escort bayanlar ankara escort,

izmir escort bursa escort izmir bayan escort istanbul escort antalya escort izmir escort bayan izmir escort bursa escort bursa escort kızlar istanbul escort bayan gaziantep escort istanbul escort istanbul escort kızlar istanbul escort

Büyük usta: Nâzım Hikmet Ran (1901-1963)

0

Nazım Hikmet’in doğum günü olan 15 Kasım’da yazılanlar ; “Koca Çınar bugün 110 yaşında ve şiirleriyle ve Pazar günlerinin kattığı o dingin hüznüyle aramızda dolaşıyor.. ! Türk şiirinin Mavi Gözlü Dev’i, büyük usta Nazım Hikmet 20 Kasım 1901 sabahı bu Pazar dünyaya gözlerini açmıştı… Dünya çapında tanınan Nazım Hikmet’in yazdığı şiirler, şiir anlayışının ve kültürünün yükseldiği son nokta olmuştur. Nazım Hikmet yaşadıklarıyla ve şiirleriyle ardında asla silinmeyecek izler bırakmıştır, onları bir miras gibi korumamız için belki.. Mavi gözlü devi ölüm yıldönümünde büyük hasret ve saygı içinde anıyoruz..” Büyük ustanın nüfusa kaydı ise , 15 Ocak 1902 tarihinde gerçekleşmiştir..

Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani, öyle gibi de görünüyor.. / Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni ve de uyarına gelirse, / tepemde bir de çınar olursa  taş maş da istemez hani…

1953, 27 Nisan

Ben bir insan,
ben bir Türk şairi Nazım Hikmet
ben
tepeden tırnağa insan
tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret..

Ben hem kendimden bahseden şiirler yazmak istiyorum,
hem bir tek insana, hem milyonlara seslenen şiirler.

 

Hem bir tek elmadan, hem süpürülen topraktan, hem
zindandan
dönen insan ruhundan, hem kitlelerin
daha güzel günler için savaşından, hem
bir tek
insanın sevda kederlerinden bahseden şiirler yazmak
istiyorum,
hem ölüm korkusundan, hem ölümden korkmamaktan
bahseden şiirler yazmak
istiyorum.

Nâzım Hikmet

 

 

Hayatı, Eserleri, Kronolojisi, Şiirleri

 

Nâzım Hikmet Ran (d. 20 Kasım 1901, nüfusta kaydı 15 Ocak 1902, Selanik – ö. 3 Haziran 1963, Moskova) Türk şair ve oyun yazarı. Lakabı “Güzel Yüzlü Şair” veya “Mavi Gözlü Dev“dir. Yasaklı olduğu yıllarda Orhan Selim adını da kullandığı olmuştur. Hatta İt Ürür Kervan Yürür kitabı Orhan Selim imzasıyla çıkmıştır. Türkiye’de serbest nazımın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin önemli isimlerindendir. Uluslararası bir üne ulaşmış ve adı 20. yüzyıl’ın ilk yarısında yaşamış olan dünyanın en büyük şairleri arasında anılmıştır. Eserleri birçok dile çevrilmiştir. Mezarı halen Moskova’da bulunmaktadır. Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi olup ayrı ayrı toplam 11 davadan yargılanmıştır.

Eserleri birçok ödül almıştır. Türkiye’deki yaşamının çoğunu hapiste geçirmiş daha sonra Moskova’ya gitmiş ve Türk vatandaşlığından çıkarılmıştır.

Nazım Hikmet,1938’de cezaevine girmiş ve şiirleri yasaklanmıştır. Türkiye’de ancak ölümünden iki yıl sonra 1965’te şiirleriyle yeniden önem kazanmıştır.

 

 

Nazım Hikmet Ran / Türk Şair ve Oyun Yazarı
Mahlas Güzel Yüzlü Şair” veya “Mavi Gözlü Dev
Doğum Nazım Hikmet 20 Kasım 1901 Selanik, Osmanlı İmparatorluğu
Ölüm 3 Haziran 1963 (61 yaşında) Moskova, SSCB
Vatandaşlık Leh, Türk (2009’da Türk vatandaşlığı geri verildi.)
Milliyet Türk

 

 

Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü,
ölürsem kurtuluştan önce yani, alıp götürün
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni.

Hasan beyin vurdurduğu
ırgat Osman yatsın bir yanımda
ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp
kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda.

Traktörlerle türküler geçsin altbaşından mezarlığın,
seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu,
tarlalar orta malı, kanallarda su,
ne kuraklık, ne candarma korkusu.

Biz bu türküleri elbette işitecek değiliz,
toprağın altında yatar upuzun,
çürür kara dallar gibi ölüler,
toprağın altında sağır, kör, dilsiz.

Ama bu türküleri söylemişim ben
daha onlar düzülmeden,
duymuşum yanık benzin kokusunu
traktörlerin resmi bile çizilmeden.

Benim sessiz komşulara gelince,
şehit Ayşe’yle ırgat Osman
çektiler büyük hasreti sağlıklarında
belki de farkında bile olmadan.

Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,
  öyle gibi de görünüyor..
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse,
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani…

1953, 27 Nisan 

 

“Hatırla Sevgili” isimli dizide okunan şiirlerinden birisi ;

“Elbet bitecek güneşe hasret günler. Ve o zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler değil, güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini.”

Düşmesin bizimle yola:
evinde ağlayanların
gözyaşlarını
boynunda ağır bir
zincir
gibi taşıyanlar!

Bıraksın peşimizi
kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!

İşte:
şu güneşten
düşen ateşte
milyonlarla kırmızı yürek yanıyor!

Sen de çıkar
göğsünün kafesinden yüreğini;
şu güneşten düşen
ateşe fırlat;
yüreğini yüreklerimizin yanına at!

Akın var akın..
Güneşe akın!
Güneşi zaptedeceğiz..
Güneşin zaptı yakın!

 

Aynı zamanda bu dizeler, Deniz Gezmiş ve arkadaşları 6. Filoya karşı dur demek için İstanbul Beşiktaş’ta yapılan gösteriler sırasında Deniz Gezmiş’in dilinden şu şekilde yorumlanmış ve eylem başlamıştır ;
Akın var akın..
Dolmabahçeye akın
Dolmabahçeyi zaptedeceğiz,
Dolmabahçenin zaptı yakın !

