“Anılarımı yazmam konusunda çevremden gelen ısrarlar daha hayata henüz adım atmışken başlamış ve yıllarca sürmüştü. Ne var ki ben o zamanlar bu ısrarları hiç önemsemedim. Hayatımı dolu dizgin yaşarken yazmaya ne gerek vardı? Ayak dirememin bir başka nedeni de, fırtınanın orta yerindeyken yazmanın doğru olmayacağı düşüncesinde olmamdı. Arkadaşlarıma, “Değerli bir hayat hikâyesi ancak hayattaki trajedilerin de, komedilerin de tarafsız ve hiçbir şeye -özellikle de kişinin kendi hayatına- bağlı olmaksızın görülebildiği olgun bir yaşa erişildi-ğinde yazılabilir,” diyordum.
İlerleyen yaşıma rağmen kendimi hâlâ genç hissettiğimden, böyle bir işi yüklenmek için kendimi yeterli görmüyordum. Üstelik bu yoğunluktaki bir çalışma için gerekli zamanı bulmak da kolay değildi benim için. Avrupa’daki zorunlu eylemsizlik yıllarım bana okumak için bol zaman sağladı; bu arada çok sayıda biyografi ve otobiyografi okudum. Eskiden düşündüğümün aksine, yaşlılığın, zihni kemale erdirip olgunlaştıracak yerde, çoğu zaman tehlikeli ölçüde bunaklık, dar kafalılık ve nefret getirdiğini gördüm hayretle. Böyle bir felaketi göze alamazdım; bu yüzden ciddi ciddi hayatımın hikâyesini yazmayı düşünmeye başladım.
Karşıma çıkan en büyük engel, çalışmam için gerekli tarihsel bilgilerin elimin altında bulunmayışıydı. Birleşik Devletler’dekİ otuz beş yıllık hayatımda toplamış olduğum ne kadar kitap, mektup ve benzeri malzeme varsa, Adalet Bakanlığı korsanlarınca bir daha geri verilmemek üzere gasp edilmişti. On iki yıl boyunca yayınlamış olduğum Mother Earth dergisinin kendime ait ciltlerinden bile yoksundum. Nasıl çözeceğimi bilemediğim bir sorunla karşı karşıyaydım. Ne var ki kılı kırk yaran kişiliğim yüzünden, hayatımda sık sık dağlan yerinden oynatmış olan dostluğun sihirli gücünü göz ardı etmiş olduğumu fark ettim çok geçmeden.
Vefalı dostlarım Leonard D, Abbott, Agnes Inglis, W. S. Van Valkenburgh ve başkaları kuşkularımdan dolayı utandırdılar beni. Radikal ve devrimci yayınlar açısından Amerika’nın en zengin kütüphanesi olan Detroit’teki Labadie’nİn kurucusu Agnes her zaman olduğu gibi imdadıma yetişti. Leonard payına düşeni yapmaktan geri kalmadı, Van da boş zamanlarını benim için araştırma yapmaya adadı. Avrupa’yla ilgili belgeler konusunda saflarımızın en değerli tarihçilerinden Max Nettlau ile Rudolf Rocker’a başvurabileceğimi biliyordum. Böyle sağlam bir ekip kurduktan sonra kaygı duymaya gerek yoktu artık
Gene de içimi kemiren bir şey vardı. Özel hayatımın atmosferini yaratmamı sağlayacak gerekli malzemeden yoksundum: Zamanında duygularımı alt üst eden irili ufaklı hadiseleri neye dayanarak yansıtacaktım? Mektup yazmak bende iflah olmaz bir alışkanlıktı; yazmış olduğum dağ gibi mektuplar sayesinde bu sorun da çözüldü. Sevgili Ale-xander Berkman, nam-ı diğer Şaşa ve öteki dostlarım kendimi bu şekilde ifade etme eğilimimden ötürü her zaman benimle dalga geçerlerdi. Beni ödüllendiren İffetim değil günahlarım oldu; geçmiş günlerin, çok ihtiyaç duyduğum hakiki havasını bu mektuplardaki içtenliğim sağladı. Ben Reitman, Ben Capes, Jacob Margolis, Agnes Inglis, Hanry Wein-berger, Van, romantik hayranım Leon Bass ve daha pek çok dost mektuplarımı geri istememi olumlu karşıladılar. Yeğenim Stella Ballantine, Missouri Cezaevi’nde tutukluyken ona yazdığım ne varsa korumuştu. Rusya’yla ilgili yazışmalarımı da gene Stella ile sevgili dostum M. Ele-anor Fitzgerald saklamıştı. Uzun sözün kısası, çok geçmeden hislerimi coşkunlukla döktüğüm binin üstünde mektup bana geri döndü. İtiraf etmeliyim ki, insan ancak mahrem yazışmalarda duygularını hiç saklamadan açıkladığı için, içlerinden birçoğunu yeniden okumak çok acı verdi bana. Ama girişeceğim İş İçin değerleri paha biçilmezdi.
Böylece donanmış olarak, sekreterliğimi üstlenen Emily Holmes Coleman’la birlikte, Fransa’nın güneyinde şirin bir balıkçı köyü olan Saint-Tropez’in yolunu tuttum. Yakınları tarafından Demi dîye anılan sekreterim, yanardağ mizaçlı vahşî bir orman perisi olmanın yanı sıra asla art niyet ve kin beslemeyen sevecen bir kadındı. Sonsuz hayal gücü ve duyarlılığıyla bir şairdi aslında. Doğuştan isyankâr ve anarşist olduğu halde benim düşünce dünyam ona yabancıydı. Tartışırken öfkeden gözlerimiz kararır, sık sık birimiz ötekinin hayatının Saînt-Tropez körfezinde son bulacağı hayalini kurardı. Ancak çekici kişiliği, çalışmama duyduğu derin ilgi ve iç çatışmalarımı kavrayışı yanında bunlar bahsetmeye bîle değmezdi.
