalmış toplumsal yaşama, hepimize ve her şeye karşı içimde sonsuz, şekilsiz bir sevgi uyanıyor.”
“Şu an içimi saran, sonuçları ve amaçları olmayan, çıplak bir insan sevgisi. Acılı bir şevkat duyuyorum, bizi seyreden bir Tanrı’nın duyacağı cinsten. İnsan denen şu zavallılara, insanlık denen şu zavallı, tuhaf yaratığa yegane bilinçli varlığın şevkatiyle bakıyorum. Ne yapıyor bu kadar insan ?”
“Ciğerlerdeki basit nefesten başlayıp şehirlerin kurulmasına, imparatorlukların sınırlarını surlarla çevirmesine dek hayata dahil olan tüm koşturmacayı, tüm niyetleri, bir gerçeklikle başka bir gerçeklik arasında, Mutlaklığın bir günü ile bir başka günü arasında varolan, kendinden menkul bir uyuklama hali, düşe ya da uykuya benzeyen şeyler olarak tahayyül ediyorum. Ve soyut bir anaç varlık olarak, o uykunun içinde toplanarak bana ait olmuş çocukların üzerine eğiliyorum geceleyin; iyi, kötü ayırt etmeden. İçim sızlıyor, sonsuz bir varlık gibi büyüyorum.”
“Gözümü önümdekinden ayırıp oradan, o sokaktan geçmekte olan herkesin üzerinde dolaştırıyor, hepsini, peşinden gittiğim o bilinçsiz insanın sırtının bana verdiği soğuk ve saçma sevgiyle, sıkıca kucaklıyorum. Hepsi aynı bunların; atölye‘den söz eden genç kızlar, işyerleriyle alay eden delikanlılar, ellerinde sepetlerle alışverişten dönen iri memeli hizmetçi kadınlar, bıyığı henüz terlemiş, getir-götür işleri yapan çocuklar – hepsi aynı bilinçsizliğin farklı beden ve yüzlerdeki tezahürleri, aynı görünmez varlığın elinde toplanmış iplerle hareket eden kuklalardan farkları yok. Bilince işaret eden bütün tavırları sergiliyorlar, ama hiçbir şeyin bilincinde değiller, çünkü bir bilince sahip olduklarının farkında değiller. Kimileri akıllı, kimileri aptal – aslında hepsinde aynı aptallık. Kimileri daha yaşlı, kimileri daha genç – aslında hepsi aynı yaşta. Kimileri erkek, kimileri kadın – aslında hepsinin cinsiyeti aynı; varolmayan bir cinsiyet bu.”
Fernando Pessoa, 1935’te öldüğünde, sandığında bıraktığı yapıtlarının sayısını kimse tahmin edemezdi. Onun elinden çıkmış şiirlerin, yazıların altında genellikle başka imzalar vardı. Ama bunlar yalnızca birer takma ad değil, öyküsü, geçmişi, yazgısı, dünya görüşü olan farklı kişiliklerdi. Pessoa’nın ölümünden sonra elyazmaları derlenmeye başladığında, bitmemiş yapıtlar da bulundu içlerinde. Bernardo Soares imzalı Huzursuzluğun Kitabı da bunlardan biriydi. Tarihten, mitolojiden, edebiyattan, ruhbilimden haberdar bir 20. yüzyıl insanının gerçekliği yadsıyışının, kendini hayallere hapsedişinin güncesiydi bu. Gündüzleri bir kumaş mağazasında çalışan, geceleri yağmurun sesinde, ayak seslerinde yalnızlığını duyumsayan bir Lizbonluydu Bernardo Soares ya da Fernando Pessoa. Bugün Portekiz edebiyatının en önemli yapıtı sayılan Huzursuzluğun Kitabı’ndaki her metin, kırık bir aynanın, gerçekliğin bir yanını yansıtan ve sonsuzca çoğaltan bir parçası.
Fernando Pessoa Biyografisi
Fernando Pessoa, 1914. Fernando Pessoa (13 Haziran 1888 – 30 Kasım 1935) Portekizli şair, ressam.
Lizbon’da doğdu. Beş yaşındayken, müzik eleştirmeni olan babasını kaybetti. Annesi, Portekiz’in Durban konsolosuyla yeniden evlenince yerleştikleri Güney Afrika’da (1896) tam bir İngiliz eğitimi gördü. 1905’te geri döndüğü Lizbon’da yaşamının sonuna kadar kaldı. Geçimini, İngilizce ve Fransızca iş mektupları yazarak kazandı ve yalnız yaşadı.