 

Otobiyografi

1902’de
doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç
yaşında Halep’te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova komünist
üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti
konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim
kimi insanlar otların kimi
insan balıkların çeşidini
bilir

ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların
adını
ben
hasretlerin

hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim
açlık grevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir

otuzumda asılmamı
istediler
kırk sekizimde Barış madalyasının bana
verilmesini

verdiler de
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metrekare betonu
elli
dokuzumda on sekiz saatte uçtum Prag’dan Havana’ya

Lenin’i görmedim
nöbetini tuttum tabutunun başında 924’te
961’de ziyaret ettim anıt kabri
kitaplarıdır

partimden koparmağa yeltendiler beni

sökmedi
yıkılan putların
altında da ezilmedim

951’de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne
ölümün
52’de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim
ölümü

sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
şu kadarcık haset etmedim
Şarlo’ya bile
aldattım kadınlarımı
konuşmadım arkasından
dostlarımın

içtim ama akşamcı olmadım
hep alnımın teriyle çıkardım
ekmek paramı ne mutlu bana

başkasının hesabına utandım yalan
söyledim
yalan söyledim başkasını üzmemek
için
ama durup dururken de yalan
söyledim

bindim tirene uçağa otomobile
çoğunluk binemiyor
operaya
gittim
çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış
operanın
çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21’den
beri
camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye
ama kahve
falına baktırdığım oldu

yazılarım otuz kırk dilde basılır

Türkiye’mde Türkçemle yasak

kansere yakalanmadım daha
yakalanmam de
şart değil
başbakan fakan olacağım da yok
meraklısı da değilim bu
işin
bir de harbe girmedim
sığınaklara da inmedim gece yarıları
yollara
da düşmedim pike yapan uçakların altında
ama sevdalandım altmışıma
yakın
sözün kısası yoldaşlar
bugün Berlin’de kederden gebermekte olsam
da
insanca yaşadım diyebilirim
ve daha ne
kadar yaşarım
başımdan neler geçer
daha
kim bilir

(11.9.’61 – Doğu Berlin)

Kronolojisi

1902 : 15 Ocak’ta Selânik’te dünyaya gelir.
1913 : “Feryad-ı Vatan” başlığını taşıyan ilk şiirini yazar. Galatasaray Sultanisi’nde ortaokula başlar.
1914 : Ekonomik nedenlerle Nişantaşı Sultanisi’ne geçer.
1917 : Bahriye Mektebine girer.
1918 : İlk kez bir şiiri yayınlanır. Yeni Mecmua’da yayınlanan bu ilk şiiri “Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar mı” başlığını taşır.
1920 : Bahriye’yi bitirmesine birkaç ay kala sağlık nedeniyle ayrılmak zoruna kalır. İstanbul işgal altındadır. Arkadaşı Vâ-lâ Nurettin ile birlikte gizlice Anadolu’ya geçer. Ankara Hükümeti tarafından  Bolu’ya öğretmen olarak atanır.
1921 : Azerbaycan üzerinden Moskova’ya gider. Devrimin ilk yıllarına tanık olur. Ekonomi politik öğrenim görür. Sanat çalışmalarına katılır.
1924 : Moskova’da yayınlanan ilk şiir kitabı “28 Kânunisani” sahnelenir.  12 Mart günü Pravda’da bu gösteri övgüyle yer alır. Türkiye’ye döner ve  Aydınlık Dergisi’nde çalışmaya başlar.
1925 : Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde gizli örgüt üyesi olduğu gerekçesiyle yokluğunda yargılanarak “on beş yıl küreğe konulma cezası” verilir. Bu durum onun ülkeden
ayrılmasına yol açar. Moskova’ya gider.
1926 : Viyana’ya geçerek ileride suçlanmasına konu olarak “parti” toplantısına katılır. Türk Ceza Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle, “küreğe konulma” cezası ortadan kalkar.
1927 : Katılmış olduğu “Viyana Konferansı” nedeniyle İstanbul Ceza Mahkemesi’nde yokluğunda yargılanır. Üç ay hapis cezası verilir.
1928 : Yurda dönmek üzere Moskova’daki Büyükelçiliğe başvurur. Pasaport almak istemektedir. Ancak kendisine yanıt verilmez bunun üzerine gizlice sınırı geçerse de Hopa’da yakalanır. İstanbul üzerinden Ankara’ya götürülür. Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’nde, daha önce yokluğunda yapılan yargılamalar yinelenir. Üç ay hapis
cezası verilir. Cezaevinde geçirdiği süre gözönüne alınarak serbest bırakılır.
1929 : Resimli Ay Dergisi’nde çalışır. İlk şiir kitabı “835 Satır” yayınlanır. Bunu diğerleri izler.
1930 : “Sesini Kaybeden Şehir” başlıklı şiir için dava açılır. Yargıtayca aklanır.
1931 : “1+1=1”, “835 Satır”, “Jokond ile Si-Ya-U” ile bir kez daha “Sesini Kaybeden Şehir” ve “Varan2” adlı kitapları hakkında dava açılır. Hepsinden aklanır.
1932 : “Kafatası” oyunu İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sahneye konur.
1933 : “Gece Gelen Telgraf” şiirinden dolayı yargılanır. Altı ay üç gün hapis cezası verilir. Babası bir kaza sonrası ölür. Onun ölümü üzerine “Hiciv Vadisinde Bir Tecrübei
Kalemiye” başlıklı şiiri yazar. Şiirde babasının patronu Süreyya Paşa’ya hakaret ettiği gerekçesiyle hakkında dava açılır. Bir yıl hapis, 200 lira para cezasına çarptırılır. Bu sıralarda “gizli örgüt” kurduğu savıyla Bursa Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan ayrı bir davada idamı
istenir. Dört yıl ağır hapisle cezalandırılır.
1934 : Cumhuriyetin 10. Yılı nedeniyle çıkarılan af yasasından yararlanır. Serbest bırakılır.
1936 : Gizli örgüt kurmak ve yönetmek savıyla yargılanır ve aklanır.
1937 : “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı” yayınlanır.
1938 : Askeri öğrencileri isyana teşvik suçlamasıyla da “Donanma” davaları açılır. Toplam 28 yıl 4 ay ağır hapisle cezalandırılır.
1941 : Bursa’da “Memleketimde İnsan Manzaraları” nı yazmaya başlar.
1943 : Cezaevi arkadaşı Orhan Kemal tahliye olur. Balaban’ın resim çalışmalarına yardımcı olur, yetişmesini sağlar.
1944 : Karaciğer ve kalp rahatsızlıkları başlar.
1949 : Basında haksız mahkumiyetine ilişkin yazılar artmaya başlar. Ahmet Emin Yalman, Vatan Gazetesi’nde “Tevfik Fikret ve Nâzım Hikmet” başlığını taşıyan bir yazı yayımlayarak dikkatleri Nâzım’ın haksız mahkumiyeti çeker.