Yazmak hiçbir zaman kolay gelmemiştir bana; üstelik kalkıştığım iş sadece yazmaktan ibaret de değildi. Uzun zamandır unutulmuş geçmişimi yeniden yaşamak, hatırlamak İstemediğim anıları bilinçaltının derinliklerinden kazıp çıkartmak demekti bu. Yaratıcı yeteneğimden duyduğum kuşkular, bunalımlar, hayal kırıklıkları demekti. Bu süreç boyunca cesareti, inancı ve yüreklendirici tutumuyla Demi, serüvenimin ilk yılında huzur ve esin verdi bana. Hayatımı Yaşarken’in önündeki engelleri aşmakta pek çok vefalı dostun katkısı oldu; bu bakımdan kendimi çok talihli sayıyorum. Bir fon oluşturarak beni maddi kaygılardan kurtarmayı İlk akıl eden Peggy Guggenheim oldu. Öteki yoldaşlar ve dostlar da sınırlı imkânlarını zorlayarak hiç koşulsuz bana destek oldular. Genç Amerikalı dostlarımdan Miriam Lerner, Demi İngiltere’ye gitmek zorunda kalınca onun yerini aldı. Dorothy Marsh, Betty Markow ve Emmy Eckstein metnin önemli bir bölümünü daktiloya çekerken emeklerine sevgilerini de kattılar. Dünyanın en iyi yürekli ve açık elli adamı olan Arthur Leonard Ross, tükenmeyen bir gayretle hukuki temsilciliğimi ve danışmanlığımı üstlendi. Böyle dostların hakkı ödenebilir mi?
Ya Şaşa? Metnin redaksiyonuna başladığımızda yeniden kuşkular yakama yapıştı. Onu kendi bakış açımdan anlatmama tepki göstereceğinden korkuyordum. “Yeterince tarafsız kalabilecek mi? Nesnel yaklaşması mümkün mü?” diye soruyordum kendi kendime. Hikâyemin başlıca kişilerinden biri olmasına rağmen şaşılacak kadar tarafsız olduğunu gördüm. Tıpkı eski günlerde olduğu gibi Saşa’yla on sekiz ay boyunca baş başa çalıştık. Elbette eleştirilerini esirgemeden, olgun ve anlayışlı bir tutum sergiledi. Kitaba Hayatımı Yaşarken {Uving My Life) adını vermek de onun fikriydi.
Yaşadığım hayatı her şeyiyle, ister kısa, ister uzun süre bu hayata katılmış, sonra da çıkıp gitmiş olan insanlara borçluyum. Sevgileri kadar nefretleri de hayatımı yaşanası kıldı. Hayatımı Yaşarken takdirimin ve şükranımın bir ifadesi hepsine
EMMA GOLDMAN / Saint-Tropez, Fransa Ocak 1931
Emma Goldman Union Square Meydani’nda dogum kontrolu uzerine konusuyor. 1916 Emma Goldman speaks to garment workers about birth control in Union Square, 1916
I. BÖLÜM
NEW YORK Kentine 1889 Ağustosu’nun on beşinci günü ayak bastım. Yirmi yaşındaydım. O tarihe kadar başımdan geçenler, eski bir giysi gibi geride kalmıştı. Önümde yepyeni, ancak yabancı ve ürkütücü bir dünya duruyordu. Buna karşın benim de gençliğim, sağlıklı bir bedenim ve tutkuyla sarıldığım bir idealim vardı. Yeni dünyanın bana hazırladığı
sürprizleri, gözümü kırpmadan göğüslemeye kararlıydım. O güne İlişkin her şey nasıl da aklımda kalmış! Günlerden pazardı. Cebimdeki para West Shore trenine ancak yetmiş, böylece New York eyaletindeki Rochester’den hareketle, sabahın sekizinde Weehawken’a varmıştım. Daha sonra feribotla New York kentine geçtim. Tanıdığım tek kul yoktu bu kentte, elimdeki Uç adresten biri evli bir teyzenin, ikincisi bir yıl kadar önce New Haven’da bir korse fabrikasında çalışırken tanışmış olduğum bir tıp öğrencisinin, üçüncüsüyse Johann Most tarafından çıkartılan ve bir Alman anarşist yayın organı olan Freiheihndh Varım yoğum beş dolar ve küçük bir el çantasından ibaretti. Bağımsızlığımı sağlamakta bana yardımcı olacak dikiş makinemi emanete bırakmıştım. Batı Kırk ikinci Cadde ile, teyzemin oturduğu Bovvery arasındaki uzaklıktan ve New York ağustosunun insanı bitap düşüren sıcağından habersiz, yayan yola koyuldum. Büyük bir kent yabancıya nasıl da karmaşık ve uçsuz bucaksızmış gibi gelir, nasıl da soğuk ve düşmanca!
Kimi doğru kimi yanlış yol tarifleri ve kavşaklarda korkulu duraksamalarla geçen üç saatin sonunda teyzemle eniştemin fotoğrafçı dükkânına varabildim. Yorgunluktan ve sıcaktan bitap düşmüştüm; bu yüzden akrabalarımın ani gelişimden dolayı hissettikleri tedirginliği fark etmekte geciktim. Burayı kendi evin bil, diyerek bana kahvaltı hazırladılar ve ardından soru yağmuruna tuttular. New York’a neden gelmiştim? Kocamı terk ettiğim doğru muydu? Param var mıydı? Ne yapmayı düşünüyordum? Elbette onların evinde kalabileceğimi söyleyerek, “Zaten senin gibi genç bir kadın New York’ta tek başına başka nereye gidebilir? ” diye eklediler. (“New York’ta tek başına bir kadın”)
Ancak hemen bir İş bulmalıydım. Durumları İyi değildi ve hayat çok pahalıydı. Tüm bu söylenenleri yarı ayık dinliyordum. Geceki uykusuz yolculuktan, uzun yürüyüşten ve etkisi giderek artan güneşin yakıcı sıcağından baygın düşmüştüm. Akrabalarımın sesleri çok uzaktan, sinek vızıltısı gibi geliyor, bana uyku veriyordu. Biraz çabayla kendimi toparladım. Evlerinde kalmak için gelmediğime dair onlara güvence verdim; Henry Sokağı’nda oturan bîr arkadaşım vardı; o bana bir yer bulacaktı. O anda istediğim tek şey bir an önce kendimi dışarı atmak, kanımı donduran bu gevezeliklerden kurtulmaktı. Çantamı bırakarak ordan ayrıldım. Akrabalarımın “konukseverliği “ni atlatabilmek için uydurduğum arkadaş, uzaktan tanıdığım A. Solotaroff adında genç bir anarşistti; New Haven’da bir kez konuşmasını dinlemiştim, tşte şimdi derdim onu bulmaktı. Uzun bir arayıştan sonra evi keşfettim; ne var ki kiracılar çoktan taşınmıştı. Başlangıçta kaba davranan kapıcı umarsızlığımı fark etmiş olmalı ki, ailenin bıraktığı yeni adresi getirmeye gitti. Çok geçmeden sokağın adının yazılı olduğu bir kâğıtla geri geldi, ancak evin numarası yoktu. N’apacaktım şimdi? Koskoca kentte nasıl bulacaktım Solotaroff u? Önce yolun bir kenarındaki, sonra da öteki kenarındaki tüm evlere bir bir sormaya karar verdim. Bir yukarı bir aşağı altışar kat merdiveni başım zonklayarak ayaklarımı sürüyerek çıktım indim, çıktım indim. Boğucu günün sona ermesine bir şey kalmamıştı.
