”Bütün istediğim heykel yapmak, sonsuza dek…”
Camille Claudel Camille, 8 Aralık 1864’te Fransa’da orta halli bir ailenin kızı olarak doğar ve Paris’in dışında küçük bir şehirde, ağabeyi Paul (sonradan büyük şairlerden Paul Claudel olacaktır kendisi) ve küçük kız kardeşi Louise ile büyür. Çocukluğunda bütün yaptığı evlerinin bahçesindeki çamurlarla oynamak, kedi, köpek, kuş, insan heykelleri yapmak ve annesinden bol bol azar işitmektir (O yıllardaki anneler de çamurlu giysilerden pek hoşlanmıyorlardı galiba).
Büyüdükçe çamura ve heykellere olan ilgisi çocukça bir heves olmaktan çıkar ve giderek ciddileşmeye başlar. O yıllarda resim ve heykel yapan kadın sayısı o kadar azdır ki hiç kimse Camille’in bu işi sürdürmek isteyeceğini düşünmez, ama o henüz 13 yaşındayken “Bismarck”, “Napoleon 1” ve “David ve Goliath” heykellerini yapacak kadar kararlıdır. Böylece Claudel ailesi için “Ne olacak bu işin sonu?” çanları çalmaya başlamıştır.
Annesi kızının bu yeteneğini asla kabullenemez. Zaten annesiyle hayatı boyunca hiçbir konuda iyi anlaşamaz Camille. Annesi için pek de ideal bir genç kız modeli değildir, hele de o yılların erkek ve kadın rollerini son derece başarıyla sindirmiş olan kız kardeşi Louise ile kıyaslanınca. Babası ise, son derece ciddi ve otoriter bir adam olmasına rağmen kızının heykele olan yeteneğini sonuna kadar destekler. Hatta kızının bu konuda iyi bir eğitim alması için ailesini alıp Paris’a yerleşmeye karar verir.
Böylece 1881 yılında Paris’e yerleşen Camille, burada kız öğrenci kabul eden az sayıdaki akademilerden birine, Colarossi Akademisi’ne yazılır. Üç arkadaşıyla birlikte bir stüdyo kiralayan Camille, bir süre sonra dönemin iyi heykeltıraşlarından Rodin’in öğrencisi olur (1883). Bu tanışma hayatının dönüm noktasıdır, çünkü bir süre sonra Rodin’in sevgilisi ve sonra da en büyük rakibi olacaktır.
Rodin bu göz kamaştırıcı yetenekten çok etkilenir. Artık hayatında en az kendisi kadar yetenekli bir ilham perisi vardır ve birlikte pek çok işlere imza atarlar. O dönemde Rodin Cehennemin Kapıları adlı unutulmaz eserini yapar. Rodin’in bu eseri Camille’in yoğun etkisi ve yardımıyla yaptığı, hatta Rodin’in, başarısının büyük bir kısmını Camille’e borçlu olduğu söylenir. Doğrusu çok da tuhaf gelmiyor bize, zira Rodin en unutulmaz eserlerini Camille’le birlikte olduğu yıllarda yapmıştır. İki büyük yeteneğin bir araya geldiğinde olağanüstü işler çıkarmalarından daha normal ne olabilir ki zaten?
“Aradığı altın kendi içindeydi…”
1890’lara gelindiğinde Camille artık yeteneğiyle nam salmış olan ve sanat çevreleri tarafından saygı gören bir sanatçıdır. Ama mesleğini Rodin’in kanatları altında sürdürme hali Camille’in bağımsız ve güçlü kişiliğine çok uyan bir durum değildir. Hele de bu ilişki sadece işle sınırlı kalmayan ve şiddetli aşk kavgalarına sahne olan tutkulu bir ilişkiyse. O dönemde yaptıkları heykeller ne kadar sağlam ve muhteşemse, ilişki de o kadar çatırdayan ve yıpratıcı bir hal almıştır.
1898’de bir yol ayrımına gelir Camille, yoluna artık tek başına devam etmesi gerekmektedir. Çok kolay bir ayrılık olmaz bu, Camille için hayatının en acı ve özlem dolu dönemi başlar. Fakat işin ilginç yanı Camille, “Vals”, “Clotho”, “Olgunluk Çağı”, “Kayıp Tanrı”, “Geveze kadınlar”, “Sakuntala” gibi en önemli heykellerini, Rodin’le en büyük kavgalarını ve acılarını yaşadığı dönemlerde yapar (Aşkın gücü bu olsa gerek).
Yonttuğu heykeller inanılmaz iyidir, sadece hayranlık değil, düşmanlık da çekecek kadar etkileyicidirler; danseden çiftler, oynayan çocuklar, sohbet eden kadınlar, düşünen, gülen, acı çeken insanlar, hepsi de her an hareket edecekmiş, konuşacakmış gibi canlı dururlar.
Hatta denir ki “O yıllarda hiçbir heykeltıraş çamura Camille kadar can vermemiştir, hiçbir heykeltıraş taşı Camille kadar hissederek yontmamıştır.” Rodin’in de Camille için söylediği “Ona altını nerede bulacağını söyledim. Ama bulduğu altın kendi içindeydi” cümlesi sanat tarihinde söylenmiş en anlamlı ifadelerden biridir.