1950 : Yurt içinde ve dışında çeşitli kuruluşlarca “Nazım’a Özgürlük Kampanyaları” açılır. Meclis’in gündeminde bulunan Af Kanunu’nu çıkarmadan tatile girmesi üzerine, Nazım, 8 Nisan’da açlık grevine başlar. Aynı gün, Bursa’dan İstanbul’a Paşakapısı Cezaevi’ne götürülür. 23 Nisan’da grevini avukatlarının isteği üzerine geçici olarak durdurur. Ağır hastadır, doktorlar üç ay bir hastanede tedavi görmesi gerektiğini belirtirler. Ancak durumunda hiçbir değişiklik olmayınca 2 Mayıs’ta yeniden greve başlar. Açlık grevi kamuoyunda büyük yankı uyandırır. İmza kampanyaları başlatılır. “Nâzım Hikmet adlı bir dergi çıkarılır 9 Mayıs’ta annesi Celile Hanım 10 Mayıs’ta şair Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat açlık grevine başlarlar. 14 Mayıs seçimleri sonucunda ortaya çıkan yeni durum üzerine, 19 Mayıs’ta greve ara verir. Çıkarılan Genel Af Kanunu’yla serbest bırakılır. 22 Kasım’da Dünya Barış Konseyi tarafından Pablo Picasso, Paul Robeson, Wanda Jakubowska ve Pablo Neruda’yla birlikte “Uluslararası Barış Ödülü”nü almaya hak kazandığı açıklanır. Kendisinin katılamadığı törende ödülünü Neruda alacaktır.
1951 : Oğlu Memed dünyaya gelir. Askere çağrılır, 49 yaşındadır ve hastadır. Üstelik askeri okulda öğrenci olarak geçirdiği sürelerin yasa gereği askerliğe sayılması gerekmektedir. Yaşamına yönelik tehditler üzerine ülkeden ayrılır. 15 Ağustos günü resmi gazetede, Bakanlar Kurulu kararıyla “yurttaşlıktan çıkarıldığı” duyurulur. Dünya Barış Konseyi’nin bir yıl önce kendisine verdiği “Uluslararası Barış Ödülünü” Prag’da düzenlenen bir törenle alır.
1952 : Çine’e gider. Ancak hastalanınca gezisini yarım bırakmak zorunda kalır. Enfaktüs geçirmiştir. Dört ay yatar. Bundan sonraki yaşamı artık doktor gözetiminde
geçecektir.
1953 : Uluslar arası toplantılara katılmayı sürdürür. “Bir Aşk Masalı” oyunu Moskova’da sahnelenir. Bunu diğer oyunlarının sahnelenmesi izler.
1958 : Paris’e gider. Aralarında Aragon ve Picasso’nun da bulunduğu çok sayıda yazar ve sanatçıyla görüşür.
1962 : Sovyet Yazarlar Birliği tarafından 60. yaş günü kutlanır. Yazarlar Evi’nde düzenlenen gecenin ertesinde Politeknik Müzesi’nde, okuyucuları için ikinci bir toplantı gerçekleştirilir. Gecenin yöneticiliğini İlya Ehrenburg yapar.
1963 : Afrika’ya, Tanganika’ya gider. “Cenaze Merasimim” başlıklı şiirini kaleme alır. (Nisan) 3 Haziran sabahı Moskova’da evinde ölür.

 

Üslubu ve Başarıları

İlk şiirlerini hece ölçüsü ile yazmaya başlamasına rağmen içerik bakımından diğer hececilerden uzaktı. Şiirsel gelişimi arttıkça hece ölçüsü ile yetinmemeye ve şiiri için yeni formlar aramaya başladı. Sovyetler Birliği’nde yaşadığı ilk yıllar olan 1922-1925 arası bu arayış doruğa çıktı. O dönemdeki birçok şairden farklıydı.

Hece ölçüsünden ayrılarak Türkçenin vokal özellikleri ile harmoni oluşturan serbest ölçüyü benimsedi. Mayakovski ve gelecekçilik taraftarı genç Sovyet şairlerinden esinlendi. Şiirlerinden birçoğu Fuat Saka, Volkan Konak, Grup Yorum, Ezginin Günlüğü ve Zülfü Livaneli gibi sanatçılar tarafından bestelendi. Ünal Büyükgönenç tarafından özgün bir şekilde yorumlanmış olan küçük bir kısmı ise 1979’da “Güzel Günler Göreceğiz” ismiyle kaset olarak çıktı. Birkaç şiiri ise Yunan besteci Manos Loïzos tarafından bestelendi. Ayrıca bazı şiirleri Yeni Türkü’nün eski üyesi Selim Atakan ve Cem Karaca(Çok Yorgunum) tarafından bestelenmiştir. Ayrıca Fuat Saka’nın da biri Demir Gökgöl ile olmak üzere iki adet Nazım Hikmet şiirlerinin bestelendiği şarkıları ıçeren albümü vardır.

Ailesi

Nazım Hikmet, annesi Celile Hanım ve kız kardeşi Samiye ile

Babası, Matbuat Umum müdürlüğü ve Hamburg konsolosluğu yapmış olan Hikmet Bey, annesi Ayşe Celile Hanım’dır.

Annesi Celile Hanım, piyano çalan, ressam denilebilecek ölçüde iyi resim yapan, Fransızca bilen bir kadındır. Celile Hanım, bir dilci ve eğitimci de olan Hasan Enver Paşa’nın kızıdır. Hasan Enver Paşa, Polonya’dan 1848 Ayaklanmaları sırasında Osmanlı İmparatorluğu’na göç eden ve Osmanlı vatandaşı olunca Mustafa Celalettin Paşa adını alan Konstantin Borzecki’nin (Lehçe: Konstanty Borzęcki, d. 1826 – ö. 1876) oğludur. Mustafa Celaleddin Paşa Osmanlı Ordusu’nda subay olarak görev yapmış ve Türk tarihi üzerine önemli bir eser olan “Les Turcs anciens et modernes” (Eski ve yeni Türkler) kitabını yazmıştır. Celile Hanım’ın annesi ise Alman kökenli Osmanlı generali Mehmet Ali Paşa’nın (Karl Detroit) kızı olan Leyla Hanım’dır. Celile Hanım’ın kız kardeşi Münevver Hanım, şair Oktay Rifat’ın annesidir.

Babası Hikmet Bey, Selanik’te, Hariciye Nezareti’nde (Dışişleri Bakanlığı) çalışan bir memurdur. Diyarbakır, Halep, Konya ve Sivas valilikleri yapmış olan Nazım Paşa’nın oğludur. Mevlevi tarikatından olan Nazım Paşa aynı zamanda bir özgürlükçüdür. Kendisi Selanik’in son valisidir. Hikmet Bey henüz Nazım’ın çocukluğunda memuriyetten ayrılır ve ailece Halep’e, Nazım’ın dedesinin yanına giderler. Orada yeni bir iş ve hayat kurmaya çalışırlar. Başarısız olunca İstanbul’a gelirler. Hikmet Bey’in İstanbul’daki iş kurma denemeleri de iflasla neticelenir ve hiç hoşlanmadığı memuriyet hayatına geri döner. Fransızca bildiği için yeniden Hariciye’ye atanır.

 

Yaşamı

Selanik’te doğdu. Aslen 20 Kasım 1901 olan doğum tarihi ailesi tarafından sene kaybetmemesi için 15 Ocak 1902 olarak kaydettirildi.