Tam umudumu yitirmek üzereydim ki onu Montgomery Sokağı’ndaki köhne bir evin beşinci katında kaynaşan bir kalabalığın içinde görü verdim. Karşılaşmamızın üzerinden bir yıl geçtiği halde Solotaroff beni unutmamıştı. Eski bir dost gibi, içten bir sıcaklık gösterdi. Annesi, babası ve erkek kardeşiyle daracık bir daireye sıkışmışlardı ama kendi odasını bana vererek, birkaç geceliğine bir arkadaşında kalabileceğini söyledi. Yer bulmakta güçlük çekmeyeceğime ilişkin güvence verdi; aslında iki odalı bir evde babalarıyla oturan iki kız kardeş tanıyordu. Genç bir kızı kiracı olarak almak istediklerini duymuştu. Yeni arkadaşım annesinin pişirmiş olduğu nefis yahudi çöreğiyle çay ikram ettikten sonra, bana biraz da o çevredeki insanlardan, Yahudi anarşistlerin eylemlerinden ve daha bir alay ilginç olaydan söz etti. Ev sahibime, sunduğu çörekle çaydan çok, bana gösterdiği dostça kaygı ve camamde-rıe’den dolayj şükran duydum. Kendi ailemin içimi dağlayan acımasız davranışını bana unutturmuştu. New York, Bowery’yi sıkıntıyla arşınladığım bitmez tükenmez saatlerdeki canavar değildi artık gözümde. (“Yeni dostlar ediniyorum”)
Solotaroff beni daha sonra Doğu Yakası radikalleri, sosyalistleri ve anarşistleriyle. genç Yahudi yazarlarla şairlerin karargâhı olan Sachs’ın Suffolk Caddesi’ndeki kahvesine götürdü, “Herkes buraya gelir,” dedi, “Minkİn hemşirelere de burda rastlayacağımıza kalıbımı basarım.”
Rochester gibi yeknesak bir taşra kentinden yeni gelmiş ve geceyi sıkıntılı bir yolculukla geçirmiş olmaktan sinirleri gergin biri İçin, gürültü ve karmaşasıyla Sachs’ın yeri hiç de sakinleştirici sayılmazdı. Tıklım tıklım iki odadan ibaret bu yerde herkes, birbiriyle yanşırcasma, el kol hareketleriyle bir ağızdan İbranice ve Rusça konuşup tartışıyordu. Bu garip karmaşa beni adeta büyülemişti. Kavalyem masalardan birinde gözüne ilişen iki kızı bana, “Anna ve Helen Minkin” diye tanıştırdı. Rus Yahudisi olan kızların İkisi de işçiydi. Büyükleri Anna, ben yaşlardaydı; Helen ise on sekizinde gösteriyordu. Kısa zamanda onlarda kalmam konusunda anlaştık, böylece kaygıdan ve belirsizlikten kurtulmuş oldum. Artık başımın üstünde bir dam vardı ve yeni dostlar bulmuştum. Sachs’daki şamata rahatsız edici olmaktan çıkmıştı. Daha rahat soluk almaya başladığımı ve eskisi kadar yabancılık çekmediğimi fark ettim. Dördümüz birlikte yemeğimizi yerken ve Solotaroff bana kahvedeki insanlardan bazılarının kim olduğunu söylerken, güçlü bir sesin, “Bana bir büyük biftek ve bir büyük fincan kahve!” diye yankılandığını duydum. Kendi param o kadar az ve parayı dikkatli harcama zorunluğu öylesine dayatıcıydı ki, göz göre göre yapılan bu israf karşısında afallamıştım. Üstelik de Solotaroff daha önce bana Sachs’ın müşterilerinin sadece yoksul öğrenciler, yazarlar ve işçiler olduğunu belirtmişti. Bu düşüncesiz insan kim olduğunu ve bu tür yemeğe nasıl para dayandırdığını doğrusu merak etmiştim. “Kim bu aç gözlü?” diye sordum. Solotaroff katıldı gülmekten. “Alexander Berkman o. Üç kişinin yediğini yiyebilir bir oturuşta. Ama nadiren yiyecek alacak parası bulunur. Öyle zamanlarda da Sachs’da ne var ne yok siler süpürür. Tanıştırırım sizi.”