Portekiz modernizminin öncülerinden olan Pessoa, Milton, Shelley, Keats, Poe, Byron, Whitman, Shakespeare, Baudelaire’den etkilenmiş ve ilk şiirlerini, İngilizce olarak, 1905-1908 yılları arasında yazmıştır. 1912’de, ilk şiirlerini “Portekiz ‘Rönesans’ ” hareketinin yayın organı A Aguia dergisinde yayımladığında, simgeci şiirin ve “saudosismo”nun (geçmişe özlem) etkisi altındaydı. Aynı yıllarda, düzyazı metinler (Fausto, Epithalamium, O Marinheiro, Na Floresta do Alheamento, vd.), eleştiri ve denemeler yazdı. 1913’te, fütürist harekette yer aldı ve Sá-Carneiro ile birlikte Portekiz öncü edebiyatını başlatarak, “paulismo” akımını yarattı. 1914 yılında, her şeyi, olabilecek bütün tarzlarda hissetmek için, kendi içinde gücül olarak bulunan farklı yazar kimliklerini aralarında diyaloğa sokarak, onlara yazı aracılığıyla kurmaca bir gerçeklik kazandırdı. Pessoa’nın farklı yazar kimliklerinin yansıması olan bu kökteş şair ve yazarlar Alberto Caeiro, Alvaro de Campos, Ricardo Reis, Bernardo Soares ve Fernando Pessoa’nın kendisidir. Pessoa’nın kendi şiirleri ve kökteş şairleri aracılığıyla yarattığı şiirler Orpheu, Portugal Futurista, Contemporanea, Atena gibi ancak birkaç sayı çıkan dergilerde yayımlandı. “Vatanım Portekiz dilidir” diyen Pessoa ölümünden bir yıl önce, Portekiz tarihinin okültist ve simgeci bir yorumu olan “Mensagem” adlı şiiri yazdı ve Ulusal Propaganda Sekreterliği’nin açtığı yarışmada ödül aldı.
Fernando Pessoa 30 Kasım 1935’te, 47 yaşında, Lizbon’da karaciğer hastalığından öldüğünde pek az tanınıyordu. Sağlığında yayımlanan dört kitabından üçü İngilizce’dir: 35 Sonnets (1918), English Poems I-II ve English Poems III (1921). Portekizce kitap olarak yayımlanan tek eseri Mensagem’dir (1934). Dergilerde kalmış birçok şiir, deneme vb. yazıları vardır. Ardında bıraktığı elyazması fragman sayısı 25-27 bin arasındadır.
Bütün eserleri 1942’de yayımlanmaya başlanmış ve 26 cilde ulaşmıştır.
Eserleri
Poesías de Fernando Pessoa (1942, Fernando Pessoa’nın Şiirleri)
Poesías de Alvaro Campos (1944, Alvaro Campos’un Şiirleri)
Poemas de Alberto Caeiro (1946, Alberto Caeiro’nun Şiirleri)
Odas de Ricardo Reis (1946, Ricardo Reis’in Odları)
Páginas de estética y de teoría y crítica literarias (1967 – Estetik ve Edebiyat Kuramı ve Eleştirisi Hakkında Yazılar)
Páginas íntimas de autointerpretación (1966, Kişinin Kendi Eserini Yorumlaması Üzerine Özel Yazılar)
Textos filosóficos (1968, Felsefe Metinleri)
Türkçeye çevirilen Eserleri
Şeytanın Saati (Metis, 1993)
Sırların Cebiri (Nisan Yayınları, 1995)
Denize Övgü (İyi Şeyler, 1999)
Düşsel ve Gerçek (Dünya Kitapları, 2005)
Anarşist Banker (Can Yayınları, 2006)
Huzursuzluğun Kitabı (Can Yayınları, 2006)
Yazar Hakkındaki Eserler
Fernando Pessoa: 20nci Yüzyılın Yalnızı (Adnan Özer – Everest Yayınları)
Fernando Pessoa ve Şürekası (Yapı Kredi Yayınları – Sergi Kitapçığı)
Fernando Pessoa’nın Son Üç Günü (Can Yayınları – Antonio Tabucchi)
“Derlemede, dipnot.kitap, wikipedia ve yerel kaynaklardan faydalanışmıştır.”