İlk şiiri ‘Feryad-ı Vatan’’ı 1913’te yazar. Aynı yıl Galatasaray Sultanisi’nde ortaokula başlar. 1917’de Heybeliada Bahriye Mektebi’ne girer. Sonrasında Kurtuluş Savaşı dolayısıyla Anadolu’ya geçer; fakat sağlık sorunları yaşaması nedeniyle bahriyeden ayrılmak zorunda kalır. Bu sırada Hamidye Kruvazörü’nde güverte subayıdır.

Bolu’ya öğretmen olarak atanır. Daha sonra Batum üzerinden Moskova’ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde siyasal bilimler ve iktisat okur. 1921’de gittiği Moskova’da devrimin ilk yıllarına tanık olur ve komünizm ile tanışır. 1924’te Moskova’da yayınlanan ilk şiir kitabı ’28 Kanunisani’ sahnelenir. O yıl Türkiye’ye dönerek Aydınlık Dergisi’nde çalışmaya başlar, ne var ki dergide yayınlanan şiir ve yazılarından dolayı on beş yıl hapsi istenince tekrar Sovyetler Birliği’ne gider. 1928’de af kanunundan yararlanır ve Türkiye’ye döner. Bu defa Resimli Ay dergisinde çalışmaya başlar. 1938’de yirmi sekiz yıl hapis cezasına çarptırılır. 12 sene süren tutukluluktan sonra askere alınacağı ve öldürüleceği endişesiyle 1950 yılında Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği’ne giden Nazım, 25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulunca Türkiye vatandaşlığından çıkarılmasının ardından, büyük dedesi Mahmut Celaleddin Paşa (Konstantin Borzecki)’nın memleketi olan Polonya’nın vatandaşlığına geçerek Borzecki soyadını alır. 3 Haziran 1963 tarihine gelindiğinde ise, Nazım Hikmet geçirdiği bir kalp krizi neticesinde hayata gözlerini yummuştur. 5 Ocak 2009 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile Türkiye vatandaşlığı iade edilmiştir.

 

Davaları ve Sürgün

1925 yılından başlamak üzere şiirleri ve yazıları yüzünden birçok kere yargılandı. 1938 yılında orduyu ayaklanmaya kışkırtmaya çalıştığı gerekçesiyle 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı. İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın kaldı. Bursa cezaevinde kaldığı yılları anlatan Mavi Gözlü Dev adlı film 2007 yılında vizyona girmiştir. 1950 yılında bir af yasasıyla salıverildi. Ancak sürekli izlendiği ve çürüğe ayrıldığı halde 48 yaşında yeniden askerlik yapmaya çağrılması ve öldürüleceği yolundaki duyumlar üzerine yurtdışına kaçtı. 25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulu tarafından Türkiye vatandaşlığından çıkarılmasına karar verildi. Sovyetler Birliği’nde Moskova yakınlarındaki yazarlar köyünde ve daha sonra da, eşi Vera Tulyakova (Hikmet)ile Moskova’da yaşadı. Memleket dışında geçirdiği yıllarda Bulgaristan, Macaristan, Fransa, Küba, Mısır gibi dünya memleketlerini dolaştı, buralarda konferanslar düzenledi, savaş ve emperyalizm karşıtı eylemlere katıldı, radyo programları yaptı. Budapeşte Radyosu ve Bizim Radyo bunlardan bazılarıdır. Bu konuşmaların bir kısmı bugüne ulaşmıştır.

 

 

Davaları

  • 1925 Ankara İstiklal Mahkemesi Davası
  • 1927-1928 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası
  • 1928 Rize Ağır Ceza Mahkemesi Davası
  • 1928 Ankara Ağır Ceza Mahkemesi Davası
  • 1931 İstanbul İkinci Asliye Ceza Mahkemesi Davası
  • 1933 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası
  • 1933 İstanbul Üçüncü Asliye Ceza Mahkemesi Davası
  • 1933-1934 Bursa Ağır Ceza Mahkemesi Davası
  • 1936-1937 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası
  • 1938 Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi Davası
  • 1938 Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi Davası

 

Ölümü ve Sonrası

3 Haziran 1963 sabahı saat 06:30’da gazetesini almak üzere 2. kattaki dairesinden apartman kapısına yürümüş ve tam gazetesine uzanırken geçirdiği kalp krizi sonucunda ölmüştür. Ölümü üzerine Sovyet Yazarlar Birliği salonunda yapılan törene yerli yabancı yüzlerce sanatçı iştirak etmiş ve tören siyah beyaz olarak kaydedilmiştir. Ünlü Novo-Deviçye Mezarlığı’nda (Новодевичье кладбище) gömülüdür. Mezar taşı siyah bir granitten olup meşhur şiirlerinden biri olan rüzgâra karşı yürüyen adam figürü taş üzerinde ebedileştirilmiştir.

2006 yılında Bakanlar Kurulunun Türk vatandaşlığından çıkarılmalar ile ilgili yeni bir düzenleme yapması durumu belirdi. Yıllardır tartışılmakta olan Nâzım Hikmet’in Türk vatandaşlığına yeniden kabul edilmesi yolu açılmış gibi gözükmesine rağmen Bakanlar Kurulu bu maddenin sadece yaşamakta olanlar için düzenlendiğini ve Nâzım Hikmet’i kapsamadığını öne sürerek bu öneriyi reddetti.

Şair Nâzım Hikmet’in 2008 yılının ilk günlerinde, eşi Piraye’nin torunu Kerem Bengü tarafından, Piraye’nin evrakları arasında, “Dört Güvercin” adında bir şiiri ve 3 adet tamamlanmamış roman taslağı bulundu.

 

Yeniden Türk Vatandaşlığına Alınması

2009 yılının 5 Ocak Günü “Nâzım Hikmet Ran’ın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkartılmasına ilişkin Bakanlar Kurulu kararının yürürlükte kaldırılmasına ilişkin önerge” Bakanlar Kurulu’nda imzaya açıldı.

Nâzım Hikmet Ran’a yeniden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının iade edilmesine ilişkin bir kararname hazırladıklarını ve bu teklifin imzaya açıldığını ifade eden Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek yaptığı açıklamada, 1951 yılında vatandaşlıktan çıkartılan Nâzım Hikmet Ran’ın yeniden Türk vatandaşı olmasına ilişkin önerinin Bakanlar Kurulu’nca oylanarak kabul edildiğini söyledi.

Bakanlar Kurulu’nun 05.01.2009 tarihinde aldığı bu karar, 10.01.2009 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlandı ve Nâzım Hikmet Ran, 58 yıl sonra yeniden Türk vatandaşı oldu.