Yemeğimiz bitmişti. Başka masalardan kimileri Solotaroff la sohbet etmek için masamıza geldi. Kocaman bifteğin sahibi ise kıtlıktan çıkmış gibi tabağımdakileri silip süpürmekle meşguldü. Tam kalkmak üzereyken yanımıza yaklaştı; Solotaroff bizi tanıştırdı. Ancak on sekizinde gösteren biri olmasına rağmen göğsü ve boynu bir dev kadar gelişkindi. Güçlü çenesi kalın dudaktan Ötürü daha da belirgin görünüyordu. Geniş, aydınlık alnı ve zeki bakışları olmasa yüzünün sert denebilecek bir ifadesi vardı. Kararlı bir gence benziyor diye geçirdim aklımdan. Bu arada Berkman bana, “Bu gece Johann Most’un konuşması var. Dinlemek İster miydin?” diye sordu. (“Johann Most beni büyülüyor”)
Olağanüstü bir şeydi bu; daha New York’a geldiğim ilk günde Rochester basınının şeytanın yeryüzündeki temsilcisi, cani, kana susamış iblis olarak betimlediği ateşli konuşmacıyı kendi gözlerimle görme fırsatı doğmuştu. Most’u gazetesinde ziyaret etmeyi aklıma koymuştum zaten, ama bu fırsatın böylesine beklenmedik bir biçimde ortaya çıkışı İçimde hayatımın akışını bütünüyle değiştirecek harikulade bir şeyler olacağı duygusunu uyandırdı. Toplantı salonuna giderken düşüncelere daldığımdan, Berkman’la Minkİn kardeşlerin neler konuştuğunun farkında bile olmadım. Birden bire tökezledim. Berkman kolumdan yakalayıp yardım etmese yere kapaklanacaktım, “Hayatını kurtardım,” dedi şakayla. Ben de hemencecik, “Umarım ben de bir gün seninkini kurtarma fırsatı bulurum,” diye yapıştırdım. Toplantının yapılacağı küçük salona bir meyhaneden geçilerek giriliyordu. Salon içki, sigara içip konuşan Almanlar’la doluydu. Az sonra Most göründü. İlk izlenimim hiç de olumlu sayılmazdı. Orta boyluydu; çalı gibi kır saçların kapladığı kocaman bir kafası vardı. Ancak yüzünün sol yanı, besbelli çene çıkığından, çarpılmıştı. Sadece mavi gözleri dingin ve anlayışlıydı.
Konuşması, Amerikan koşullarını yeren yakıcı bir eleştiri, egemen güçlerin haksızlığı ve gaddarlığı konusunda keskin bir hiciv, Hay-market trajedisinden ve 1887 Kasımı’nda Chicago anarşistlerinin idamından sorumlu olanlara karşı ateşli bir söylevdi. Yetenekli ve güçlü bir konuşmacıydı. O konuşurken sanki bir büyü olmuş, fiziksel kusurları ve sıradanlığı kaybolarak, nefret ve sevgi, kudret ve esin kaynağı ilkel bir güce dönüşmüştü. Akıcı konuşması, ahenkli sesi ve kıvrak zekâsı bir araya gelince akıl almaz bir etki yaratıyordu. Sözleri yüreğime işledi. Kürsüye akan kalabalıkla kendimi aniden Most’un karşısında buldum. Yanı basımdaki Berkman beni ona tanıştırdı. Ne var ki, ben heyecandan ve gerginlikten sersem gibiydim; Most’un konuşması yüreğimi allak bullak etmiş, adeta dilim tutulmuştu.
O gece uyku tutmadı. 1887 olaylarını yeniden yaşadım. Chicago emekçilerinin şehit edildiği 11 Kasım, Kara Cuma’nın üzerinden yirmi bir ay geçmişti; oysa olay en ince ayrıntısına kadar beynimdeydi ve daha dün olmuşçasına etkisini sürdürüyordu. Duruşmaları sırasında ben de, kız kardeşim Helena da bu insanların kaderleriyle yakından ilgilenmiştik. (“Johanna Greie’nin konuşmasını dinliyorum”)
Rochester gazetelerinin açıkça önyargılı haberleri bizi öfkelendiriyor, kafamızı karıştırıyor ve üzüyordu. Basının sergilediği şiddet, suçlananlar aleyhindeki ihbarlar, tüm yabancılara karşı yürütülen saldırılar Haymarket kurbanlarına yakınlık duymamıza yol açmıştı. Rochester’de, sosyalist bir Alman grubun her pazar Germania Hail’ da toplandığını duymuştuk. Ablam Helena’yla bu toplantılara katılmaya başladık. Ben düzenli olarak izlerken, o arada sırada geliyordu. Toplantılar genellikle ilginç olmasa da, Rochester’dekİ boğucu yaşamımdan biraz olsun kurtulmama imkân tanıyordu. Burada sonu gelmeyen para ve iş sohbetlerinden farklı bir şeyler duymak, yürekli ve fikir sahibi insanlarla karşılaşmak İmkânı vardı. Bir pazar günü, New York’tan Johanna Greie adlı ünlü bir sosyalistin Chicago’da süren duruşma ile ilgili bir konuşma yapacağı duyuruldu. Söz konusu günde toplantıya ilk gelen ben olmuştum. Koskoca salon sabırsızlıkla konuşmacının gelmesini bekleyen kadın ve erkeklerle tıklım tıklım dolmuş, duvar kenarlarınaysa polisler sıralanmıştı. Böylesine muazzam bir toplantıya ilk kez katılıyordum. St. Petersburg’day-ken jandarmaların küçük Öğrenci topluluklarını dağıtışına tanık olmuştum. Ancak özgür konuşma hakkının güvence altında olduğu bu ülkede, uzun coplar taşıyan güvenlik görevlilerinin düzenli bir toplantıyı ihlal etmesi bende dehşet ve tepki uyandırdı.
