Edgar Allan Poe (d. 19 Ocak 1809 – ö. 7 Ekim 1849), ABD’li şair, kısa öykü yazarı, editör ve edebiyat eleştirmeni.
Tiyatrocu bir çiftin oğlu olarak 1809’da Boston’da dünyaya geldi, ama iki yaşına geldiğinde annesi öldüğü için, Allan soyadını aldığı aile tarafından evlat edinildi. 1827’de şiirleri yayınlanmaya başladı, bu arada bir çok dergi ve gazetenin editörlüğünü üstlendi. Poe denince akla ilk gelenlerden biri “Annabel Lee” adlı şiiridir. 1838’de ‘The Narrative of Arthur Gordon Pym’ adındaki tek romanı basılmıştır. Hayatı boyunca çoklukla öykü yazmış olan yazarın “Raven/Kuzgun”u olay yaratır. Edgar Allan Poe’nun şiirleri ve öykü yazarlığının yanı sıra edebiyat eleştirmenliği de çok önemlidir. Antik çağların üç birlik kuralı temelinde modern edebiyat kuramı oluşturması, onun daha sonra Fransız simgeci şairleri tarafından öncü sayılmasına neden oldu. ‘Philosophy of Composition’ (Tümleme Felsefesi) başlıklı denemesi 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başında yaşayan şairlerin büyük esin kaynağı olmuştur. Poe ise esin kaynağını romantizmin gizemciliğinde bulmuştur. Poe’nun dünya edebiyatının kapılarını “pulp” kavramına açan kişi olduğu söylenir. Bir dönem üçüncü sınıf edebiyat olarak kabul edilmiş fantastik, gotik ve hatta polisiyenin fikir babasıdır Poe. Dehşeti, korkuyu, insanın içindeki sırları, kötülüğü, çaresizliği anlatmayı denemeyen tek bir yazar yoktur ki Poe’dan etkilenmemiş olsun. Hayatı boyunca ne maddi sıkıntıdan ne de eleştirmenlerin hırpalamalarından kurtulamamış, ölümüne dayanamadığı eşinden iki yıl sonra 40 yaşında iken veda etmiştir hayata. Son sözlerinin ‘Tanrım, zavallı ruhuma yardım et’ olduğu söylenir. Mezar taşında ise ‘Dedi kuzgun: Hiçbir zaman’ yazar.
Amerikan Romantik Akımı’nın öncülerinden biridir. ABD’nin ilk kısa hikâye yazarlarından olan Poe modern anlamda korku, gerilim ve polisiye türlerinin de öncüsüdür. Bugün birçok kimse tarafından ABD’nin ilk büyük yazarı kabul edilse de Poe hayattayken sık sık küçük düşürülmüş ve yanlış anlaşılmıştır.
Yaşamı
Her ikisi de profesyonel oyuncu olan,üç çocuklu David ve Elizabeth (Arnold) Poe’nun ikinci çocuğu olarak Boston’da dünyaya geldi. Doğduktan bir yıl sonra babası evi terk etti.Ertesi yıl annesi veremden öldü ve Richmond, Virjinya’dan (ozan) İskoç tütün tüccarı John Allan kendisini yanına aldı. Ortanca adı Allan buradan gelir.
1815’te Allan’ın ailesiyle İngiltere’ye gitti ve Londra va Richmond’daki özel okullarda okudu. Öğrenciliği sırasında tanıştığı alkol ve kumar, yaşamını altüst etti. Kendisinden daha ünlü olan eşinin gölgesinde kaldı. 1820’de Virjinya’ya geri döndü.Virjinya Üniversitesi’ne kaydoldu ama burada sadece bir yıl kaldı. Bu dönemde kumar borçları yüzünden manevi babasıyla arası açıldı.
Önceleri başarısız fanzin denemeleriyle başladığı edebiyat yaşamı, 1832’de Saturday Courrier’da basılan beş öyküyle ve 1833’te Baltimore Saturday Visiter tarafından düzenlenen yarışmada “MS. Found in a Bottle” (Şişede Bulunan Elyazması) adlı öyküsüyle birinciliği kazanmasıyla devam etti. 1843’te, Godey’s Lady’s Book’ta yayımlanan “The Visionary” adlı öyküsüyle adı ülke genelinde duyulmaya başlandı.
Düzyazılarından başka kurgu ve yazım teknikleriyle dikkat çeken “The Raven” (Kuzgun) başta olmak üzere, “Annabel Lee” ve “To Helen” (Helen’e) adlı şiirleriyle de tanınan Poe 7 Ekim 1849’da öldü.
Charles Baudelaire’in “Çağımızın en güçlü yazarı…” dediği Poe, yazdığı özgün metinlerle birçok yazarı derinden etkiledi.
Ayrıca Edgar Allan Poe babasıyla da hiç anlaşamayan bir yazardı ve eserlerinde babasıyla olan çatışmalarına rastlanır.
Başlıca yapıtları: Dedektif Auguste Dupin Öyküleri, Oval Portre, Morgue Sokağı Cinayeti, Usher Evinin Çöküşü, Altın Böcek, Kızıl Ölümün Maskesi’dir. Ayrıca birçok şiiri bulunmaktadır.
“Sarhoş, yoksul, ezik, dışlanmış Edgar Allan Poe, dingin ve erdemli Goethe’den ya da Walter Scott’dan çok daha fazla hoşuma gidiyor. O ve onun gibi özel yapıdaki adamlar için şöyle diyeceğim: bizler adına acı çektiler”
Charles Baudelaire
Ölümü
Ryan’s Inn adlı bir meyhanede kötü bir halde bulunduktan 4 gün sonra, 7 Ekim 1849 günü Baltimore’daki hastanede öldü, öldüğünde 40 yaşındaydı. 8 Ekim günü Westminster Presbiteryen Mezarlığı’nda kendisi için düzenlenen cenaze törenini Rahip William T.D. Clemm yönetti. Törene yalnızca 4 kişi katılmıştı.
Bu 4 kişi kuzeni Neilson Poe, karısı tarafından akrabası olan Henry Herring, okuldan arkadaşı Z.Collins Lee, meslektaşı Dr. Joseph Snodgrass’ dır. Ölüm olayı ve nedenleri ile ilgili çok çelişkili ve anlaşılmaz raporlar hazırlanmıştır.
Yıllar geçtikçe kendisini tanıyan ve tanımayanlar tarafından ortaya atılan kuramlar ve söylentiler arttı. Hala ölümünün arkasındaki gerçekler bilinmemektedir…
.
“sararan çimenlerin yeşilliğini
solan çiçeklerin güzelliğini
hiçbir şey geri getiremez
fakat her şeye rağmen
yaşamaya değer hayat”
Hikayeleri
“The Angel of the Odd” – Çok alkol almış olan bir adamın başına gelenleri anlatan bir kara komedi.
“The Balloon Hoax”- Bir balon seyahatini anlatan bir gazete haberini anlatan hikâye
“The Black Cat” – Alkollü bir adamın kedisini öldürüp sonra kedinin ruhunu gördüğünü sanmasını anlatan hikâye, hikâye katilin ağzından anlatılmış.
“The Cask of Amontillado” – Bir intikam öyküsü.
“Eleonora” – Bir aşk hikâyesi
“The Tell-Tale Heart” – Metaforik bir cinayet öyküsü
“İnsanın içinde, der o (edgar allan poe), modern felsefenin dikkate almak istemediği bir güç vardır; ve bu isimsiz güç bilinmedikçe pek çok insani eylem açıklanamaz…”
Charles Baudelaire
Düş içinde bir düş: Edgar Allan Poe’nun kalemi
19 Ocak 1809’da dünyaya gelen Edgar Allan Poe, günümüzde de ilgi odağı olmayı sürdürüyor. Bu ilginin pek çok sebebi vardır kuşkusuz. Ama bunlar arasında, onun düşle gerçek arasında kurduğu dünyaların ürkütücü cazibesinin rolü büyük olmalı. Okuyucu, kaybolmanın tüm ürpertisini içinde taşısa da onun müthiş dehası ve kurgusuyla belirlediği sona doğru adım adım ilerlemekten kendisini alamaz. Üstelik öyküler her okunuşlarında daha önce fark edilmeyen yollara ve dolayısıyla yeni keşiflere açılır. Öykülerinde doğrudan görünenin ötesindeki anlam katmanları, kimi öykülerinde gömdüğü kurbanları gibi örtülüdür. Okuyucu onları, ancak emek verdiği ölçüde görebilir. Poe’nun öykülerinin özgünlüğü ve eskimezliği biraz da buradan geliyor.
Yazdıklarıyla edebiyata pek çok yenilik getirmiş, daha sonra yazılanlara hatta edebiyat dışındaki diğer sanat dallarına da ilham kaynağı olmuş, polisiye, bilimkurgu, fantastik, gotik edebiyatın gelişmesinde ve yeniden biçimlenmesinde çok önemli bir basamak oluşturmuş olan Edgar Allan Poe, öykülerinde, “Bütün gördüğümüz ve göründüğümüz, yalnızca bir düş içinde bir düş” dizelerini bütün çarpıcılığıyla yüzümüze vurmaya devam ediyor.
“görüntüleri arasında karanlık gecenin,
yitirilmiş sevincin düşünü kurdum.
ama kalbimi kırarak,
beni uyandırdı görüntüsü,
yaşamın ve ışığın…”
Edgar Allan Poe Yaşıyor..
Edgar Allan Poe’nun eserinden, parça parça ya da toplu halde Türkçeye çeviriler, 1930 lardan bugüne değin yapıla gelmişti. E.A.Poe, 2009 Mayıs ayında Dost Kitabevi Yayınlarından, H.Fehmi Nemli’nin haklı övgüler alan özenli çevirisiyle Türkiye’de de tekrar gündeme geldi. Çeviri öncelikle düzgün Türkçesi ile rahat okunan bir çalışma. Ama çevirmen bununla kalmamış, Poe’nun öykülerinde sıklıkla kullanmayı sevdiği Latince, Fransızca, Yunanca gibi birçok okuyucunun anlamakta güçlük çekebileceği yabancı dillerden alıntıları ve gönderme yapılan metinleri dipnotlarla açıklamış, kitabın sonuna öykülerle ilgili aydınlatıcı bilgi ve açıklamalar koymuş. Üç cilt halinde yayınlanan çeviriler, iğne oyası gibi binbir emekle işlenmiş, meraklısına Poe’yu gerçekten anlama, öğrenme kapısını açan bir çalışma.