Nazım Hikmet ve Aşk

Ne güzel şey hatırlamak seni :
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken…

Ne güzel şey hatırlamak seni :
bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin
ve saçlarında
vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının…
İçimde ikinci bir insan gibidir
seni sevmek saadeti…
Parmakların ucunda kalan kokusu sardunya yaprağının,
güneşli bir rahatlık
ve etin daveti :
kıpkızıl çizgilerle bölünmüş
sıcak
koyu bir karanlık…

Ne güzel şey hatırlamak seni,
yazmak sana dair,
hapiste sırtüstü yatıp seni düşünmek :
filânca gün, falanca yerde söylediğin söz,
kendisi değil
edasındaki dünya…

Ne güzel şey hatırlamak seni.
Sana tahtadan bir şeyler oymalıyım yine :
bir çekmece
bir yüzük,
ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım.
Ve hemen
fırlayarak yerimden
penceremde demirlere yapışarak
hürriyetin sütbeyaz maviliğine
sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumalıyım…

Ne güzel şey hatırlamak seni :
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken…

(Piraye İçin Yazdığı İlk Şiir)

 

Piraye için yazılmış: Saat 21-22 Şiirleri tamamını buradan okuyabilirsiniz.

“… Çok şükür aşığım. Bana öyle geliyor ki bir tek insana,  yüz milyonlarca insana,  bir tek ağaca,  bütün ormana,  tek bir düşünceye,  bir çok düşünceye ve fikre aşık olmadan yaşamak yaşamak değildir” diyen Nazım Hikmet yaşamı boyunca bir çok kez aşık oldu.

Acaba aşk mıydı yaşadıkları Nazım’ın,  sanrı olmasın sakın? O mükemmel şiirleri şairinin yüreği nasıl bir yürektir ki onca kadını sığdırabilmiştir içine…

“Mavi Gözlü Dev,  Minnacık Kadın ve Hanımelleri”
İlk büyük aşkı Nüzhet’ti. O dönemde henüz 15 yaşında olan Nüzhet ile Tanin’de yazan gazeteci Muhittin Birgen sayesinde tanıştı Nazım. Nüzhet Kastamonu’dan Tiflis’e gittikten sonra da onun peşinden gitti. O sıralar Moskova Üniversitesi’nde okuyan Nazım Hikmet,  kadınlar arasında popülerdi. Ama Nüzhet’in de oraya gelişiyle birlikte ilgisini tamamen Nüzhet’e yönelti. 1921 yılında evlendiler. Genç kadının İttihatçı olan yakın bir akrabası Nazım’ı politik görüşleri nedeniyle pek sevmiyordu. Nüzhet’e sürekli mektuplar yazıp evine geri dönmesini istiyordu. Sonunda Nüzhet ‘mavi gözlü deve’ ayak
uyduramayıp Türkiye’ye geri döndü. Bir profesörle evlendi.

Lena’yı Türkiye’ye getiremedi

Nazım Hikmet,  Nüzhet’in ardından Türkiye’ye döndü. Ama daha sonra yeniden Moskova’ya gitti. İkinci evliliğini METLA Tiyatrosu’nda tanıştığı Lena Yurçenko adlı bir hanımla yaptı. Gerçek adı Ludmilla Yurçenko olan Lena diş hekimiydi. Nazım 1928’de Türkiye’ye dönerken Lena’yı da getirmek istedi ama vize alamadı.

 “Ne güzel şey hatırlamak seni,  yazmak sana dair” 
Nazım Hikmet’in en güzel aşk şiirlerini yazdığı,  en uzun süre evli kaldığı kadın Piraye. Nazım ile Piraye genç kadın eşinden henüz boşandığı sırada tanıştılar. Sanat eleştirmeni Vedat Örfi ile 16 yaşındayken evlenen Piraye’nin iki çocuğu vardı. Bunlardan biri eleştirmen Memet Fuat Bengü. Nazım,  Piraye’yi çok sevdi. Ancak evlilik yaşamlarının 13 yılı boyunca Nazım
cezaevindeydi. Daha sonra Münevver’e aşık oldu. 1951 yılında Nazım ile Piraye’nin evliliği sona erdi.

“Günler gitgide kısalıyor,  yağmurlar başlamak üzere”
Nazım’ın Piraye’den sonraki eşi ise Münevver oldu. Nazım aynı zamanda dayısının kızı ve ressam Nurullah Berk’in eşi olan Münevver’e aşık oldu. Münevver,  kızı Renan’ı bırakmak istemediği için Nazım’ın aşkına karşılık vermeye çekindi. Nazım’ın afla cezaevinden çıkmasından sonra evlendiler. Nazım Hikmet’in tek çocuğu Mehmet Nazım,  Münevver’den doğdu. Ancak
şair,  oğlu henüz 3 aylıkken kaçtı. 1961’de Münevver İtalyan yazar Joyce Lussu’nun yardımıyla Varşova’ya Nazım’ı görmeye gitti. Ama Nazım o sırada Vera ile evliydi. Münevver ve Nazım’ın oğlu Mehmet Nazım,  ressam ve Fransa’da yaşıyor.

Galina hem doktoruydu,  hem sevgilisi

Nazım,  Türkiye’den kaçtıktan sonra doktor Galina Grigoryevna Kolesnikova ile evlendi. Galina,  Nazım’ın hem sevgilisi hem de doktoruydu. Nazım’ın hiç şiir yazmadığı tek kadındı Galina.

“Saçları Saman Sarısı,  Kirpikleri Mavi” Nazım Hikmet son eşi Vera Tulyakova 1956’da,  genç kadın henüz 24 yaşındayken tanıştı. Dört yıl sonra evlendiler. Nazım ölünceye kadar Vera ile evli kaldı.

Bu arada opera sanatçısı Semiha Berksoy,  yazar Suat Derviş ve dönemin bir başka genç yazarı Cahit Uçuk da Nazım Hikmet’in
gönlünü kaptırdığı kadınlar oldu.

1995 yılında Memet Fuat,  Piraye’nin ölümünü ”Küçük Dev Kadını Kaybettik” haberiyle verdiğinde gözyaşlarına boğulmuştum. Acıları nihayet son bulmuştu. Acıdan kasdettiğim elbette fiziksel acı değildi.

Terkedilmişlik,  aldatılmışlık ve tercih edilmemişlik…

Bir dönem kadınca dürtülerle,  hem şiirlerini çok severek okumuş hem de içten içe içerlemiştim.

ADAM Yayınlarının on kitaptanoluşan Nazım Hikmet serisinin birinci kitabı olan Nazım ile Piraye’yi okuduğumda  önünde saygıyla eğilinilecek bir aşkın,  Münevver Berk ile ilişki kurduğu için bitmiş olmasını içime sindirememiştim.

Piraye ne onurlu bir kadınmış ki,  bu konuda hiç konuşmadan,  evlilikleri,  aşkları,  sanki hiç yaşanmamış gibi,  sessizce köşesine çekilip,  ölene kadar yaşamına başka bir erkek sokmamış,  hatıralarına saygısızlık etmemiştir.