Çok geçmeden başkan konuşmacıyı kürsüye davet etti. Otuzlarında, solgun yüzlü ve sade görünümlü, kocaman gözleri ışıl ışıl yanan bir kadındı bu. Yoğunluktan titreyen sesiyle, büyük bir içtenlikle konuşuyordu. Tümüyle etkisi altında kalmıştım. Polisi, öteki izleyicileri ve et-rafımdaki her şeyi unutmuştum. Sadece, siyahlı narin kadının sekiz canı yok etmeye kararlı güçleri suçlayan ateşli feryadı vardı kulaklarımda. Konuşmanın konusu tümüyle Chicago’da meydana gelen vahim olaylarla ilgiliydi. Olayların tarihsel arka planını anlatarak başladı söze. Sekiz saatlik iş günü için 1886’da ülke çapında baş gösteren grevlerden söz etti. Hareketin merkezi Chicago olduğu için patronlarla emekçiler arasındaki mücadele burada en şiddetli biçimde gelişmişti. McCormick Harvester Şirketi’nde grevde olan işçilerin toplantısını basan polis, kadın erkek kim varsa dayaktan geçirmiş, birkaç kişiyi de öldürmüştü. Bu olayı protesto etmek İçin 4 Mayıs’ta Haymarket Alam’nda bir kitle gösterisi düzenlenmişti. Düzen İçinde gerçekleşen mitingin başlıca konuşmacıları Albert Parsons, August Spİes, Adolph Fischer’di. Olup biteni izlemek İçin mitinge katılan Chicago Valisi Carter Harrison da, her şeyin yolunda gittiğini gördükten sonra ayrılırken, bölgeden sorumlu komisere bu yolda bilgi vermişti. (“Hay market Olayı”)
Mitingin sonuna doğru hava bulutlanmış, yağmur çiselemeye başlamıştı; son konuşmacılardan biri kürsüdeyken kalabalık da yavaş yavaş dağılıyordu. O sırada Yüzbaşı Ward hatırı sayılır bir polis gücüyle alana girdi. Toplantının hemen dağılmasını emretti. “Bu yasaların güvencesi altında yaptlan bir toplantıdır,” diye karşı koyan başkanın sözlerine aldırmayan polis, önüne geleni coplamaya başladı. Bunlar olurken havada şimşek gibi parlayan bir şey patlayarak polislerden birkaçının ölmesine, bazılarının da yaralanmasına neden oldu. Bunu yapamtı kim olduğu hiçbir zaman anlaşılamadı; yetkililer de öğrenmek için fazla çaba göstermedi zaten. Tersine Hay-market toplantısında konuşanların tümü ve önde gelen anarşistler için derhal tutuklama emri çıkartıldı. Tüm basın organları ve Chicago burjuvazisinin yanı sıra ülkenin her yanından, “tutuklulara ölüm!” çığlıkları yükseliyordu. Anarşistlere karşı yürütülen caniyane planları gerçekleştirmek amacıyla Vatandaşlar Biriiği’nden maddi ve manevi destek sağlayan polis, saldırıya geçti. Halkın beyni, grevin önderleri hakkında basının yaydığı iğrenç hikâyelerle öylesine yıkanmıştı ki, adil bir biçimde yargılanmaları mümkün değildi artık. Gerçekten de bu duruşma, Amerika Birleşik Devletleri tarihinin en uydurma duruşmasıydı. Jüri mahkûm etmek amacıyla seçilmişti; Başsavcı, suçlananın sadece tutuklular olmadığını, bu davada “anarşinin de yargılanacağını” ve kökünün kazınacağını açıkça ilan etti. Kürsüsünden tutukluları sürekli suçlayan yargıç, jürinin onlar aleyhinde etkilenmesine neden oldu. Tanıklar ya ürkütülmüş ya da rüşvetle satın alınmıştı; sonuçta olayla hiç ilgisi bulunmayan, suçsuz sekiz adam hüküm giydi. Halkın tahrik edilmesi ve genelde anarşistlere karşı önyargılı tutum, sekiz saatlik iş gününe şiddetle karşı çıkan işverenlerin baskısıyla birleşince, Chicago anarşistlerine verilecek hukuki idam hükmünü sağlayıcı hava oluşturulmuştu. Bunlardan beşi –Albert Parsons, August Spies, Louİs Lİngg, Adolph Fischer ve George Engel- asılarak İdama; Michae Schwab ve Samuel Fielden ömür boyu hapse ve Neebe on beş yıla mahkûm edildiler. Hay-market şehitlerinin masum kanları yerde kalmamalıydı.
Greie’nin sözleri sona erdiğinde, başından beri tahminlerimde yanılmadığımı anlamıştım: Chicago sanıkları suçsuzdu. İdealleri yüzünden Öldürüleceklerdi. Ama neydi İdealleri? Johanna Greie Parsons, Spies, Lİngg ve ötekilerin sosyalist olduklarını söylüyordu, ancak ben sosyalizmin gerçek anlamını bilmiyordum. Yerel konuşmacıların an tattıklarından mekanik ve renksiz olduğu İzlenimi uyanmıştı bende. (“Toplumsal bilincim uyanıyor”)
Öte yandan gazetelerin yazdığına göre bombalı anarşistlerdi bu adamlar. Anarşizm neydi peki? Bütün bunlar öyle kafa karıştırıcıydı kii Ancak daha fazla akıl yürütecek durumda değildim. Salon boşalıyordu, ben de yerimden kalktım. Greie, aşkan ve arkadaşları henüz kürsüden inmemişlerdi. O tarafa baştmı çevirdiğimde, Greie’nin bana işaret ettiğini fark ettim. Dona kalmıştım, yüreğim şiddetle çarpıyor, ayaklarım kurşun gibi ağırlaşmış kımıldamıyordu. Kürsüye varınca elimi tutarak, “Karmaşık duygularını sizinki gibi yansıtan bir başka yüze rastlamadım bu güne değin. Yaklaşan felaketi tüm yakıcılığıyla hissettiğiniz anlaşılıyor. Tanıyor musunuz onları?” diye sordu. Titreyen bir sesle, “Ne yazık ki hayır,” dedim, “Ancak bu dava konusunda çok duyarlıyım, siz konuşurken de sanki onları tanıyormuşum gibi geldi bana.” Elini omzuma koydu, “Önsezim bana, ideallerini öğrendiğinizde onları daha yakından tanıyacağınızı, bu İdealleri benimseyeceğinizi söylüyor,” dedi. Eve nasıl gittiğimi hatırlamıyorum; rüyada gibiydim. Ablam Hele-na çoktan uyumuştu; oysa yaşadıklarımı onunla paylaşmadan edemezdim. Uyandırarak başımdan geçenleri, konuşmanın nerdeyse tek bir sözcüğünü kaçırmadan anlattım, tyice dramatize etmiş olmalıyım ki ablam heyecanla, “Bundan çok geçmeden küçük kardeşimin de tehlikeli bir anarşist olduğunu duyarsam şaşmam,” dedi.