“Bu kadar yalnız kalmak için ne yaptım?”
Camille, ailesindeki erkeklerden ne kadar destek gördüyse, kadınlardan da o kadar köstek gördü diyebiliriz. Özellikle Rodin’le olan ilişkisi, Claudel kadınları için, heykeltıraş olmasından çok daha önemli bir sorundur. Annesi ve kız kardeşi Camille’den olabildiğince uzak dururlar, fakat babası ve Paul (kardeşinin en büyük hayranıydı kendisi) yaşadıkları sürece Camille’in sanatına ve sorunlarına sahip çıkarlar. Fakat ne yazık ki babası çok uzun yaşamaz ve Paul de diplomat olduğu için Uzak Doğu’ya yerleşir.
Camille 1898’den sonraki döneminde, hem bir kadın sanatçı olarak yaşadığı yüzyılı, hem de özel hayatındaki sorunları göz önüne aldığımızda, pek çok bakımdan yalnız kalır. Üstüne bir de karşılamakta zorlandığı maddi sorunlar eklenince Camille’in ruh sağlığı giderek bozulmaya başlar.
1906’da sinir krizi geçirdiği bir gecenin ardından eserlerinin pek çoğunu parçalar, bir kısmını da nehre atar. Bir süre sonra ciddi paranoya belirtileri gösterdiği ve akıl sağlığını kaybettiği gerekçesiyle ailesi tarafından, Rodin’in de desteğiyle bir hastaneye kapatılır. Bu noktada artık Paul Claudel bile kardeşine yardım edemez ve aynı hastanede 19 Ekim 1943’te yaşama veda eder.
Böylesine önemli bir sanatçının hayatının en verimli döneminde akıl hastanesine kapatılması ve tam 30 senesini heykelden uzak, çamura veya taşa elini sürmeden geçirmesi çok büyük bir haksızlık gibi geliyor bize. Ve garip bir şekilde Camille’in paranoyası bize de bulaşıyor: “Ailesi için utanç kaynağıydı, fazla özgürdü, fazla başına buyruktu, fazla heykel yapıyordu, Rodin içinse fazla tehlikeliydi, yaptığı eserlerin bazılarının Camille’e ait olduğu iddiası almış yürümüştü, artık Camille onun için ilham kaynağı değil, sanatına inen bir gölgeydi, sanat çevresi içinse dili fazla uzundu, fazla konuşuyordu, fazla doğrucuydu…”
Artık bütün bunların bir anlamı yok. Camille ve yaşamında adı geçen diğer isimler artık yoklar. Ama
Camille’in giderken bize bıraktığı çok önemli başka şeyler var, heykelleri. Sanatı elinden alınmış olabilir, ama geride bıraktığı heykeller onun adını sanat tarihine altın harflerle kazıdı bile, işte onu silmek pek kolay değil.
Camille Claudel’in hayatını merak edenler Isabelle Adjani ile Gerard Depardieu’nun oynadığı filmi izleyebilir veya Anne Delbee’nin yazdığı kitabı okuyabilirler.
“Ben hayatı seviyorum, aşkı, umudu. Ödülsüz olsalar da…”
Camille Claudel
Talihsizliklerle dolu hayatında sanatı tek umuduydu ama onu da elinden aldılar. Camille Claudel, 1864 yılında Fransa’nın Aisne şehrinde doğmuştur. Babası bankacıdır, annesi Katolik bir aileden gelmektedir. Kardeşi Paul Claudel ise yaşamında daima en yakın arkadaşı olmuştur. Daha küçük bir çocukken, saklı bahçesinde gezerken ileriye dönük ipuçlarını bize sunmuş gibidir. İyi bir heykeltıraş olacağını o zamanlarda oynadığı taş ve çamurun izlerinden hareketle duyumsayabiliriz; ama zorluklar onu hiç bırakmamıştır. Camille Claudel’in yaşadığı dönemde kadınların, Sanat Akademisi’nde eğitim alması yasaktı lakin bu yasak Camille’in sanat tutkusunu engelleyememiştir. İleride büyük heykeltıraş Auguste Rodin ile tanışacak ve yeteneği ile onu büyüleyecektir.
Camille Claudel’in ilk heykellerinde ustası Rodin’in etkisi görünmektedir. Giganti/Dev adlı eserinde pürüzlü yüzeyden çıkan pürüzsüzlük bize Rodin’in de sıklıkla kullandığı pürüzlü- pürüzsüz yüzey karşıtlığını göstermektedir. Camille sadece ustasının gölgesinden giden bir sanatçı olmayacaktır, özgün eserleriyle herkesi hayrete düşürecektir. Talihsizlikler silsilesi ise Rodin’in hem en gözde öğrencisi hem de sevgilisi olmasıyla başlayacaktır. Bu tutkulu aşk onda büyük yaralar açacak ve gelişecek olaylar ruhsal durumunu derinden sarsacaktır.