Boşandıkları 1951 yılından,  1995’e kadar 44 yıl süren bir acıyı bir başına yaşamıştır…

-Milliyet Kültür Sanat-

 

Daha önce Nazım Hikmet ile ilgili yayınladığımız makale ve yazılar;

Nâzım Hikmet Ran – Yağmur Çiseliyor (Tuncel Kurtiz)

Nâzım Hikmet Ran / Bugün Pazar

Herkes Gibisin – Nazım Hikmet Ran 

Nâzım Hikmet Ran / Hasret

Nâzım Hikmet Ran – Kimler ne dedi? (YKY)

Nazım Hikmet ve Orhan Kemal Bursa Anıları 

Bir Cezaevinde, Tercitteki Adamın Mektupları

 

 

Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
Seyir defterini başkası yazsın.
Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman.
Beni o limana çıkaramazsın…”

Bazı Eserleri

  • Memleketimden İnsan Manzaraları
  • Kafatası
  • Unutulan Adam
  • Taranta Babu’ya Mektuplar
  • Ferhad ile Şirin
  • Kuvayi Milliye Destanı
  • Kız Çocuğu
  • Tahir ile Zühre
  • Şeyh Bedrettin Destanı
  • Sevdalı Bulut

 

Hakkında Yapılan Filmler

  • Mavi Gözlü Dev
  • Bilinmeyen Yönleriyle Galina’nın Nazım’ı
  • Nazım’ın Küba Seyahati

Şiir kitapları

  • 835 Satır, (1929)
  • Jokond ile Si-Ya-u, (1929)
  • Varan 3, (1930)
  • 1 + 1 = 1, (1930)
  • Sesini Kaybeden Şehir, (1931)
  • Benerci Kendini Niçin Öldürdü, (1932)
  • Gece Gelen Telgraf, (1932)
  • Taranta Babu’ya Mektuplar, (1935)
  • Portreler, (1935)
  • Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı (1936)
  • Saat 21-22 Şiirleri, (1965)
  • Kuvayi Milliye Destanı, (1941)
  • Şu 1941 yılında (Memleketimden İnsan Manzaraları’nın 3. kitabı), (1965)
  • Dört Hapishaneden, (1966)
  • Rubailer, (1966)
  • Memleketimden İnsan Manzaraları (İlk bölüm), (1966)
  • Memleketimden İnsan Manzaraları, (1966-1967)

Oyunlarından

  • Kafatası (1932)
  • Bir Ölü Evi (veya Merhumun Hanesi) (1932)
  • Unutulan Adam (1934)
  • İvan İvanoviç var mıydı yok muydu? (1955)
  • Ferhat ile Şirin (1965)
  • Sabahat (1965)
  • İnek (1965)
  • Ocak Başında / Yolcu (iki oyun birarada), (1966)
  • Yusuf ile Menofis (1967)
  • Yolcu

Romanları

  • Kan Konuşmaz, (1965)
  • Yeşil Elmalar (yedi yazardan derleme), (1965)
  • Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim, (1967)
  • Ivan Ivanovic Var mıdır Yok mudur?, ()
  • Öteki Defterler (yarım kalmış Orası ve Zeytin ve Üzüm Adası isimli romanları, 2008)

Fıkraları

  • İt Ürür, Kervan Yürür (Orhan Selim adıyla gazetelerde yazdığı yazılar), (1965)
  • Temel ile Fadime Fıkraları (Kendi adıyla Türklere ışık tutmuştur), (1967)

Masal kitabı

  • Sevdalı Bulut, (1968)

Çeviriler

  • Preso na Fortaleza de Bursa/Yatar Bursa Kalesinde, Leonardo da Fonseca

 

 

Hakkında Yazılan Yeni Haberler

Nâzım’ın vatandaşlığı AKP’ye takıldı / Nâzım Hikmet, 1951 yılında Türk vatandaşlığından çıkarıldı. /19/05/2006

RADİKAL – ANKARA – AKP, vatandaşlık yasa tasarısına eklenecek bir hükümle büyük şair Nâzım Hikmet’in yeniden vatandaşlığa geçirilmesine ‘yasa tekniğine uymuyor’ gerekçesiyle vize vermedi. TBMM İçişleri Komisyonu’nda ele alınan tasarının görüşmelerinde, CHP’liler Nâzım Hikmet’in vatandaşlığa alınmasını istemişti. Tasarının sevk edildiği alt komisyonun CHP’li üyesi Hakkı Ülkü, tasarının ‘yürürlükten kaldırılan hükümler’le ilgili bölümüne Nâzım Hikmet’in Türk yurttaşlığından çıkarılmasına ilişkin 25 Temmuz 1951 tarihli Bakanlar Kurulu kararının da eklenmesini önerdi. AKP’liler ise ‘Bakanlar Kurulu kararlarının yasayla kaldırılamayacağı, bunun yasa tekniğine uymayacağı’ gerekçesiyle öneriye karşı çıktı ve düzenleme gerçekleşmedi. AKP’nin düzenlemeye “Nâzım’a yurttaşlık iade edilirse emsal olur ve 35 bin kişi yararlanır” endişesiyle karşı olduğu belirtildi.

58 Yıl Sonra Nazım Hikmet’e vatandaşlığı iade edilecek / 06 Ocak 2009 Salı

Nazım Hikmet’in Türk vatandaşlığından çıkartılmasına ilişkin Bakanlar Kurulu kararının yürürlükte kaldırılmasına ilişkin önerge
Bakanlar Kurulu’nda imzaya açıldı. Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek toplantı bitiminde açıklama yaptı.

Türk vatandaşlığından çıkarılan Nazım Hikmet’e yeniden Türk vatandaşlığı verilmesine ilişkin bir kararname hazırladıklarını ve bu teklifin imzaya açıldığını ifade eden Cemil Çiçek şu şekilde konuştu: “Bir diğer gündemdeki konumuz da şuydu. Nazım Hikmet’in yeniden Türk vatandaşlığına alınması. Nazım Hikmet’in Türk vatandaşlığından çıkarılmasıyla ilgili Bakanlar Kurulu kararının iptali için bir çalışma yapılmıştır. Nazım Hikmet’in Türk vatandaşlığı statüsünün tekrar kazandırılması amacıyla bir teklif hazırlanmış ve imzaya açılmıştır. 1951 yılında alınan bu karar, bugün imzası tamamlanan teklifle ortadan kaldırılmış ve Nazım Hikmet’in Türk vatandaşlığı iade edilmiştir. Bakanlar Kurulu’na göre Nazım Hikmet’in vatandaşlığa dönmesi için kararname hazırlandı.”

Çiçek, Nazım Hikmet’in Moskova’daki mezarının Türkiye’ye getirilmesiyle ilgili soruya ise “Bu sadece hükümetin verebileceği bir  karar değil” yanıtını verdi. Önce ailesinin karar vermesi gerektiğini belirten Çiçek, hükümet açısından bir sakınca olmadığını söyledi.

Türk vatandaşlığının kazanılmasına ve kaybına ilişkin usul ve esasları düzenleyen Türk Vatandaşlığı Kanunu Tasarısı yarın Meclis’te
görüşülecek!