19. ve 20 yy dan nice önemli klasik yazar unutulup giderken, E.A.Poe bugün hâlâ ilgi çekmeye devam ediyor. Özellikle de kısa öyküleri ve şiiri. Aralarında hiç unutulmamış ve galiba da unutulmayacak ölçüde sevilen ve ilgi çekenleri var. Dünyada Annabell Lee kadar okunmuş kaç şiir vardır? Öykü ve şiirleri bugün de önemli bir yeni okur kitlesini büyülüyor, çarpıyor, sarsıyor.
Şaşırtıcı mı? Pek de öyle olmamalı. O her zaman hakkında konuşulan ve yazılan, yarattığı dehşet ve gerilim imgeleri, polisiye roman ilkeleri, bugün hâlâ pek çok öykü, roman ve filmde etkileyici biçimde kullanılan bir öncü edebiyatçı oldu. Tablodaki atın canlanıp sahibinin intikamını alması (Metzengerstein), akıl dışı güçlerin hâkim olduğu lanetli şatonun –kahramanımız oradan kaçarken ardından çöküp yok olması (Usher’ların Çöküşü), bedenini kaybetmiş ruhları anlatmak için “hava benzeri görünmez biçimler, (uçuşan) ruhani ve anlamlı gözler, melodik ama hüzünlü sesler” (Berenike) onun yarattığı, anlatım gücü bugün de aşılamamış imgelerden. Morgue Sokağı Cinayeti ise modern polisiye türünün öncüsü oldu.
Şair olarak Poe, okuru üzerinde saf bir güzellik duygusu yaratma amacıyla şiiri katıksız bir müzik biçimine ulaştırmaya çalışır; “meleklerin gezegenindeki müziği” yakalamaya çalıştığını söyler. Bunu başarmış olmalı ki, bugün hala birçok müzisyenin, müzik grubunun ilgisini çekmeye devam ediyor. The Alan Parsons Project’in E.A.Poe öykülerinden esinlendiği “Tales of Mistery and Imagination” albümü bunlardan biri. Albümdeki şarkıların her biri, Poe’nun bilinen öykü ve şiirlerinin adını taşır. 2000 yılında Robert Wilson’ın POE-Try adını verdiği tiyatro oyunu Hamburg’da ünlü Thalia tiyatrosunda gösterime girdi. Oyunun müziğini yapan Lou Reed bundan iki yıl sonra da, şairin ünlü şiirinin adını taşıyan, The Raven adlı albümünü yayınladı. Ünlü karton film dizisi The Simpsons’da halloween- cadılar bayramı bölümünde bu şiirin parodisi yapılır, Lisa Bart’a şiirden bölümler okur.
Deha sayılan insanların galiba ortak kaderidir; alanında otorite sayılanlardan birbiriyle en uzlaşmaz eleştirileri alırlar. Poe için de çağdaşı olan ve olmayan pek çok önemli şair, yazar, eleştirmen onunla ilgili çelişen eleştiriler yapa geldi. Örneğin büyük Fransız sembolist şairleri Mallarme, Baudelaire, Valery onu yere göğe koyamazken, W.B.Yeats, T.S.Eliot, A. Huxley onun şiirini beğenmediler. D.H Lawrence, Ligeia’yı değerlendirirken Poe’yu insani değil, mekanik bir bakışa sahip olmakla eleştirirken, Dostoyevski onun hiç olmamış ve olamayacak durum ve olayları anlatmadaki ulaşılmaz hayal gücüne, okuyucuyu bunlara inanmaya ikna etme gücüne, kullandığı ayrıntılara hayranlığını ifade etti. Pozitif bilimler alanında değil de edebiyat alanında konuşulduğunu düşündüğümüzde, düz bir mantıkla, birlikte ele alındığında bu görüşlerin sorunlu olduğunu düşünmek de doğru değil sanırım. Sanatın, edebiyatın tek bir tanımı olamayacağına göre, Poe’nun yazdıklarının belli bir edebiyat kuramıyla bakıldığında iyi, başka bir tanımla yaklaşıldığında kötü olduğunu söylemek anlaşılabilir. Tolstoy’un, kendi sanat kuramı ile değerlendirdiğinde, resim alnında Renoir, Monet, Pissaro’yu, edebiyat alanında, Shakespeare, Goethe, Ibsen’i, müzik alanında Beethoven (9. senfonisiyle), Wagner, Listz, Brahms’ı kötü sanatçı sayması çarpıcı bir örnektir.
Poe’nun önümüze serdiği gerçeklik, olağan gerçeklik değildir. Polisiye öykülerinde de dehşet öykülerinde de bizi günlük hayatta karşılaşmayacağımız başka bir gerçekliğin içine çekmeyi başarır. Bu, her yapıtaşı dâhice düşünülmüş ve tasarlanmış, kurgulanmış, belli bir tarihten ve coğrafyadan uzak bir dünyanın gerçekliğidir. Tüm ayrıntılar önümüze öyle bir serilir ve dizilir ki, anlatılanların tüm gerçekdışılığına, inanılmazlığına karşın, yukarıda Dostoyevski’nin de söylediği gibi, okuyucu okuduğuna inanır. Burada E.A Poe’nun büyük başarısı, insanların bilinç dışında ya da zihinlerinin bir köşesinde var olduğunu sezdiği ruh hallerini, korkuları ya da endişeleri başarıyla anlatıp, bunları okuyucuya aktararak –muhtemelen onlarda zaten örtük bir şekilde var olan- aynı duygu, korku ya da endişeleri canlandırması, okuyucuda öyle bir estetik yaşantıyı yaratabilmesidir. Öte yandan, Poe’nun öykülerinde şaşırtıcı bir entelektüel birikim, yaşadığı zamanın –sanat, edebiyat, tarih, felsefe, fizik, matematik vb. alanlarda- bilgi birikimi ve birçok durumda o zamanı aşan bir sezgisel bilgi, gerek olağan olanı gerekse olağandışını anlatmakta çok güçlü bir araç olarak kullanılır. Öykülerinde, okuyanı yarattığı olağandışı yaşantının içine çeken, zamanının doğa ve ruhbilimlerinin imkânlarını kullanarak olayların ve ruh hallerinin ayrıntılı bir açıklamasına, çözümlemesine girişir. Bunu yaparken genellikle anlatıcı ya da öykü kahramanı ağır yaralı, afyon çekmiş olabilir ya da kalıtsal olarak taşıdığı marazi bir hastalık, en sağlıklı insanı bile bunaltacak kasvetli bir mekân ve dekor içinde tetiklenir. Böylece okuyucuya öyküdeki gerçekliğin, anlatıldığı gibi yaşanmış olabileceği hissettirilir.
Poe ürününü verirken, Bernard Shaw’un da altını çizdiği gibi, “ucuz çekiciliklere, sekse, yurtseverliğe, duygusallığa, açgözlülüğe ve yazarlık mesleğinin geçerli diğer kaba sabalıklarına” prim vermez. Bu durum aslında onun edebiyat kuramını da yansıtır: Sanatsal üretim, onu araçsallaştıran her türlü kişisel önyargı, ahlak ve ideolojiden bağımsız olmalı ve bizi tümüyle zihnin ürünü olan başka bir âleme taşımalıdır. Nitekim “Kuzgun” (The Raven) şiirini nasıl yazdığını anlatırken belirttiği gibi, okuyucuda belli bir etkiyi, duyguyu yaratmak için inceden inceye soğukkanlı hesaplar yapar, eserini kendi duygularından bağımsız olarak tasarlar. Öykülerini de öyle yazar: İnceden inceye düşünülmüş mekân, durum ve duygu anlatımları, ayrıntılar, seçilmiş tek bir amacı ve etkiyi sağlamak üzere organik bir bütünlük oluşturur.
Öykülerinde marazi öykü kahramanlarının okuyanı da tedirgin eden aşırı keskinleşmiş duyuları başa beladır. Boşboğaz Yürek’te öykü kahramanının, ihtiyar adamı sevdiği halde, onun “perde inmiş soluk mavi gözü” ne takıntısı ve kalbinin sesini komşudan duyulacak kadar gürültülü algılaması bizi de gerer. Usher’ların Çöküşü’nde Roderick Usher’in demir kapıların ardındaki mahzende diri diri gömülmüş kardeşinin tıkırtılarını üst katlardan duyması, Berenike’de anlatıcının “zihinsel yeteneklerinde aşırı hassasiyet” nedeniyle kadının beyaz dişlerine takılıp kalması (öyle bir saplantı ki, ölmeden gömülmesine göz yumduğu kadının mezarını açarak dişlerini sökmesi) bizi alır götürür, ayak sürüsek de ürpertici bir sona doğru gideriz. Morella’da, insana kimliğini veren bilinci olduğuna göre, beden ölse de bu kimliğin yaşayabileceği, Ligeia’da, yeteri kadar güçlü bir irade gösterilebilse, ölüme teslim olunmayacağı anlatılır.
Öykülerinin nasıl sonlandığına bakarak, akıl, mantık ve bilgiye bakışına ilişkin bir ipucundan da belki söz edilebilir: Öykü kahramanı akıl, mantık ve pozitif bilimin gereklerine uygun davrandığında (Maelströme Düşüş, Kuyu ve Sarkaç) olağandışı güçler karşısında başarılı olup düzlüğe çıkar. Buna karşılık, akıl dışı güçlerin, davranışların hâkim olduğu durumlarda ise (Usher’ların Çöküşü, Karakedi, Boşboğaz Yürek, Berenike, Ligeia…) öykü kahramanı sonsuz azaplar içinde delirir, ölür.