Rodin’den hamile kalması ve bir kaza sonucu çocuğunu kaybetmesiyle yıkılan Camille, bu kaybını bertaraf etmek için birçok çocuk model çalışması yapmıştır. Bu acı kaybın dışında Rodin ile birlikte yaşaması ailesinin onu reddetmesine neden olmuş ve içinden çıkılmaz aşkı yüzünden bilinmezlere sürüklenmiştir. Son olarak da Rodin’in onu terk etmesiyle yıkılacak ama sanıldığın aksine bu buhranlı dönemlerinde en iyi eserlerini verecektir. Bu eserlerden bazıları; Vals, Clotho ve ruhunu yansıtan Uçup Giden Tanrı’dır.
Olgunluk Çağı / Uçup Giden Tanrı ( L’ Age Mur) adlı eseri bizi teknik açıdan etkilediği kadar, öyküsü açısından da derinden sarsar. Teknik olarak oniks maddesini kullanması hayret uyandırmıştır çünkü oniks taşı; çok sert bir materyal olmaktadır ve işlenmesi zordur. Bunun dışında ise figürlerin kas hareketleri, vücutların duruşları ve biçimler muazzam şekilde verilmiştir. Öne sürülen fikirlere göre Camille ihtiraslı aşkını bu heykelle göstermektedir. Camille-Rodin ve Rose Beuret aşk üçgenini rahatlıkta görmekteyiz, Rodin’i eşi; Beuret sarmalarken, Camille çaresizce Rodin’e ellerini uzatmaktadır ve Rodin’ de arkası dönük ama bir yanı Camille ile birlikte gibi elini ona doğru uzatır.
Çelişkiler, hüzünler ve sinir krizleri yaşayan Camille, paronaya belirtileri göstermeye başladıktan sonra akıl hastanesine kapatılır. Rodin bu duruma ön ayak olur ve Camille’nin ailesi de destek verir çünkü aile böylece kızlarının tasvip etmediği yaşantısından ve dönemin kadın profiline uymayan heykel yapmayı yaşamın ana gayesi haline getirmiş bu aykırı aile ferdinden kurtulacaklardır.
Bir sanatçıya yapılabilecek en kötü şey ne olabilir? Elbette sanatının elinden alınması. Camille’nin hastanede heykel yapması yasaktı ve kardeşi Paul ile mektuplaşmanın dışında onu hayata bağlayacak bir şeyi kalmamıştı. Sadece eve dönmek istiyor ve tekrar heykel yapmak istiyordu. Bu isteğini doktor ailesine yazdığı bir mektupla iletti; fakat Camille’nin annesi ve kız kardeşi onu hiç önemsemediler, mektuba cevap bile vermediler. Beş yılda bir ziyarete gelen kardeşi de son zamanlarda ziyaret etmez olmuş ve iyice yalnızlığa düşmüştür Camille. Kardeşine yazdığı bir mektubunda eve dönme çabaları açıkça görülür:
”Akıl hastanesi! Evim diyebileceğim bir yere sahip olma hakkım bile yok! Onların keyfine kalmış işim! Bu, kadının sömürülmesi, sanatçının ölesiye ezilmesi… Mahsus kaçırdılar beni, onlara tıkıldığım yerde fikir vereyim diye, yaratıcılıklarının ne kadar sınırlı olduğunu biliyorlar çünkü. Kurtların kemirdiği bir lahana gibiyim şimdi, yeni filizlenen her yaprağımı büyük bir oburlukla mideye indiriyorlar…
Bilmiyorum, kaç yıl oldu buraya kapatılalı, ama tüm hayatım boyunca ürettiğim eserlere sahip çıktıktan sonra şimdi de kendilerinin hak ettikleri hapishane hayatını bana yaşatıyorlar…
Bütün bunlar Rodin şeytanının başının altından çıkıyor, kafasında bir tek düşünce vardı zaten kendisi öldükten sonra benim sanatçı olarak atılım yapıp onu aşmam, bunu engellemek için de yaşarken olduğu gibi ölümünden sonra da ben hep mutsuz kalmalıydım… Her bakımdan başarıya ulaştı işte!
Bu esaretten çok sıkılıyorum… Eve hiç dönemeyecek miyim, Paul?”
Camille otuz yılını akıl hastanesinde geçirdi ve 30 Ekim 1943 yılında hayata gözlerini kapadı. (8 Aralık 1864 – 19 Ekim 1943)
“ Bir avuç toprağı yoğurmayı bile bilmeyenler.
Duygusuz yavan insanlar.
Bu benim ruhum en kutsal varlığım…
Bunlar çalışma saatleri. Ruhumun yandığı saatler.
Siz yiyip içerken, dalga geçerken, oburca tıkınırken, ben heykelimle yalnızdım..
Ve yavaş yavaş akan benim hayatımdı..
Bu toprağın derinliklerine kanımı akıtıyordum…”
Eserleri ;
Filmden ;
Kaynak ; Wikipedia, Toplumdusmani, Youtube, Yerel Arşivler, İntiharın Güncesi