HABERTURK.COM

 

Nazım Hikmet’in son sürprizi! / 03 Ocak 2008 Perşembe NTV
Türk şiirinin en büyük ozanlarından Nazım Hikmet’in yeni bir şiiri bulundu. Eşi Piraye’nin arşivinde “Dört Güvercin” adlı şiirin yanı sıra, yarıda kalmış üç roman taslağı da var. Taslaklar yakında Yapı Kredi Yayınları tarafından basılacak.

İSTANBUL –
geldi dört güvercin
suda yıkanmak için.
Su mahpusane yalağındaydı.
ve güneş
güvercinlerin
gözünde,
kanadında, kırmızı ayağındaydı.
girdi dört güvercin
yıkanmak için
suyun
içine.
ve kederli toprakta dört insan
baktı dört güvercine.
Güvercinler
hep beraber
güneşi taşıyıp kırmızı ayaklarında
uçabilirler.
Durdurmaz
onları demir ve duvar.
güvercinlerin yumuşak kanatları var.
Ve
kanatlar
Şimdi burda, şimdi damın üzerinde.
İnsanların kanatları yok
İnsanların kanatları yüreklerinde.

Dört güvercin
güneşe varmak
için
yıkandı, uçtu sudan.
FİŞEKÇİ: BÖYLE BİR ŞEYBEKLEMİYORDUK
Nazım Hikmet’in eşi Piraye’nin torunu Kerem Bengü’nün elindeki arşivde ilk kez bulunan “Dört Güvercin” şiiri, “Sözcükler” dergisinin son sayısında yayınlandı. İlk kez yayınlanan şiirle ilgili olarak, derginin genel yayın yönetmeni Turgay Fişekçi duygularını şu sözlerle açıkladı:
“Böyle bir şey beklemiyorduk. Nazım Hikmet’in bütün şiirleri yayınlandığını, artık yayınlanmayan hiçbir şiirinin olabileceğini tahmin etmiyorduk. Büyük bir sürpriz oldu. Bu şiiri 1938’de İstanbul Tevkifhanesi’nde yazmış ve Piraye’ye göndermiş. Sonra muhtemelen kendisi de unutmuş herhalde. Çünkü sürekli bir cezaevinden başka bir cezaevine gidiyor. Şimdiye kadar kitaplarda yer almaması  böyle açıklanabilir sanıyorum.”
Fişekçi, edebiyat çevrelerini heyecanlandıran sürpriz şiir ve yarıda kalmış roman taslakları ile ilgili olarak NTVMSNBC’ye konuştu:“BİR ŞEY BULDUK, NEDİR BU?”
Piraye, yazar Kemal Tahir ve
Nazım Hikmet. 1940 Çankırı Cezaevi.

Nazım Hikmet’in eşi Piraye Hanım’la hayatlarının 20 yılı beraber geçti. 20 yılın
yaklaşık 14 yılında Nazım Hikmet cezaevindeydi. Hem birlikte, hem ayrı ortak bir hayatları vardı. Bu süre içinde Nazım Hikmet çeşitli cezaevlerinden Piraye’ye
mektuplar dışında resimler, şiirler gönderiyordu. Yıllar boyu korumasında kaldı.

Piraye Hanım bu anlamda çok muhafazakar bir kadındı. Nazım Hikmet’ten ayrıldıktan sonra dış dünyaya çok kapalı bir hayat sürdü. Kimseyle başka bir  ilişkisi olmadı, elindeki eserleri de özenle korudu. Piraye’den sonra Piraye’nin  oğlu Mehmet Fuat bunların hepsini yayınladı. Nazım Hikmet’in pek çok eserini  Mehmut Fuat gün ışığına çıkardı. Memletketimden İnsan Manzaraları gibi çok sayıda eser, Piraye hanım sayesinde bugüne ulaştı. Yoksa bu eserler bugün  olmayacaktı. Piraye Hanım 1995’te, oğlu Mehmet Fuat 2002’de öldü. Bugün  Piraye’den kalanlar Mehmet Fuat’ın oğlu, yani Piraye’nin torunu olan Kerem  Bengü’nün elinde. Kerem Bengü ve eşi Zeynep Bengü, Piraye’nin de oturduğu evde
oturuyorlar. Zaman zaman evdeki bir takım evrakları elden geçiriyorlar. Ve bir  ay kadar önce de beni çağırdılar, “Bir şey bulduk, nedir bu?” diye. Bunun  Nazım’ın yayınlanmamış bir şiiri olduğunu anladım. Ve Sözcükler’de yayınlanması  için onlardan izin alarak dergide yayınladım.

Y. KEMAL’LE FARKLI ZAMANLARDA DÜŞÜNMÜŞ GİBİ

Ayrıca bir takım defterler bulmuşlar. Bunlar da gene Nazım Hikmet’in cezaevinde yazmaya başladığı üç ayrı roman. Piraye Hanım, Nazım Hikmet’e bir mektubunda yaklaşık olarak şöyle bir şey söylemiş: “Sıkıldığında kendine bir defter al, yazmaya
başla ve kendini rahatlat” gibi bir öğüt. Her üç defterin girişinde tırnak  içinde Piraye’nin bu sözleri var. Nazım Hikmet bu romanları bir tür Piraye’nin öğüdünü yerine getirmek için yazmış. Nazım bunları 20- 30 sayfa yazıp yarıda bırakmış. Bir tanesi çok ilginç. Adı, “Zeytin ve İncir Adası.” Bozcaada, Gökçeada gibi bir adayı anlatıyor. İçinde Rum kahramanlar var. Konu olarak son derece ilginç bir roman taslağı. Biliyorsunuz daha sonra benzer bir konuyu Yaşar Kemal işledi, “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”da yine böyle bir ada anlatılıyor. İki yazar arasında böyle aynı şeyi daha önce Nazım Hikmet düşünmüş gibi bir izlenim doğdu bu romanı okuduğumuz zaman. Bu üç roman taslağını Nazım Hikmet’in bütün eserlerini yayınlayan Yapı Kredi Yayınları yakında kitap olarak
yayınlayacak.

 

 

 

 

Ayrı Topraklarda Özgürlüğe Çarpan İki Yürek: Yannis Ritsos ve Nâzım Hikmet / Selin Süar

02/11/2010 – 07:30

Bir şey bilmiyorum – dedi – bir şeyim yok, bir şey değilim
buradaysam, dünyanın içinde, çakılmış bir büyük kanatla göğsüme,
o’dur öğrendiğim tek sözcük, söyler ağlarım-
onu tanıyorum, onunla varım, onu haykırırım rüzgâra-
uykusuz ıssız gecelerde öldürenlerin öğrettikleri
onca taşın taşlanmanın altında – yalnız bir sözcük:
Özgürlük, Özgürlük, Özgürlük.