1840 yılında Poe, öykülerini “Arabesk ve Grotesk Öyküler – Tales of Arabesque and Grotesque” başlığı altında topladı. Arabesk ve grotesk sıfatları, öyküleri nitelemekte belirsizlikler taşımakla birlikte, arabesk olarak sınıflanan Berenike, Usher’ların Çöküşü, Ligeia… gibi öykülerin genel olarak -gündelik anlamıyla- şiirsel, grotesk olanlarınsa satirik(hiciv) olduğu söylenebilir. Arabesk öykülerde kahramanlar, Poe’nun hayal gücünün ürünü olan, saçının gözünün rengini pek bilmediğimiz, bu dünyaya ait olan fiziki bir varlıktan çok başka bir dünyaya yakın duran, zaman ve mekânla ilişkilendiremediğimiz, bedenlerini bırakıp gidip gelen varlıklardır. Oysa grotesk öykülerindeki kahramanlar, hicvettiği, karikatürize ettiği, bir kısmı onunla aynı zamanlarda yaşamış gerçek kişiler ya da gerçek kişilere göndermedir. Bu öykülerde, yazar arabesk olarak sınıfladığı öykülerden farklı olarak, bilinen yerlerdeki bilinen olayları, gelişmeleri hicveder. Bunlar arasında, altına hücum dalgasıyla alay ettiği “Von Kempelen ve Buluşu”, hiyeroglifin çözülmesiyle Mısır’a duyulan çılgınca ilgiyle dalga geçtiği “Bir Mumya ile Küçük Bir Tartışma” sayılabilir. Bu öykülerde Poe’nun gazeteci yanının bir yansıması da görülebilir.
Edgar Allan Poe, eserinde akıl, zekâ, bilgi ve yeteneği sıra dışı bir zihinsel faaliyet ve olağanüstü bir duyarlılıkla birleştirmeyi başarmış bir şair ve yazar olarak güncel kalmayı, hâlâ ilgi çekmeyi sürdürüyor.
Ahmet Murat Gümrükçüoğlu
Edgar Allan Poe Öykülerinin Dehşeti
İnsanlığın Ay’a ayak basmadığı, evrenin pek çok yönünün sırlarla dolu olduğu 1800’lerin başında, sadece kırk yıl yaşamış olan Edgar Allan Poe’yu, 21. yüzyılda, onun iki yüzüncü yaşında okumak, çok daha ilginç, şaşırtıcı ve ayrı bir keyif.
Korkutan, ürküten, geren, bunaltan, sorgulatan, alay eden bu öykülerin sevimli ve sahici yönü, temel ve tek malzemelerinin insan oluşu olabilir. Bununla birlikte, Poe’nun matematikten astronomiye, tıptan psikolojiye, tarihten felsefeye, mitoloji ve edebiyata ilişkin çağını aşan, olağanüstü entelektüel birikimi ve güçlü önsezileri, tüm yazdıklarına nakış gibi işlenmiştir. Yine de tüm yazılanların tutunduğu ve tutturulduğu tek bağ, insandır. İnsanın ne denli zengin bir malzeme olduğunu keşfetmiş ve onu çok yönlü kullanmıştır.
Poe’nun insanı(karakterleri), toplumdan ve toplumsal değişimlerden uzaktır, her dönemde insana ilişkin zayıflıklarla yaşar. Bu da Poe’nun değişmez şekilde okuyucuya yakınlığını ve yazdıklarının her dem taze kalarak, zamana direnmesini sağlamlaştırır. Estetik kaygısı üst bir seviyededir. Bunun yanında sundukları, olağan gerçekliğin çok çok ötesindeki zorlu durumlardır. Bunların inandırıcılığını ise samimiyetiyle, bir mesaj vermek telaşından uzak durmasıyla sağlamıştır.
Savaşlar, düşünsel ve ekonomik değişimler, öğretme kaygısı duyulmadan, içlerinden süzdürdüğü bilgi, fevkâlade bir sezginin çeşitliliğinde öylece sunulur. Bunun devamında yazılanlar, tüm medeniyeti içine alır ve onu olduğu şekilde sade bir dekor olarak kullanır, çatıştırmaz. Toplumsal yapı ve felsefi görüşleri kafa kafaya vurdurmadan, sadece dikkat edildiğinde sezilen, naif bir hiciv konusu yapmış olması da onun dehasının bir başka yönüdür. Öykülerin oyuncularının yaşam standardı, belli bir seviyede tutulmuş, toplumdaki yerleri sadece ismen belirtilmiştir. Bu haliyle sunulan, hayat kavgası değil, bireyin benlik ve tekil varlığının durumlarıdır.
Karakterler toplumdan, toplumsal değişimlerden uzaktır. Karakterler başlarına gelen felaketlerde ve olağanüstü durumlarda insanoğlunun değişmez kaderi olan yalnızlığını, gösterişsiz şekilde sergiler. Tanrıya sığınmadıkları gibi bir mabede de kapanmazlar. Çalan kilise çanları çoğu kez tek amaçlı zamana ekilen hatıra taşlarıdır.
Şüphesiz, bir yazarı kendi dilinden okumak tam bir ayrıcalıktır. Başka dilde yazılmış bir eserin yazarı ancak iyi bir çeviri ile anlaşılır. Kanımca, çevirinin, iki dil yanında, iki kültür arasında bağı kurarken, asıl hedefi okuru yazarına ulaştırmak olmalıdır. Hasan Fehmi Nemli’nin Dost Yayınevi tarafından yayımlanan Edgar Allan Poe, “Bütün Öyküleri”, okuyucuyu Poe’ya yaklaştıran yetkin bir çeviridir.
Bu çevirinin birinci cildinin, ilk bölümü “Dehşet Öyküleri” başlığıyla, Poe’nun en çok tanınan, “Kuyu ve Sarkaç”, “Kızıl Ölümün Maskesi”, “Maelström’e Düşüş”, “Oval Portre”, “Ligeia” gibi on sekiz öyküsünden oluşmuştur. Başlıkta haklı olarak işaret edildiği şekilde bunların her biri gerçekten ayrı bir dehşeti anlatır.
Öyküler ve onların korku ve gerilim yükü, her ayrıntısı düşünülmüş ve bir film görselliğiyle sunulan atmosferde geçer. Bu yolla, okuyucuyla karakterin soluduğu hava aynıdır. Çoğu görkemli şatoların içerisinde, halılarla kaplı odalardaki olayları, kat kat, gösterişli perdelerle örtülü camlardan ancak sızabilen bir kızıl ışık aydınlatır. Öykülerde geçen cinayetlerin, korkunç itirafların, ölüp dirilen insanların durumları, karakterin dünyasında bir sanrının, alkolün, esrarın buğusunda verilir. Bunların perdelenmeden aktarılmasının etkileri sarsıcıdır.
Talihsizlikler, intikam arzusu ısrarcı ve sabırsızdır. Okuyucu sunulanın gerçekliğini henüz sınarken bu olağandışı durumun tekrarları önüne dizilir. Serüven dolu bir akış içerisinde saklanan gaye, sade ama bir çırpıda sunulur.
Poe’nun üzerinde en çok tartışılan ve beğenilen başyapıtı olan “Ligeıa” da ölüp dirilen kadınlar, bir aşkın yumuşak atmosferinde sunulurken, insanın derinlerde olan iradesinin ölümsüzlüğü gösterilir. Oysa hemen tüm öykülerde zayıf bedenli, entelektüel donanımlı kadınlar genceciktirler ve çok yaşamazlar.
Kuyuda, üzerinize inecek ve sizi dağıtacak sarkacın bu ânını beklerken, bitmişsinizdir. Bunalır, ne olacaksa artık olup bitsin dersiniz, feci bir ölümü kabullenmişsinizdir. Sizi kuyudan kurtarıp, sarkacın önüne atan, tesadüflerle beslenen talihinizden kimsenin(!) ümidi yokken açılan kapıdan yaşam içeri girer.
İnsanın doyurulmaz bencilliği ve buna hizmet eden uyanıklığı, sonsuz değildir. Etrafı kasıp kavuran veba salgını karşısındaki onca kurnazlık ve bencillik, kızıl ölüme ancak ve sadece maske taktırır. Bir anlamda mutluluk ve şans; ölüm ve yalnızlıkla hep dizginlenmiştir.
Kişi kendi vicdanında, bilinçle yıkanana dek, kendini yadsıyabilir. Bu yaygın ruh hali ve kaçış elbet bir gün kendine varır. William Wilson’un şık, kürklü pelerininin, benzersiz ve tek olarak sadece ona ait olduğu gibi… Oysa vicdan, bir hayalet gibi onu soluksuz bırakana dek ardı sıra takip eder.
Ve insan, boşboğazdır. Kendi kendinin kurdu olup, itiraf eder. Nihayetinde saklı olan, ayan beyan ortaya serilir. Tabii ki, tüm bunlar bir öfke ânında oluverir. Tüm bunları yaşayanın deli olmadığının kanıtları bir yerlere çeşitlilik içerisinde sunulurken, seçim tamamen okuyucuya bırakılmıştır.
Ölümün, yıkımın, cinayetin, korkunun kol gezdiği bu öyküler sarsıcıdır.
Ancak tüm sarsıntılara rağmen okuyucu gerçekle, sunulan arasında sıkışmaz, her şey öylece oluvermiştir. Geride tek bir etki vardır; bunlar, birbirine karıştırılmayacak kadar çeşitli ve birbirinden ayrık insanlık halleridir.
06.12.2009 Berna ÖZPINAR
“Özdeksel şeylere tutkun, açgözlü bir dünyanın ortasında Poe kurtuluşu düşlerde buldu.. O kendi varlığıyla başlı başına bir protestoydu ve protestosunu kendine özgü yollarla ilan etti.”
Charles Baudelaire
Edgar Allan Poe’nun Öykücülüğüne Bir Yolculuk
Edgar Allan POE’nun öyküleri, Dost Yayınevi tarafından bir araya getirilerek üç cilt halinde basılmış. Yıllar sonra, özellikle Hasan Fehmi NEMLİ’nin titiz ve ayrıntılı çevirisinden Poe’nun öykülerini okumak çok keyifliydi. Poe her zaman tartışılmış ve hakkında pek çok şey söylenmiş bir yazar. Bu nedenle Poe’nun yazarlığı hakkında benim söyleyeceklerimin çok gereksiz bulunabileceğinin farkındayım. Yine de onun öykülerinin bende bıraktığı etkiyi bir şekilde anlatmak ihtiyacıyla bu yazıyı kaleme almış bulunuyorum.