Birkaç hafta sonra tanıdık bir Alman aileyi ziyarete gittim. Hepsi heyecan içindeydi. New York’tan biri, Johann Most’un yayınladığı bir Alman gazetesi olan Die Freiheit’ı göndermişti onlara. Gazete baştan başa Chicago olaylarının haberleriyle doluydu. Soluk kesici dili o güne değin duyduklarımın hiçbirine, ne sosyalistlerinkine hatta ne de Johanna Greie’ninkine benziyordu. Meydan okuyan, alay ve horgörü lavları saçan bir yanardağ gibiydi; Chicago’da işlenecek inayeti tezgahlamakta olan güçlere karşı nefret kusuyordu. Die Freiheit’ı düzenli okumaya başladım. Gazetede tanıtılan kitaplan ısmarladım; anarşizm konusunda ne bulursam okuyor, ünlü anarşistlerin yaşamları ve eylemlerine ilişkin her sözcüğü nerdeyse yutuyordum. Duruşma sırasındaki yiğitçe direnişlerini, harikulade savunmalarını okudum. Önümde yepyeni bir dünyanın açıldığını gördüm. Herkesin korktuğu ve olmamasını dilediği feci şey sonunda gerçekleşti. Rochester gazetelerinin özel baskılarında Chicago anarşistlerinin asıldığı haberi veriliyordu! Helena da ben de yıkılmıştık. Olayın yarattığı şok ablamın iyice asabını bozmuştu; ellerini oğuşturmaktan ve sessizce gözyaşı dökmekten başka bir şey gelmiyordu elinden. Ben ise uyuşmuş gibiydim; duygularım ağlayamayacak kadar körelmişti sanki. (“Sekizlerin şehit edilişi”)
http://tr.wikipedia.org/wiki/Emma_Goldman
O akşam babamlara gittik. Herkes Chicago olaylarını tartışıyordu. Ben kendi yakınlarımı kaybetmişçesine acıma gömülmüştüm. Birden kulağıma duyarsız bir kadın kahkahası çarptı. Cırlak bir ses, “Nedir bu matem havası? Herifler katil değil miydi? Asıldıkları iyi oldu,” diyordu istihzayla. Bir sıçrayışta kadının yanında buldum kendimi; boğazına yapıştım. Ne var ki, birileri bana engel olmaya çalışıyordu. “Kız çıldırmış” dediklerini duydum. Silkinerek kendimi kurtardım; masadan kaptığım su dolu bir sürahiyi var gücümle kadının suratının orta yerine fırlattım. “Defol,” aiye bağırdım; “defol, yoksa Öldüreceğim seni!” Ödü kopan kadın kapının yolunu tuttu; bense hıçkıra hıçkıra ağlayarak olduğum yere çöktüm. Yatağa taşındığımı anımsıyorum; çok geçmeden derin bir uykuya daldım. O gecenin sabahında, haftalarca süren gerilimli bekleyişin ve onu izleyen felaketin yarattığı uyuşukluktan kurtulmuş olarak ama sanki uzun sürmüş bir hastalıktan yeni kalkmış gibi uyandım. Güçlü bir sezgiyle benliğimde yepyeni ve olağanüstü bir değişikliğin meydana geldiğini hissediyordum. Yüce bir ideal, yakıcı bir inanç, kendimi şehit yoldaşlarımın anısına adama, onların davasını benimseme, güzel hayatlarını ve destansı ölümlerini dünyaya duyurma kararlılığı. Johanna Greİe kehanette belki sandığından da isabetliydi.
Kararımı vermiştim. New York’a, Johann Most’a gidecektim. Önüme koyduğum göreve beni ancak o hazırlayabilirdi. Ancak kocam, annem, babam – onlar benim bu kararımı nasıl karşılayacaktı?
Evleneli sadece on ay olmuştu. Mutlu bir beraberlik sayılmazdı bizimki. Daha başından kocamla benim zıt kutuplardan olduğumuzu anlamıştım; hiçbir ortak yanımız yoktu, cinsel bakımdan bile uyuşmuyorduk. Amerika’ya geldiğimden beri başıma gelen her şey gibi bu girişim de büyük bir hayal kırıklığı ile sonuçlanmıştı. Amerika, “Özgür insanlar ülkesi, yiğitler yurdu” – kuyruklu bir yalandı bana göre bu artık! Oysa Helena İle Amerika’ya göçmemize izin vermesi için babamla nasılda kıyasıya mücadele etmiştim! Sonunda kazandım ve 1885 yılı aralık ayı sonlarında Hetena ile St. Petersburg’dan Hamburg’a gitmek üzere ayrıldık; ordan da Eibe adındaki buharlı gemiyle Vaat Edilmiş Top-raklar’a doğru yola çıktık. Bundan birkaç yıl önce büyük ablamız Amerika’ya gitmiş, evlenerek Rochester’e yerleşmişti. Mektuplarında çok yalnız olduğundan dem vurarak habire Helena’yı yanına çağırıyordu. Sonunda Helena gitmeye karar verdi. Ne var ki ben, bana annemden bile yakın olan Helena’dan ayrılmaya katlanamazdım, Helena da babamla aramızdaki düşmanca çekişmeyi bildiği İçin beni arkada bırakmak istemiyordu. (“Amerika yolculuğum”)
Yol masraflarımı ödemeyi önermesine rağmen babamdan izin koparamadık. Yalvarıp yakarmam, döktüğüm gözyaşları para etmedi. Sonunda kendimi Ne-va’ya atacağımı söyleyerek tehdit edince boyun eğdi. Cebimdeki yirmi beş rubleyle -İhtiyar ancak bu kadar fedakârlıkta bulunmuştu- hiç pişmanlık duymadan evi terk ettim. Çocukluk anılarım hiç de parlak değildi; hatırladığım kadarıyla ev her zaman boğucu, babamın varlığı ise ürkütücüydü. Babam kadar sert olmayan annem de çocuklarına karşı yumuşak davranmazdı. Bana sevgiyle yaklaşan bir Helena vardı; çocukluğumda beni sevindiren ne varsa ona borçluydum. Kardeşlerinin suçlanmaması için her şeyi üzerine alırdı. Erkek kardeşimin ve benim yerime çoğu kez dayağı o yerdi. Artık büsbütün beraberdik – kimse bizi ayıramazdı.
Yolculara sürü muamelesi edilen kasara altında seyahat ediyorduk. Denizle ilk karşılaşmam ürkütücü olduğu kadar büyüleyiciydi de. Evden kurtuluş, sonsuzluğa uzanan okyanusun farklı zamanlardaki ihtişamı ve gizeminin yanı sıra Yeni Dünya’nın bana neler sunacağı hayal gücümü kamçılıyor, kanımı kaynatıyordu.
Yolculuğumuzun son gününü olduğu gibi anımsıyorum. Yolcular güverteye yığılmıştı. Helena’yla birbirimize sımsıkı sarılmıştık; limanın görüntüsü ve sisler içinden birdenbire ortaya çıkan Özgürlük Anıtı büyülenmişti bizi. işte orada duruyordu; umudun, özgürlüğün ve fırsatların simgesi! Ülkelerindeki baskıdan kaçarak özgür ülkeye sığınanların yolunu aydınlatmak İçin meşalesini yüksekte tutuyordu. Helena’yla ben de Amerika’nın cömert gönlünde kendimize bir yer bulacaktık. Coşku içindeydik, gözlerimiz yaşla dolmuştu.
Öfkeli seslerle düşlerimizden uyandık. El kol hareketleriyle dertlerini anlatmaya çalışan hiddetli adamlar, isterik kadınlar, ağlayan çocukların arasında kalmıştık. Nöbetçiler bizi kabaca oradan oraya itekliyor, göçmenlerin giriş işlemlerinin yapıldığı Castle Garden’a gönderilmeye hazır olmamız için buyruklar yağdırıyordu.
Castle Garden’daki manzara tüyler ürperticiydi, havaya nefret ve kabalık sinmişti. Görevlilerin hiçbirinin yüzünde en ufak bir sıcaklık belirtisi görmek mümkün değildi. Gelenleri rahat ettirecek hiçbir hazırlık yapılmamış, ne hamile kadınlar ne de çocuklar düşünülmüştü. Amerikan toprağındaki ilk günümüzde neye uğradığımızı şaşırmıştık. Bu korkunç yerden bir an önce kurtulmaktan başka dileğimiz yoktu. Rochester’e New York’un “Çiçek Şehri” dendiğini duymuştuk; oysa oraya ocak ayının kasvetli ve soğuk bir sabahında vardık. (“Rochester’e yerleşiyorum”)
Bizi karnı burnunda olan ablam Lena ile Rachel teyze karşıladı. Lena’nın evi küçük ama aydınlık ve tertemiz, tiril tirildi. Helena’yla benim için hazırlamış olduğu oda çiçeklerle donatılmıştı. Ev gün boyunca konuklarla dolup taştı -hiç tanımadığımız akrabalar, kız kardeşimin ve kocasının dostları ve komşuları bizi görmek, eski ülkelerinde neler olup bittiğini Öğrenmek istiyorlardı. Bunlar Rusya’da büyük acılar çekmiş, kimi kıyımlardan canını kurtarmış Yahudİler’dİ. Yeni ülkede yaşamın çetin olduğunu söylüyorlardı; kendilerine hiçbir zaman ev sahipliği etmemiş eskî ülkelerine duydukları özlem dinmemişti.
Konukların arasında yükünü tutmuş olanlar da vardı. Adamın biri övünçle altı çocuğunun altısının da çalıştığını, kiminin ayakkabı boyacılığı, kiminin de gazete satıcılığı yaptığını söyledi. Herkes bizim geleceğimiz konusunda kaygılanıyordu. Kaba saba bîr adam akşamdan beri gözlerini bana dikmiş yukardan aşağı süzüp duruyordu; bir ara yanıma kadar gelerek kollarımı ellemeye kalktı. Çarşının orta yerinde çini çıp-lakmışım gibi geldi. Kabaran öfkemi kız kardeşimin dostlarının hatırını kırmamak İçin tuttum. Kendimi birdenbire yapayalnız hissederek odayı terk ettim. Geride bıraktıklarıma, sevgili Neva’ma, arkadaşlarıma, kitaplarıma, müziğime duyduğum özlemle içim yanıyordu. Birden bitişik odadan yükselen seslere kulak kabarttım. Beni kızdıran adamın, “Garson ve Mayer’de ona iş bulabilirim. Aylığı az olsa da çok geçmeden kendine bir koca bulur. Onun gibi etine dolgun mavi gözlü, al yanaklı bir kızın uzun uzadıya çalışması gerekmez. Yakında onu kapacak, ipekler ve elmaslar içinde yaşatacak biri çıkar,” dediğini duydum. Bu sözler bana babamı hatırlattı. Daha on beşimdeyken ısrarla beni evlendirmeye kalkmıştı. Ben karşı çıkarak okuluma devam etmek İçin yalvarmıştım.
Öfkesini yenemeyerek Fransızca dilbilgisi kitabımı ateşe atmış, “Kızların çok bir şey öğrenmesi gerekmez!” diye bağırmıştı; “Bir Yahudi kızı gefullte balığının nasıl pişirileceğini, erişteyi incecik kıymayı, kocasına çok çocuk yapmayı bilsin yeter.” Onun benim İçin tasarladıklarına kulak asacak değildim; okumak, hayatı öğrenmek, seyahat etmek istiyordum ben. Üstelik âşık olmadan evlenmemek konusunda da kararlıydım. Aslında, Amerika’ya gitmek isteyişimin başlıca nedeni babamın beni evlendirme niyetinden kurtulmaktı, Oysa beni evlendirme girişimleri bu yeni ülkede bile peşimi bırakmıyordu. Pazarlık konusu olmamaya kararlıydım; mutlaka bir iş bulacaktım.