Şimdi, bir gölün kenarında oturduğunuzu, etrafınızı çeviren dünyanın ve yüzünüzün durgun suya yansıyan aksini seyrettiğinizi düşünün. Bir süre sonra içinizde, sudaki kıpırtısız dünyayı dağıtmak, sarsmak, değiştirmek için karşı koyamadığınız bir istek belirmez mi? Doğal olarak suya dokunur ya da göle atmak için bir taş aramaya başlarsınız.
İşte Poe’nun öyküleriyle yaptığı budur. Onun öyküleri göle atılan bir taş gibidir ya da suyu karıştıran becerikli bir el… Önce hayretle, yüzünüzün alışkın olduğunuz çizgilerinin bozulmasına, dağılmasına şahit olursunuz. İyice bakmaya cesaretiniz varsa, size benzeyen ama çoğu zaman görmezden geldiğiniz, hatta ürktüğünüz yine de içinizde bir yerlerde olduğunu hep bildiğiniz kendinizle yüzleşirsiniz bulanık suda. Ardınızdaki dünya da belirsizleşmiş, yıkılmıştır. Tekinsiz, karanlık, kuralsız ve vahşi, başka bir dünyanın kapıları aralanır. Oraya hükmeden Tanrı, olsa olsa Dionysos’tur. Takıntılara, tutkulara, kayıp ruhlara, delice isteklere, öc almalara, kana ve sonsuz aşklara kaldırır kadehini.
İlginçtir ama içinizdeki ürperti sizi o kapılardan girmeye zorlar. Kasvetli bir şatoda bulursunuz kendinizi. Geniş merdivenlerin basamaklarında durmuş, duvardaki tablolardan birini seyre dalmışsınızdır. Tablodaki bakışları sisli kadın, sanki resimden çıkacak ve yanınızdan bir tüy hafifliğiyle geçerek gözden kaybolacaktır. Bir ânlığına başınızı başka yöne çevirmeniz bunun için yeterlidir. Kapalı kapıların ardındaki odalardan birinde, evin sahibi hastalıklı bir özlemle o kadının gelmesini ve acılarından kurtulmayı beklemektedir. Bilirsiniz; insanın önce en yakınındakini öldürdüğünü, sonra da onu yeniden, yokluğundan var etmeye çalıştığını. Kendini ancak böyle aynalara çizebildiğini… Anlarsınız, çünkü sizin de başınıza gelmiştir böyle şeyler.
Siz, odaları salonlara, salonları merdivenlere, merdivenleri gizli bölmelere, kilerlere, şarap mahzenlerine bağlayan koridorlarda yürürken, bahçedeki ağaçların pencerelerden yansıyan tuhaf gölgeleri peşinizdedir. Yoksa bir kara kedi midir takip eden sizi? Sürekli sırtınızda hissettiğiniz, onun parlak, rahatsız edici gözleri midir? Bilmenin imkânı yoktur! Çünkü burada her şey sadece sezdirir kendini. Yanından geçtiğiniz duvarların tatlı çağrısına da aldanmayın. Dokunduğunuz anda sizi kendine katacak; etten, kemikten, kandan beslenen harcını sizinle ısıtacaktır.
Şansınız varsa, adımlarınız mahzenlere değil geniş odalara ulaştırır sizi. Kalın kadife perdeleri çekilmiş, büyük mobilyaların ağır ağır nefes aldığı odalara… Yürüyemeyecek kadar yorgunsunuzdur artık; tozlu, büyük yatağa bırakırsınız bedeninizi. Karşısınızdaki tabloda, fırtınaya tutulmuş bir geminin çaresizliği vardır. Patlayan dalgaların sesini duyar gibi olursunuz uyumadan önce. Uyku, yoğunlaşıp ağırlaşan karanlığın üstünüze kapanmasıdır sanki. Bir kadının, tanıdığınız ama kim olduğunu çıkaramadığınız bir kadının, soğuk, incecik, mermer beyazlığında elleri karanlığı yırtıp size doğru uzanır. Siz dudaklarınız kupkuru, nefes alamadan beklersiniz. Dışarıda onun ayak sesleri, gittikçe yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır…
Az önce izlediğiniz tablodaki gemide gözlerinizi açtığınızda, dalgaların dehşeti, karanlığınkini unutturur. Gemiyle beraber dünyanın dibine doğru çekildiğinizi yavaş yavaş kavrarsınız. Durumunuzu kabullendiğinizde şaşırarak fark edersiniz ki orada göreceklerinizin merakı korkunuzun önüne geçmiştir. Sanki okyanusu böyle köpürten, rüzgârı çıldırtan, gemileri savuran da sizin bu merakınızdır. Eğer vazgeçerseniz merak etmekten, her şey birdenbire duracak, ölüm birdenbire gelecektir. O yüzden gözlerinizi kapatamaz, her şeyi görmeye çalışırsınız. Asıl korktuğunuz, dehşet verici şeyler görmek değil, görülecek hiçbir şeyin olmamasıdır artık.* O gemide, her şeyin başlangıcına varıncaya kadar döner durursunuz. Zaman, ölümün size yetişemeyeceğini düşündürecek kadar uzar.
Ama dünyanın dibi siyah bir odadır. Kan rengi camlardan al bir ışık sızmaktadır. Ayak bastığınız kuzguni halı üzerinde, kan renkli camlardan süzülen yalazlar dans etmektedir.** Odadaki abanoz saatin vuruşları etrafı çınlatmakta, bütün sesler onun karşısında susmakta, erimektedir. Kaçmak, odadan çıkmak istersiniz ama saatin vuruşları sizi olduğunuz yere mıhlamış, tüm gücünüzü almıştır. Hiç olmadığınız kadar bitkinsinizdir; göz kapaklarınız gittikçe ağırlaşır. Sonunda saatin vuruşları kalbinizin ritmi gibi uzaklaşır, duyulmaz olur.
Göle attığınız taş çoktan dibe çöktü, sular duruldu. Her şey yerli yerinde… Ama neden titriyorsunuz? Haklısınız, hava serinledi sanki. Zavallı kedinin sizi izlediğini de nereden çıkardınız? Anlıyorum, son zamanlarda içkiyi fazla kaçırıyorsunuz. Evet evet, gitmeli ve iyi bir uyku çekmelisiniz. Düşünmemelisiniz böyle şeyleri…
Senem DERE
Bir Poe Hikayesi: Berenice
Özgün ismi Berenice – A Tale
Ülke ABD
Özgün dili İngilizce
Türü Korku
Anadilinde basım tarihi Mart 1835
İlk yayın ortamı Southern Literary Messenger
Istırap çeşit çeşittir. Yeryüzünün lanetleri biçim biçim. Gökkuşağı gibi engin ufka uzanmak, renkleri o kemerinki kadar çeşitli -uzaktır da, onun kadar iç içe değil. Engin ufka gökkuşağı misali uzanmak! Bu güzellikten nasıl oldu da böylesi bir sevimsizlik çıkarabildim? Barış akdinden kederin bir benzerini? Etik der ki, kötü iyinin bir sonucudur, bu yüzden de neşeden üzüntü doğar. Hem geçmişteki mutluluk şimdinin kederidir, hem de ıstıraplar olmuş olabilecek coşkulara dayanır.
Vaftiz adım Egaeus; aileminkinden ise söz etmeyeceğim. Yine de çevrede miras aldığım kasvetli, karanlık malikanelerimden daha saygın bir yapı yoktur. Soyumuza hayalperestler ırkı denmiştir; ki birçok dikkati çeken ayrıntıda -aile köşkünün karakterinde -baş salonun fresklerinde -yatak odalarının duvarlarındaki örtülerde -silah deposundaki bazı payandaların oymalarında -kütüphanenin tarzında -ve son olarak da, kütüphane içeriğinin o kendine özgü havasında, bu inancı pekiştirecek yeterinden fazla delil vardır.
Çocukluk yıllarımdaki anılarım hep kütüphane ve içindeki kitaplarla ilgili -ki onlardan daha fazla bahsetmeyeceğim. Burada annem öldü. Burada ben doğdum. Ama daha önce yaşamadığımı söylemek gereksiz olur -çünkü ruh ezelidir. İnkar mı ediyorsunuz? -bunu tartışmayalım. Ben çoktan ikna olduğumdan, ikna etmeyi umursamıyorum. Yine de, -ruhani ve anlamlı gözlerin -seslerin, ahenkli ve hüzünlü -ki göz ardı edilemez semavi biçimlerini hatırlıyorum; bulanık, değişken, muğlak, titrek; aklımın ışığı varoldukça kurtulamayacağım cinsten gölge gibi bir anı.
O odada ben doğdum.
Yokluk gibi görünse de öyle olmayan uzun bir geceden -bir keresinde periler ülkesinin tam göbeğine -düş sarayına -bilgelik ve erdemin vahşi egemenliğinde -uyandığımda şaşkın ve ateşli gözlerle çevreye bakınmam tuhaf değildi; ama çocukluğumu kitapların arasında aylak aylak harcayıp gençliğimi üzüntü içinde çarçur ettikten sonra, seneler geçip de erkekliğin gün dönümü beni hala babamın malikanesinde buluverdiğinde -hayatımın baharına çöken durgunluk -en temel düşüncemin bile tamamen tersine dönmesi ise -tuhaftır. Yeryüzünün gerçekleri beni sadece ama sadece görüntüler olarak etkilerken, düşler ülkesinin ipe sapa gelmez fikirleri sırasıyla belirdiklerinde -gündelik varlığımın malzemesine değil ama o varlığın tastamam kendisine dönüşüyordu.