Lena ablam ben aşağı yukarı on bir yaşındayken Amerika’ya gitmişti. Ben daha çok Kovno’da oturan büyükannemde kalıyordum; ailenin geri kalanı ise Kurland’m Baltık eyaletine bağlı küçük Popelan kasabasında yaşamaktaydı. (“Helena aile ilişkilerimizi açıklıyor”)
Lena bana hep düşmanca davranırdı; beklenmedik bir biçimde nedenini öğreni verdim bir gün. O sırada en fazla altı yaşında olmalıyım; Lena da benden iki yaş büyük. Birlikte misket oynarken, ablam Lena nedense boyuna oyunu benim kazandığımı öne sürerek üzerime yürüdü; hıncını alamayarak beni tekmelerken, bir yandan da, “Tıpkı babana benziyorsun! O da bizim hakkımızı yedi! Babamızın bize bıraktığı parayı çaldı. Nefret ediyorum senden! Benim kardeşim değilsin sen!” dîye bağırıyordu. Lena’nın bu beklenmedik patlayışı beni dondurmuştu. Birkaç saniye kadar nutkum tutulmuş, ona bakakaldım; çok geçmeden gerginliğim bir ağlama nöbetine dönüştü. Hıçkıra hıçkıra çocukluğumun tüm dertlerini paylaştığım Helena’ya koştum. Lena’nın, “baban hakkımızı yedi” demekle ne kastettiğini ve neden beni kardeşi saymadığını sordum. Helena her zaman olduğu gibi beni kollarına alarak avutmaya, Lena’nın söylediklerini hafifletmeye çalıştı. Helena’nın yanından ayrılarak anneme gittim ve ondan Helena ile Lena’nın babalarının genç yaşta öldüğünü, annemin daha sonra babamla evlenerek beni ve erkek kardeşimi dünyaya getirdiğini öğrendim. Üvey çocukları olsa da, babamın Lena’nın da Helena’nın da babaları olduğunu söyledi. Babamın kızlara kalan parayı kullanmış olduğu doğruydu. İşe yatırmış, ama iş batmıştı. Hepimizin iyiliği için yapmıştı bunu. Annemin anlattıkları büyük acımı dindirmeye yaramadı. “Babamın o parayı kullanmaya hakkı yoktu!” diye bağırdım. “Yetim onlar. Yetimin hakkını yemek günahtır. Keşke büyük olsaydım da Ödeyeoilseydtm o parayı onlara. Evet, ödemeliyim o parayı. Babamın günahının kefareti bana düşüyor.”
Alman dadımdan yetimlerin hakkını yiyenlerin asla cennete gidemeyeceklerini duymuştum. Cennetin ne olduğunu pek bilmiyordum. Musevi törelerini yerine getiren, cumartesileri ve bayram günleri sinagoga giden ailemiz, din konusundan nadiren söz açardı bizlere. Tanrı, şeytan, günah ve cezaya ilişkin fikir edinmem dadım ve Rus köylü hizmetkârlarımız sayesinde oldu. Bu borcu ödemezsem babamın cezalandırılacağından kuşkum yoktu.
Bu olayın üzerinden on bir yıl geçmişti. Lena’nın neden olduğu üzüntüyü çoktan unutmuştum, ama onu hiçbir zaman Helena’yı sevdiğim gibi sevemedim, Amerika’ya giderken yol boyunca Lena’nın bana karşı neler hissettiğini düşünüp durdum; ne var kî karnında taşıdığı ilk çocuğuyla onu gördüğümde, ufacık solgun yüzü ve çökük avurttan yüreğimi parçaladı, aramızda hiçbir şey olmamış gibi içim şefkatle doldu. (“Çalışmaya karar veriyoruz”)
Geldiğimizin ertesi günü üç kız kardeş evde baş başa kaldık. Lena yalnızlıktan yakınarak, evi ve hısım akrabayı ne kadar özlediğini dile getirdi. Önce Rachel teyzenin evinde hizmetçilikle, daha sonra Steİn’ın hazır giyim atölyesinde ilik yaparak geçirdiği çileli günleri anlattı. Nihayet bir eve sahip olmuştu ve bir bebek bekliyordu. Bundan mutluluk duymasına rağmen, “Yaşam gene de çok zor,” diyordu Lena. “Kocam tenekecilikten haftada on iki dolar kazanıyor. Yazın yakıcı sıcağında, kışın dondurucu soğuğunda, hayatını tehlikeye atarak çatıları onarıyor. Rusya’da Berdichev’de daha sekiz yaşındayken başlamış bu işe. O günden bu yana çabalayıp duruyor.”
Helena’yla odamıza çekilince vakit geçirmeden İşe girmeye karar verdik. Eniştemize bir de bizim yük olmamız doğru değildi. Haftada on iki dolar ve yeni doğacak bir bebek! Helena birkaç gün sonra bir fotoğrafçıda İş buldu; Rusya’da da yaptığı bir işti bu, negatifleri rötuşlaya-çaktı. Ben de Garson ve Mayer’e girdim; palto dikiminde günde on buçuk saat çalışıyor, haftada iki buçuk dolar kazanıyordum…..
http://tr.wikipedia.org/wiki/Hayat%C4%B1m%C4%B1_Ya%C5%9Farken
Emma Goldman / Hayatımı Yaşarken
Özgün Adı: Living My Life
İlk Basımı: 1931, Alfred Knopf, ABD
Çevirinin Yapıldığı Basım: Pluto Press. Londra
(İki cilt halinde yayınlanmıştır) ©Bu çevirinin yayın haklan Metis Yayınları’na aittir, 1996
İngilizce’den Çeviren: BERİL EYÜBOĞLU
Kitabın tamamını PDF dosyası olarak indirmek için
>> http://www.mediafire.com/?f2qsbvd2t12qg3a
(Emma Goldman – Hayatımı Yaşarken Cilt I / Cilt II)