Berenice ve ben kuzendik ve birlikte ailemin malikanesinde büyümüştük. Farklı yetiştirildiğimizden -ben hastalıktan ölmek üzere ve kedere boğulmuş -o çevik, zarif ve enerji dolu; onunki tepelerdeki gezintiler -benimki revaklı avluda çalışmalar -ben en yoğun ve acılı düşüncelere bağımlı bedenim ve ruhumla kendi kendime yaşardım -o, yoluna çıkacak herhangi bir gölgeyi ya da kapkara saatlerin sessiz ilerleyişlerini aklına getirmeksizin hayata karışırdı. Berenice! -Adını çağırıyorum -Berenice! -ve belleğimin karanlık yıkıntılarından binlerce fırtınalı anı sesime uyanıyor! Ah! Önümdeki görüntüsü ne kadar da canlı, gamsızlığının ve neşesinin ilk zamanlarındaki gibi! Görkemli, akıl almaz güzellik! Oh! Arnheim çalılarının ortasındaki hava perisi! – Pınarlarındaki su perisi! -ve sonrası – sonrası ki sır ve dehşet ve anlatılmaması gereken bir hikaye. Hastalık -ölümcül bir hastalık – çehresinin üzerine samyeli gibi indi, gözümün önünde değişimin ruhu üzerine dolandı, aklına, alışkanlıklarına ve karakterine işleyerek, en sinsi ve korkunç olanı da, kimliğini altüst ederek! Çok yazık! Muhrip geldi ve gitti, Berenice’in yerinde duran kurbanıysa –artık onun kim olduğunu bilmiyordum -yada onu Berenice olarak bilmiyordum.
Kuzenimin fiziksel ve ahlaki oluşunda korkunç etkiler yapan o ölümcül ve temel hastalığın getirdiği hastalıklar arasındaki en inatçı ve tehlikeli huylu olanı belki de kendisini sık sık bir transla -mutlak çözülmeye çok benzeyen ve bitimi çoğu zaman ürkütücü anilikte olan bir trans- noktalayan o epilepsi türüydü. Bu arada benim hastalığım –ki onu başka bir şekilde anmamam söylenmişti -benim hastalığım her an şiddetlenerek hızla ilerledi ve -üzerimde en anlaşılmadık hükümranlığını kurarak -bir roman kahramanının monomanik(2) kişiliğine ve alışılmadık bir yapıya dönüştürdü. Bu monomani, ille de ona isim vermem gerekiyorsa, aklın metafizik bilimde dikkatle izleyen diye adlandırılan özelliklerinin hastalıklı bir şekilde rahatsızlanmasından meydana geliyordu. Büyük ihtimalle anlaşılmıyorum; ama korkarım benim durumumda düşünce güçlerinin (teknik konuşmuyorum) kendilerini meşgul ettiği ve gömdükleri, yeryüzünün en basit nesnesine bile duyduğum ilginin beyinsel yoğunluğunu sıradan okurun anlayacağı bir biçime yeterince taşıyabilmem çok da mümkün değil.
Dikkatim sayfa kenarındaki yada bir kitabın kapağındaki saçma bir desene odaklanmışken bitmek bilmeyen saatler boyunca düşünmek; güzel bir yaz gününde duvardaki kilimin yada kapının üzerine eğri düşmüş yabanıl bir gölgenin içine hapis olmak; kıpırtısız bir lambanın alevini yada bir ateşin korunu izlerken bütün bir gece kendimi kaybetmek; günlerimi bir çiçeğin kokusu üzerine hayaller kurarak geçirmek; bilindik bir kelimeyi, ta ki ses hiçbir şey ifade etmeyene kadar aynı vurguyla tekrar etmek; uzun ve kalıcı şekilde korunan mutlak hareketsizliğim sayesinde, hareket yada fiziksel varlıkla ilgili tüm duyularımı kaybetmek; -bunlar, zihinsel duyularımın sebep olduğu temel ve en zararsız davranışlardan bazıları, benzersiz olmasalar da açıkça anlatabilme yada analiz benzeri herhangi bir şeye meydan okuyorlardı.
Yine de yanlış anlaşılmayayım. Nesnelerin saçma özelliklerinden doğan bu ciddi, aşırı ve hastalıklı dikkat, insanlarda, özellikle keskin halay gücüne sahip olanlarda, genellikle görünen o derin düşüncelere dalma eğilimi ile karıştırılmamalıdır. İlk bakışta öyle sanılsa bile, bu gibi bir durumun çok uç noktası yada abartılmış bir biçimi değildi, esasen bundan farklı ve ayrıydı. Birinde önemsiz olmayan bir nesneyle ilgilenen hayalperest, çıkardığı sonuçların ve fikirlerin etkisiyle ayırtına varmaksızın nesnenin algısını da yitirmeye başlar, ta ki zevk dolu bir gündüz düşünün sonunda, tahrik nesnesinin yada ilk sebebinin tamamen unutulup ortadan kaybolduğunu fark edene kadar. Benim durumunda ise, her ne kadar bana izafi ve gerçek dışı değeri varmış gibi görünse de, ilk nesne her zaman önemsizdi. Eğer yapabildiysem, çıkarabildiğim az bir sonuç da en nihayetinde zuhur buldukları objeye geri dönüyordu. Bu dalıp gitmelerin hiçbirisi keyif vermiyordu; ve düşten uyandığımda, ilk sebep silinip gitmek şöyle dursun, hastalığın en önemli özelliği olarak olağanüstü abartılı bir şekilde dikkat çekiyordu. Tek kelimeyle zihnin beni etkisi altına alan güçleri, dedim ya, dikkatli, hayalperestlerinki ise, spekülatif idi.
Bu dönemdeki kitaplarım, eğer hastalığımı daha da kötüleştirmişlerse, görülecektir ki, düşsel ve akıl dışı yapıları ile, onun belirtileri arasına girmişlerdir. Aralarında, soylu İtalyan Coelius Secundus Curio’nun incelemesi “de Amplitudine Beati Regni Dei(3)”yi; St. Austin’in harika “Tanrının şehri”ni; Tertullian’ın, haftalarca zahmetli ve verimsiz çalışmamı gerektirmiş “Mortuus est Dei filius; credible est quia ineptum est: et sepultus resurrexit; certum est quia impossibile est(4)” paradoksunu barındıran “de Carne Christi”sini hatırlarım.
Öyle görünüyor ki, sadece önemi olmayan şeylerle dengesini kaybeden aklım, Ptolemy Hephestion’un bahsettiği, insan vahşetinin saldırılarına, denizin ve rüzgarın engin öfkesine istikrarlı bir şekilde karşı koyan ve sadece Asphodel adında bir çiçeğin dokunuşu ile ürperen okyanus kayalıklarına benziyordu. Dikkatsiz olan herhangi bir okuyucu sanabilir ki, ümitsiz hastalığının, Berenice’in karakterinde meydana getirdiği değişiklik, benim şu anlatmakta zorlandığım anormal düşüncelere dalma hastalığım için sürüyle nesne sağlayacaktır, ki durum kesinlikle bu değildi. Hastalığımın şuurlu olduğum zamanlarında onun felaketi bana aslında acı verdi, nazik ve ferah hayatının büyük afetini içimde hissettiğimden, böylesi alışılmadık bir değişimin bu kadar kısa sürede yarattığı olağanüstü şeyler üzerinde sık ve derin düşüncelere girişmedim. Bu düşünceler, hastalığımın mizacı sebebiyle ortaya çıkmıyordu, o şartlarda, insanların büyük çoğunluğunda belirebilecek cinstendi. Hastalığım kendi karakterine sadık kalarak, Berenice’in dış görünüşünde olan önemsizce ama daha ürpertici değişikliklerden zevk alıyordu –kişisel kimliğinin tuhaf ve en tüyler ürperten şekilde bozulmasından.
Şüphe yok ki benzersiz güzelliğinin en parlak günlerinde onu sevmedim. Varoluşumun tuhaf sapması içinde, ona karşı hislerim içten olmadı, tutkularım ise hep mantığıma aitti. Sabahın alacakaranlığında -öğlen güneşinin altında ormandaki gölgelerin hapsinde -ve geceleyin kütüphanemin sessizliğinde, gözümün önünden hızla geçerken onu görürdüm -yaşayan ve nefes alan Berenice gibi değil, daha çok bir düşün Berenice’i gibi -bu dünyaya ait, dünyevi bir varlık olarak değil de, böyle bir varlığın soyut hali olarak -hayranlık duyulacak değil, incelenecek bir şey gibi, aşık olunacak bir nesne değil, gelişigüzel bir söylentinin kavranılması en zor fikri gibi.
Ve şimdi, şimdi varlığından irkiliyorken, o yaklaştıkça solgunlaşırken; düşkün ve perişan hali için hala ağlamaklıyken, beni uzun zaman sevmiş olduğunu hatırladım ve kahrolası bir anda ona evlilikten bahsettim.
En nihayetinde düğünümüz yaklaşırken, kışın bir öğleden sonra, -güzel Halycon’un dadısı(5) olan o mevsimsiz ılık ve sisli günlerden birinde -kütüphanemin iç odasında yalnız olduğumu sanarak oturuyordum. Gözlerimi kaldırdığımda ama, Berenice’in karşımda durduğunu gördüm.
Bu benim hayalim -yada sisli havanın etkisi yüzünden -odanın belli belirsiz alaca karanlığı – yada onun görüntüsü üzerine düşen loş perde yüzünden miydi ki sureti bu kadar kararsız ve bulanıktı? Bunu bilmiyorum. Tek kelime etmedi, bense dünyayı verseler konuşamazdım. Üstümden buz gibi bir ürperti geçti; katlanılmaz bir kaygı çöktü; yakıcı bir merak ruhuma işledi; ve sandalyede arkama yaslanmış dururken, gözlerim ona dikili, bir zaman nefessiz ve hareketsiz kaldım. Yazık! İnanılmaz derecede zayıflamıştı ve vücudunun hiçbir çizgisinde, eski varlığına ait en ufak bir işaret yoktu. Bakışlarım sonunda yüzüne vardı.
Garip bir uysallığı olan, çok solgun ve geniş alnını eskiden simsiyah olan saçı örtmüştü; şimdi ise parlak sarıydı ve çukur şakaklarını gölgeleyen tuhaf yapılı sayısız lüleler yüzünde hüküm süren kasvetle uyumsuzluk yaratıyordu. Gözleri cansız ve mat, gözbebeği ise yok gibiydi ve ben onların donuk bakışlarından istemeyerek gözümü kaçırıp ince ve kurumuş dudaklarını seyretmeye başladım. Aralandılar ve değişmiş Berenice’in dişleri, özel bir anlamı olan bir gülüşle yavaşça kendini gösterdi. Allah için, onları keşke hiç görmemiş olsaydım, yada görür görmez ölseydim!
***
Kapının çarpması beni kendime getirdi ve bakındığımda, kuzenimin odadan çıkmış olduğunu gördüm. Ama yazık ki beynimin karman çorman odasından çıkmamıştı, beyaz, beti benzi atmış dişin hayaletini defedemiyordum. Sadece gülüşü, üstlerindeki en ufak noktayı -minelerindeki tek bir gölgeyi -kenarlarında en ufak tırtığı belleğime dağlamaya yetmişti. Şimdi onları o zamankinden çok daha kesin bir biçimde görebiliyordum. İlk büyümeye başladıkları andan beri ağrıdan kıvranan dudaklarla beraber, önümde, burada, orada, ve her yerde açık ve aşikar duran, uzun, dar, ve inanılmaz beyaz – dişler! Dişler! Sonra, monomanimin büyük gazabı geldi, onun garip ve karşı konulmaz etkisiyle boşuna mücadele ettim. Dış dünya nesnelerinin bolluğuna rağmen, dişlerden başka düşüncem yoktu. Onları delice arzuluyordum. Tek bir düşleri bile tüm diğer nesneleri ve olayları kaplıyordu. Zihnimde onlar -sadece onlar vardı, ve yegâne kimlikleri ile düşüncelerimin özü oldular. Onları her ışığa tuttum. Her şekilde baktım. Huylarını inceledim. Tuhaflıkları üzerinde durdum. Uyumlarını düşündüm. Doğalarındaki değişime tefekkür ettim. Hayalimde onlara duyarlı ve sezgili bir güç ve hatta dudakların yardımı olmadan ifade yetisi verirken titriyordum. Mad’selle Salle hakkında ne hoş söylemişler, “que tous ses pas étaient des sentiments”(6), ve Berenice hakkında buna daha çok inandım – que toutes ses dents etaient des idées (7). Des idées!(8) -işte beni mahveden ahmak düşünce! Des idées! –bu yüzden onlara bu denli imrendim! Yalnızca onlara sahip olmak bana huzuru ve aklımı geri verir sanıyordum.
Böylece akşam oldu -karanlık çöktü, oyalandı ve gitti -ve gün yine doğdu -şimdi ise ikinci gecenin buğusu çevreyi dolduruyordu –kimsesiz odada hala kıpırtısız oturuyordum; hala düşüncelerime gömülüydüm ve hala dişlerin hayali en canlı ve iğrenç haliyle odanın değişen gölgeleri ve ışığı arasında gezinerek hüküm sürüyordu. Sonunda düşümde korku ve dehşet dolu bir çığlık koptu; ve bunun üstüne, sessizliği izleyen ıstırap dolu sesler, keder yada acının kısık iniltilerine karıştı.Yerimden kalkıp kütüphanenin kapılarından birini açtığımda, gözyaşları içinde antrede duran bir hizmetçi kadın, Berenice’in artık yaşamadığını söyledi. Sabahın erken bir vakti sara krizine yakalanmış, şimdi gecenin sonuna doğru ise, bütün defin hazırlıkları tamamlanmış ve mezar, sahibi için hazırlanmıştı.
***
Kendimi kütüphanede yine yalnız oturuyorken buldum. Karışık ve heyecanlı bir düşten yeni uyanmıştım sanki. Şimdi gece yarısı olduğunu biliyordum ve Berenice’in güneş battığından beri toprakta olduğunu. Ama aradaki kasvetli süre hakkında kesin –yada en azından belirli- bir fikrim yoktu. Yine de hatırası korkuyla doluydu –bulanıklığıyla daha da güçlenen korku, belirsizliğiyle daha da berbatlaşan dehşetle. Varlığıma belirsiz, iğrenç ve anlaşılmaz bir şekilde işlenmiş terör yüklü bir sayfaydı. Ara sıra ölmüş bir sesin ruhu gibi, tırmalayıcı ve insanın içine işleyen bir kadın çığlığı kulaklarımda yankılandığında, bunları çözmek için boşuna çabalıyordum. Bir şey yapmıştım -ama ne? Yüksek sele bu soruyu sordum, ve odanın yankısı geri fısıldadı, “Ama ne?”
Önümdeki masada bir lamba yanıyordu ve yanında da bir kutu vardı. Öyle dikkat çeken bir özelliği yoktu, aile hekimine ait olduğundan daha önce de sık sık görmüştüm; ama masama nasıl gelmişti ve ona bakarken neden titriyordum? Tüm bunların izahı yoktu ve sonunda gözlerim önümde açık duran kitabın altı çizili bir cümlesine düştü. Şair İbni Zeyyat’ın basit ama fevkalade kelimeleriydi, “Dicebant mihi sodales si sepulchrum amicae visitarem, curas meas aliquantulum fore levatas.(1)”. Onları okurken neden tüylerim diken diken oldu da kanım damarlarımda buz kesti?
Kütüphanenin kapısı hafifçe vuruldu, ve ceset kadar solgun hizmetkar ayakucunda yürüyerek içeri girdi. Bakışları korku içindeydi ve titrek, boğuk bir sesle konuştu. Ne dedi? -bölük pörçük birkaç cümle duydum. Gecenin sessizliğini yırtan yabanıl bir çığlıktan -ev ahalisinin toplanmasından -sesin nereden geldiğini aramalarından bahsetti; sonra sesi, açılmış bir mezardan -kefende, biçimi bozulmuş bir cesetten bahsederken nefes kesici bir şekilde farklılaştı, hala nefes alan, kalbi atan, hala yaşayan bir bedenden!
Giysilerimi işaret etti;- kana ve çamura bulanmışlardı. Konuşmadım, nazikçe elimi tuttu; -elim tırnak izleriyle doluydu. Duvardaki bir şeyi gösterdi; -birkaç dakika baktım; -bir kürekti. Bağırarak masaya atıldım, üzerindeki kutuyu kavradım. Açamıyordum; sarsıntılarım arasında elimden kaydı, külçe gibi yere düşüp parçalandı; içinden, bir takım diş aletleri ve birbirine karışmış otuz iki küçük, beyaz ve kemik rengi şey, tıkırdayarak odanın dört bir yanına saçıldı.
(1) Arkadaşlarım bana sevdiğimin kabrini ziyaret edersem acımın biraz olsun dineceğini söyledi.
(2) Monomani – tek şeye kafa takma şeklinde beliren akli dengesizlik
(3) Tanrının talihli krallığının büyüklüğü üstüne
(4) “Tanrının oğlu öldü; buna tamamen inanılır çünkü pek uygunsuz: ve gömüldükten sonra dirildi; bu pek aşikar, çünkü olanaksız.”
— Cümle genellikle – Hıristiyanlığın, İncil’de olduğu gibi mantık ya da rasyonellikle engellenmeyen bir doktrini olan fideism ile ilişkilendirilir. Bazı varoluşçuların da farklı yorumlarında kullanılmıştır.
(5) Jüpiter, kış süresince, iki kere birer haftalık sıcak hava getirir, insanlar bu mevsim ve hava değişikliğine, güzel Halcycon’un dadısı demişlerdir. -Simonides.
(6) “Onun her bir adımı duyguydu.”
(7) “Dişlerinin her biri düşünceydi.”
(8) Fikirler
* Öykünün Poe tarafından verilmiş ilk adı “The Teeth” – “Dişler” olup, sonradan yine kendisi tarafından değiştirilmiştir.
Çeviren : Aslı Akarsakarya
“Berenice“, Edgar Allan Poe’nun korku türünde yazdığı, ilk defa 1835’te Southern Literary Messenger’da yayınlanan kısa öyküdür. Kuzini Berenice ile evlenmeye hazırlanan Egaeus adında bir adam hakkındadır. Sevgilisi, belirsiz bir hastalık sebebiyle hızla kötüleşirken, Egaeus da genç kızın dişlerine saplantılı bir şekilde bağlanmaya başlar. Adam, kız öldükten sonra bile dişlerini düşünmeden duramaz. Bir gün, derin düşüncelere dalmış bir şekilde odasında oturmaktayken, bir hizmetçi gelir ve Egaeus’a Berenice’in mezarının açılmış olduğunu söyler. Bir anda kendine gelen adam elbiselerinin kanla kaplı olduğunu görür ve etrafında bakındığında dişçi aletleri ile içinde 32 beyaz dişin bulunduğu bir kutu görür.
Dönemin okuyucuları bu öyküdeki şiddet sebebiyle dehşete düştü ve öykünün yayınlandığı gazetenin editörüne pek çok şikayet mektubu gönderdi. Poe, daha sonra öykünün kendi sansürlediği bir versiyonunu yayınladı ancak yine de önemli olanın şikayetler değil, gazetenin kaç kopya sattığı olduğu fikrini savundu.
Konu özeti
Anlatıcı Egaeus, kuzini Berenice ile birlikte büyük ve kasvetli bir köşkte büyüyen hevesli bir gençtir. Belirli nesnelere karşı monomaniylesonuçlanan bir tür obsesif bozukluk yaşamaktadır. Çok güzel olan Berenice ise, sürekli kötüleşen ve tipik bir semptom olarak katalepsiye sebep olan belirsiz bir hastalığa yakalanmıştır. Buna rağmen iki gencin evlenmesi planlanmaktadır.
Bir gün Egaeus kütüphanede otururken kendisine gülümseyen Berenice’i görür ve kızın dişlerine odaklanır. Saplantı hastalığı nükseden genç, günler boyunca birçok bilinçsizlik dönemi geçirir ve sürekli kızın dişlerini düşünür. Kızın dişlerini elinde tuttuğunu ve evirip çevirerek her yönden incelediğini hayal eder. Bu bilinçsiz anlarından birinde, hizmetçilerden biri ona, Berenice’in öldüğünü ve gömüldüğü söyler. Yine kendinden geçercesine düşünceye dalan Egaeus, bir anda açıklanamaz bir dehşetle kendine gelir ve masasında bir lamba ile küçük bir kutu görür. Bu sırada başka bir hizmetçi içeri girer ve Berenice’in mezarının açılmış olduğunu, mezarda kefen sarılmış biçimsiz – ama hâlâ canlı olan – bir beden bulunduğunu anlatır. Egaeus bunun üzerine, giysilerinin kan ve çamura bulanmış olduğunu görür. Önündeki küçük kutuyu açar ve içinde bazı dişçi aletleri ile birlikte “otuz iki küçük, beyaz ve kemiğe benzeyen nesne” bulur.
Öykünün başındaki Latince epigraf şöyle çevrilebilir: “Bir arkadaşım, sevdiğimin mezarını ziyaret edersem, ızdırabımın hafifleyeceğini söyledi.” Aynı alıntı, öykünün son bölümünde Egaeus tarafından, açık bırakılmış bir kitapta görülür.
Analiz
Öykünün ana teması Egaeus’un kendine sorduğu şu soruda gizlidir: “Güzellikten bir tür sevimsizlik türetmeyi nasıl başardım?” Ayrıca bu öykü Poe’nun daha sonra defalarca kullanacağı bir özellik olan saplantı hastalığını çeken bir karakteri ilk anlatışıdır.Berenice‘de Poe, yıllardır Amerikan ve İngiliz okurların yakından takip ettikleri Gotik kurgu türünün temel popüler özelliklerini kullandı. Ancak Poe, korku unsurlarını daha gerçekçi görüntülerle dramatize ederek, Gotik hikâyeleri daha karmaşık hale getirdi. Bu öykü Poe’nun en vahşi öykülerinden biridir. Anlatıcı, bilinçaltında içinde karısının dişlerinin bulunduğunu biliyor olmasın rağmen, kutuya baktığında “Peki niye… ensemdeki tüyler diken diken oluyor ve damarlarımdaki kan çekiliyordu?” der. Yine de Poe, dişlerin çekildiği sahneyi öyküye eklememiştir. Ayrıca okuyucu, Egaeus’un bu korkunç eylemi gerçekleştirirken, eşinin hâlâ hayatta olduğunu fark edemeyecek bir durumda, bir tür trans halinde olduğunu bilir. Öyküde ayrıca 32 dişin tamamının çekilmiş olduğu vurgulanır.
Dişler, Poe’nun pek çok öyküsünde ölümlülüğü anlatan semboller olarak kullanılır. Bu sembolün benzer kullanımları, Metzengerstein‘daki atın “mezardan çıkmışa benzeyen iğrenç” dişleri,Bay Valdemar Vakasındaki Gerçekler‘de hipnotize olmuş adamın dudaklarının dişleri arasında sıkışıp kalması ve Aksak Kurbağa‘daki diş gıcırdatma sesleridir. Dişlerin Bereniceöyküsündeki önemi Freudyen açıdan da değerlendirilebilir. Buna göre dişlerin sökülmesi, muhtemelen mastürbasyonun cezası olarak iğdiş edilmeyi sembolize eder. Başka bir cinsel çağrışıma göre dişler, kadının vücuduna girişi engelleyen koruma unsurları olarak görülebilir. Psikoanalitik edebiyat eleştirileri yapan Princess Marie Bonaparte, bu öyküyü “vagina dentata (dişli vajina)” miti ile ilişkilendirir.
Egaeus ve Berenice simgesel karakterlerdir. Poe’nun ismi belirli olan nadir anlatıcılarından biri olan Egeaus, kütüphanede doğmuştur ve entelektüelliği simgeler. Sessiz ve yalnız bir adamdır. Saplantıları, düşünmeye ve çalışmaya olan ilgisini vurgular. “Yaşamda umursamazca gezinen”, “çevik, zarif ve eneji dolu” olan Berenice ise daha fiziksel bir karakterdir. Ancak öykü boyunca tek kelime etmeyen, bastırılmış bir kadındır. Poe öykülerindeki birçok kadın gibi, varlığının tek amacı güzel olmak ve ölmektir. Berenice hastalanınca Egaeus’un ona bir insan olarak ilgisi azalır. Kadın artık hayran olunacak değil incelenecek bir nesne haline gelir. Egaeus, Berenice’in alnından bahsederken, “onun alnı” demek yerine sadece “alın (the forehead)” diyelerek, kadının insani özelliklerini yok sayar.
Poe karakterlere bu isimleri vererek, Antik Yunan trajedilerinin etkisini yaratmak istemiş olabilir. “Zafer getiren” anlamına gelen Berenice adı, Callimachus’un bir şiirinde geçer. Şiirde Berenice, eğer kocası savaştan sağ dönerse, Afrodit’e kendi saçlarını vermeyi vadeder. Egaeus ismi ise, oğlu Theseus’un Minotor’u öldürmeye çalışırken öldüğünü sanıp intihar eden Atina Kralı Aegeus’tan geliyor olabilir.
Öykünün son cümlesi, birçok yan cümlenin bir dizi bağlaçla birbirine bağlanması ile özellikle uzatılmıştır. Cümlenin etkisi artırmak için, ağır aksanlı sesiz harfler ile uzun sesli harfler kullanılmıştır.
Yayınlanma geçmişi ve eleştirel tepkiler
Öykü ilk defa Mart 1935’te, nispeten nazik bir dergi olan Southern Literary Messenger‘da yayınlandı. Birçok okuyucunun öyküdeki şiddet karşısında rahatsız olmasının ve yayıncı Thomas W. White’a şikayette bulunmasının ardından 1840’ta öykünün yeniden düzenlenmiş bir versiyonu yayınlandı. Bu versiyonda öyküden çıkarılan dört paragrafta, Egaeus’un Berenice’i tam cenaze töreninden önce görmeye gittiği ve parmağını oynatıp gülümseyen genç kızın halen hayatta olduğunu aslında fark etmiş olduğu anlatılıyordu.
Poe şikayetleri haksız buldu. Berenice’in yayınlanmasında bir ay sonra White’a yazdığı bir mektupta pek çok derginin bu tür öyküler yayınlayarak ün kazandığını anlattı. Kötü şekilde olsa bile tek amacının değer verilmek olduğunu, “değer verilmek için de okunmak gerektiğini” yazdı. Hatta şöyle bir itirafta bulundu: “Biliyorum ki öykü oldukça tatsız – ama bir daha bu kadar berbat bir günah işlemeyeceğim.” Yine de mektubunun sonunda Poe, öykü hakkındaki son yargının, okuyucu kitlesinin tepkisine göre değil, derginin dağıtım sayısına bakılarak verilmesi gerektiğini belirtti.
Edgar Allan Poe’den Sözler
“Şiir benim içimde bir amaç değil, tutkudur.”
“En büyük çınar bir tohumda, en büyük kuş bir yumurtada gizliydi.”
“Bir düşün içinde bir düş mü bütün gördüğümüz ve göründüğümüz?”
“Bu kitabı, düşlerin tek gerçeklik olduğuna inananlara adıyorum!”
“tüm kompozisyon içinde, gerek doğrudan, gerek dolaylı biçimde, daha önceden tasarlanmış tek bir sözcük bile bulunmamalıdır.”
“artık uyu morella. gözkapaklarının ardında bambaşka yerlere gideceksin.”
“…bu dünyadan başka dünyalar da var şüphesiz –çoğunluğun düşüncelerinden başka düşünceler- sofistin spekülasyonlarından başka spekülasyonlar. senin davranışlarını kim sorgulayacak peki? kim vizyonlar içinde geçen saatlerinden dolayı suçlayacak seni, ya da aslında senin sonsuz enerjinin taşkınları olan o uğraşları kim yaşamın harcanması olarak kötüleyecek?”
“şiir, ruhu olgunlaştırmaya hizmet etmelidir.” (1849 yılında ricmond’da düzenlenen “principe de la poesie” başlıklı konferansından)
“bana sevmek yaramıyordu ben sevilemiyordum”
‘“güzel bir kadının ölümünden daha şiirsel hiçbir şey yoktur.’”
.
Edgar Allan Poe Şiirlerinden
Kuzgun
Evvel zaman önce ürkünç bir gecede,
Eski kitaplardaki yitik hikmeti,
Düşünüyordum güçsüz ve bitkin.
Başım öne düşmüş, uyumak üzereyken,
Nazik vuruşlarla kapı çaldı birden.
“Bir misafir” dedim “çalıyor kapımı”
“Bir misafir, başkası değil.”
Açık seçik hatırımda, bir Aralık günüydü,
Yerde bir hayalet gibi şöminenin ışığı.
Çaresiz sabahı istedim, kitaplardan diledim
Istırabın bitişini – Lenore’u kaybetmenin ıstırabı.
Meleklerin Lenore dediği o bakire, nurlu ve eşsiz,
Artık ebediyyen isimsiz.
İpeksi mor perdelerin süzgün hışırtısıyla,
Garip bir dehşet kapladı, hiç yaşamadığım.
Yineleyip durdum yatıştırmak için kalbimi,
“Odamın kapısında bekleyen kişi bir misafir,
Odamın kapısındaki gecikmiş bir misafir,
Başkası değil.”
Canlandım birdenbire, daha fazla beklemeden,
“Bayım” dedim “ya da bayan, affınızı diliyorum.
Gerçek şu ki uyukluyordum, usulca kapıya vurdunuz,
Usulca geldiniz, kapıma dokundunuz.
Emin olamadım işittiğimden.”
Sonra ardına kadar açtım kapıyı,
Karanlıktı, sadece karanlık.
Merak ve endişeyle baktım karanlığa uzun uzun,
Hiçbir faninin cüret edemediği hayaller içinde.
Sessizlik bozulmadı, ne de bir işaret karanlıktan,
Orada tek kelime “Lenore” idi, fısıldadığım.
Ve karanlıktan yankılandı bir mırıltı: “Lenore,”
Sadece bu, başka bir şey değil.
Ruhum alevler içinde döndüm odama,
Ardından yine bir tıkırtı, daha da şiddetli.
“Eminim” dedim “bir şeyler var penceremde,
Gidip ne olduğuna bakayım, gizem çözülsün,
Kalbim sükun bulsun, bu gizem çözülsün.
“Rüzgardır, başka bir şey değil.”
Tam kepengi açacakken, kanat şakırtılarıyla
Heybetli bir kuzgun belirdi, kutsal günlerden kalma
Hiçbir şey söylemedi, ne bekledi ne durdu
Bir saygın kişi edasıyla, kapının üstüne tünedi,
Oda kapımın üzerinde, bir Pallas büstüne tünedi,
Tünedi ve oturdu, sadece bu
Cezbederek, takındığı ağır ve şiddetli tavırlarıyla
Üzgün ruhumu gülümsetti, çehresi bu siyah kuşun
“Sorgucun kırpılmış olsa da” dedim “Değilsin namert,
Karanlık kıyılardan gelen, korkunç ve gaddar kuzgun.
Söyle nedir, cehennemi gecenin kıyılarındaki saygın ismin”
Dedi kuzgun “Hiçbir zaman”
Şaştım bu hantal kuşun konuşmasına böyle açık,
Pek anlamlı, pek ilgili olmasa da söylediği;
Çünkü hiçbir şanslı insan yoktur, ki biliriz hepimiz
Oda kapısının üzerine tünemiş bir kuşla karşılaşsın
Kapının üstündeki büste tünemiş bir kuş ya da canavar,
Adı “Hiçbir zaman” olsun
Tek bir söz söyledi o dingin büstteki kuzgun
Taştı sanki bütün ruhu o tek kelimeden
Ne bir söz ekledi, ne bir tüyü kımıldadı
Acıyla mırıldandım: “Diğerleri uçup gittiler,
Sabah o da terk edecek beni, umutlarım gibi”
Dedi kuş “Hiçbir zaman”
İrkildim tam yerinde söylenen bu sözle,
“Şüphesiz” dedim “bu söz, tek sermayesi,
Üzgün bir sahipten miras, zalim belaların
Şarkıları tek bir nakarata düşünceye dek kovaladığı
Umutsuz ve hüzünlü bir ağıt gibi tekrarlanan
“Asla—hiçbir zaman”
Kuzgun beni hala cezbedip gülümsetirken,
Yöneldim koltuğa, kapının, büstün ve kuşun önündeki
Gömülürken koltuğuma, düşünüyordum
Eski zamanlardan kalma bu uğursuz kuşun
Bu gaddar, hantal, korkunç, ve kasvetli kuşun
Neydi kastettiği, derken “Hiçbir zaman”
Tahmin yürütmeye koyuldum, tek ses etmeden
Ateşli gözleriyle sinemi dağlayan kuşa
Devam ettim düşünmeye, uzatıp başımı
Lambanın aydınlattığı kadife yastığın üzerine
Lambanın gözlerini diktiği kadife ve mor yastık ki
Ah, “hiçbir zaman” yaslanamayacak o!
Sonra görünmez bir tütsünün kokusuyla ağırlaştı hava
Yüce meleklerin ayak sesleri çınladı tüylü zeminde.
“Ey Sefil” diye haykırdım “Bir ferahlık verdi sana Tanrın”
Lenore’un hatıralarından kurtulasın diye bir ilaç,
İç bu iksiri kana kana ve sil Lenore’u aklından
Dedi kuzgun “Hiçbir zaman”
“Kahin” dedim “şeytani birşey! –kahin yine de, kuş ya da iblis”
Kışkırtıcı mıydı yoksa bir fırtına mı seni bu sahile atan
Kimsesiz ama gözüpek – bu afsunlu çöl toprağında
Bu perili evde—bana gerçeği söyle, yalvarıyorum
Var mı – günahların ilacı? Söyle bana–söyle, yalvarıyorum
Dedi kuzgun “Hiçbir zaman”
“Kahin” dedim “şeytani birşey! –kahin yine de, kuş ya da iblis”
Üstümüzde kıvrılan gökler ve yücelttiğimiz Tanrı adına
Söyle bu hüzünlü ruh, uzaktaki cennette, sarılabilecek mi
Meleklerin Lenore adını verdiği kutsal bir bakireye
Meleklerin Lenore dediği o eşsiz, nurlu bakireye
Dedi kuzgun “Hiçbir zaman”
“Bu söz ayrılık imimiz olsun ey kuş, ya da iblis”
“Dön artık fırtınaya, ve cehennemi kıyılara,
Söylediğin yalana nişan tek tüy bırakma.
Yalnızlığıma dokunma, terket o büstü,
Çek gaganı kalbimden, çek suretini kapımdan”
Dedi kuzgun “Hiçbir zaman”
Uçmuyor kuzgun, oturuyor orada, hala orada
Oda kapımın üzerindeki o süzgün büstte
Rüya gören bir iblisin bakışı gözlerinde
Gölgesi akıyor zemine yüksekteki lambadan
Ve bu gölgeden, yerde uzanmış yatan,
Yükselecek mi ruhum? – “hiçbir zaman”
Annabel Lee
Seneler,seneler evveldi;
Bir deniz ülkesinde
Yaşayan bir kız vardı,bileceksiniz
İsmi Annabel Lee;
Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten
Sevmekden başka beni.
O çocuk ben çocuk,memleketimiz
O deniz ülkesiydi,
Sevdalı değil karasevdalıydık
Ben ve Annabel Lee;
Göklerde uçan melekler bile
Kıskanırdı bizi.
Bir gün işte bu yüzden göze geldi,
O deniz ülkesinde,
Üşüdü rüzgarından bir bulutun
Güzelim Annabel Lee;
Götürdüler el üstünde
Koyup gittiler beni,
Mezarı ordadır şimdi,
O deniz ülkesinde.
Biz daha bahtiyardık meleklerden
Onlar kıskandı bizi,_
Evet!_bu yüzden (şahidimdir herkes
Ve o deniz ülkesi)
Bir gece bulutun rüzgarından
Üşüdü gitti Annabel Lee.
Sevdadan yana ,kim olursa olsun,
Yaşça başca ileri
Geçemezlerdi bizi;
Ne yedi kat gökdeki melekler,
Ne deniz dibi cinleri,
Hiçbiri ayıramaz beni senden
Güzelim Annabel Lee.
Ay gelip ışır hayalin eşirir
Güzelim Annabel Lee;
Bu yıldızlar gözlerin gibi parlar
Güzelim Annabel Lee;
Orda gecelerim,uzanır beklerim
Sevgilim,sevgilim,hayatım,gelinim
O azgın sahildeki,
Yattığın yerde seni .
Çeviren : Melih Cevdet ANDAY
Liman Kırıntıları
Bahamalı martılar beni çağırdı
bir ikinci bahar gecesi.
Yalan söyledim
yırtık blucinli tayfalara
Seni sevmediğimi söyledim.
Oysa rıhtımlar
en şarkılı dalgalarla yıkanıyordu
Midye kabuklarında sakladım gözyaşlarımı;
Hastaydım
kırık kötümser bir öksürük yapışmıştı boğazıma
Seni unutmak gerekiyordu…
Bahamalı martılar beni çağırdı
bir ikinci bahar gecesi.
İskele fenerlerinin altında oturup
seni bekledim sevgilim
Ellerim ıslaktı, gözlerim ıslaktı.
Gelip caydırabilirdin beni gitmekten
Oturup sigara içer, anlaşabilirdik…
Sana tapacağım yalan değildi
benim olursan
Seni seviyordum, seni istiyordum…
Bahamalı martılar beni çağırdı
bir ikinci bahar gecesi.
Filler gibi içtim liman meyhanelerinde;
seni unutmak için içtim…
Senin sokağında geceler yıldızsızdı
senin sokağında gece yağmur yağıyordu
Ben zayıftım, çabuk ıslanıyordum
Bana sevmek yaramıyordu,
ben sevilemiyordum…
Bahamalı martılar beni çağırdı
bir ikinci bahar gecesi.
Sana bırakacağım bu kentin
üç semtinde üç damla gözyaşı döktüm
Birincisi seni ilk gördüğüm yerdi
ikincisi seni ilk öptüğüm yerdi
Üçüncüsü… söylemeye dilim varmıyor,
üçüncüsü bana git dediğin yerdi
İşte bu mısraları orda karalıyorum;
işte demir aldı şilebimiz
Gidiyor, gidiyor, gidiyorum…
Karga
Karga
kargadan başka kuşa kuş demem
kanım ısınıktır severim onları
burun kıvırmayın
tanrının verdiği candır taşıdıkları
sonra hindilerden yakışıklıdırlar
yalnızlığı severler bende severim
yaradılış suç mu bu
severim mısırı onlarda sever
patlatır patlatır afiyetle yerim
gelseler camın önüne
onlara da veririm
gelmezler bende gitmem yanlarına
çok mu gururluyuz yabani miyiz yoksa
gururlu insan düşünebilen şerefli insandır
ama karıştırmayın aptal ile gururluyu
zaten ben
gururlu kargadan başka
kuş´a kuş demem
kanarya derim
saka derim
bülbül derim
ama kuş demem.
Alnına konsun bu öpüş!
Ve şimdi senden ayrılırken,
İtiraf edeyim ki ;
Günlerimi bir düş
Sayarken yanılmıyorsun;
Ama umut gitmişse uzaklara
Bir gece ya da bir gün
Bir görüntüde ya da bir şeyde olmaksızın
Fark eder mi bu yüzden?
Bütün gördüğümüz ve göründüğümüz
Yalnızca bir düşün içinde bir düş.
Kırılan dalgaların dövdüğü bir kıyının
Haykırışları içinde duruyorum:
Ve altın kum taneleri
Tutuyorum avucumda
Ne kadar az! Ama nasıl da
Süzülüyorlar parmaklarımın arasından derinlere
Ben ağlarken ben ağlarken!
Ah Tanrım ! Daha sıkı
Tutamaz mıyım onları?
Ah Tanrım! Tekini bile kurtaramaz mıyım acımazsız dalgadan?
Bir düşün içinde bir düş mü ?
Bütün gördüğümüz ve göründüğümüz ..
1 Yorum
Teşekkürler