 

Ayrı insanların yanında, ayrı topraklarda, aynı mücadeleyi vermek için yerinden yurdundan oldu ikisi de. Diktatörlerin şiddet dolu karalamalarından, gözünü kan bürüyen faşizmin saldırılarından her ikisinin de yazgısı nasiplerini alsa da, kâğıdın üzerine düşen düşüncelerinin gölgesinde barış ve aydınlık için durup soluklanan insanların kalbinde, dünya edebiyatının dallarında yeşermeye devam etti isimleri…

1 Mayıs 1909’da Monemvasia’da (Yunanistan) dünyaya gelen Yannis Ritsos, Yunan edebiyatının önemli isimleri arasında yer alır. Bugün, dünyaca tanınan sayılı Yunan şairlerinden biri olan Ritsos, şiirlerinde barış özgürlük ve demokrasi temalarını işlemiş, aynı zamanda Yunan toprağını sade bir anlatımla dizelerine dökmüştür. Ayrıntılara, nesnelere şiirlerinde sıkça rastlanır ve yalınlığından, buna rağmen çarpıcı üslubundan dolayı okuyucuyu kendi dünyasına çekip almaktadır.

Ritsos, 1924 yılının Kasım ayında kurulan Yunanistan Komünist Partisi’ne ( Κομμουνιστικό Κόμμα Ελλάδας- KKE )1931 yılında katılır. 1930’lu yıllarda Avrupa’da faşizm hareketleri hız kazanmaya başlar ve KKE, faşizme karşı mücadeleyi sağlamlaştırmak üzere Halk Cephesi’ni kurar. Yannis Ritsos, burada işçi sınıfından yoldaşlarıyla birlikte faşizme, baskıya, şiddete karşı mücadele vermeye başlar.

1934 yılında Sovyetler Birliği’nde sosyalist düzeni anlattığı ve nihilizme karşı tavır aldığı ilk şiir kitabı ‘Traktör’ yayınlanır, peşi sıra 1935’te de ‘Piramitler’ gelir. Yalın bir dil kullanarak ve imgelerin birbirini takip ettiği akıcı üslupla yazdığı, Epitaphios (Yazıtlar), halkı direnişe ve birleşmeye çağırmıştır. 1936 Ağustos’unda Ephaistos, Metaksas hükümeti yönetime geldiğinde Akropolis’te törenle yakılmıştır. Ephaistos’un önemi yalnızca, halkı direnişe çağırdığı için faşist yönetimi korkutması değildir, aynı zamanda birbirini takip eden uzun dizeler ve tekniğinden ötürü geleneksel Yunan şiirinin biçimini de değiştirmiştir.

Hayatını barışa ve özgürlüğe adayan şair, II. Dünya Savaşı’nda ilk başta İtalyanlara, ardından Almanlara ve en nihayetinde İngilizlere karşı direnen halkın yanında mücadeleye katılmıştır. Metaksas ve Papadopulos dönemlerinde diğer sanatçı ve edebiyatçılarla birlikte Ege adalarında sürgün hayatı yaşamış, aydınların baskısı sonucu ancak 1970 yılında Atina’ya geri dönebilmiştir.

1956’da yayınlanan Ayışığı Sonatı’yla Ulusal şiir ödülüne, 1976 yılında Etna-Taormina şiir ödülüne layık görülmüş ve bunun yanı sıra pek çok ulusal ve uluslar arası çapta ödüle hak kazanmıştır. Ancak aldığı en önemli ödül, “Bu ödül benim için Nobel ödülünden çok daha önemlidir” dediği ve 1977’de layık görüldüğü SSCB tarafından Nobel Barış Ödülü’ne alternatif olarak geliştirilen, Sovyet hükümeti tarafından dünya çapında barış çalışmalarına katkıda bulunduklarına kanaat getirilenlere verilen, Uluslararası Lenin Barış Ödülü’dür.

20. Yüzyıl Yunan şiirinin büyük isimlerinden olan Yannis Ritsos, 11 Kasım 1990’da Atina’da hayatını kaybetmiştir.

15 Kasım 1901 Selanik doğumlu olan Nâzım Hikmet (Ran), Türk edebiyatının önemli isimleri arasında yer alır. 20. yüzyılda yaşamış olan büyük dünya şairleri arasında bulunan Nâzım Hikmet, 1913 yılında ilk şiiri olan Feryad-ı Vatan’ı yazar. Heybeliada Bahriye Mektebi’nde 1917’de giren Hikmet, bunun ardından Kurtuluş Savaşı’na katılmak için Anadolu’ya gelir. 1918 yılında ilk kez bir dergide (Yeni Mecmua) şiiri yayınlanır. Şiirin adı “Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar mı” başlığını taşır. Sağlık nedeniyle bahriyeden ayrılan şair, Batum üzerinden Moskova’ya geçer ve Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde siyasal bilimler ve ekonomi okur. 1924 yılında Moskova’da ilk şiir kitabı yayınlanır ve sahnelenir (28 Kanunisani).

Aynı yıl Türkiye’ye döner ve Aydınlık Dergisinde çalışmaya başlar. Yazıları nedeniyle hapis cezasına çarptırılınca Moskova yolu yeniden görünür. 1928 yılında af çıkar ve büyük şair ülkesine geri döner. Başka bir dergide yazım hayatına devam eden Nâzım Hikmet’in bu kez de orduyu ayaklanmaya kışkırttığı gerekçesiyle Harp Okulu Komutanlığı ve Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi Davası ile 28 yıl hapsi istenir (1938). 12 yıl boyunca hapis hayatı sürer ve 1950’de af yasasıyla salıverilir. Aynı yıl 22 Kasım’da Dünya Barış Konseyi’nin “Uluslararası Barış Ödülü”ne Pablo Picasso, Paul Robeson, Wanda Jakubowska ve Pablo Neruda‘yla birlikte layık görülür (Nâzım Hikmet’in ödülünü, Nâzım Hikmet adına Neruda alacaktır) .

Hem öldürülme endişesiyle hem de askere alınmak istemediği için 1950’de 48 yaşındayken SSCB’ye geri döner. 25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulunca alınan kararla Türk vatandaşlığından çıkarılır. Bunun ardından Sovyetler Birliği’nde Moskova civarında bulunan Yazarlar Köyü’nde ve daha sonra Moskova’da yaşamaya devam eder. Kayıtlara göre 3 Haziran 1963’te sabahın erken saatlerinde gazetesini almak için kendi dairesinden apartman kapısına kadar yürümüş ve bu esnada kalp krizi sonucu hayatını kaybetmiştir. Cenaze törenine dünyanın çeşitli yerlerinden milyonlarca insan katılmış, Moskova’da Novo-Deviçye Mezarlığında toprağa verilmiştir.

Bakanlar Kurulu’nun 5 Ocak 2009 tarihinde aldığı kararla Nâzım Hikmet, 58 yıl sonra yeniden Türk vatandaşı olsa da, vatandaşlığa alındığı günün sonrasındaki hiçbir gazetenin köşe yazısında bile ismi geçmemiştir.

Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi olan Nâzım Hikmet, insan yaşamını konu eder. İşçi sınıfını şiirlerine aktarmasıyla emekçi sınıfın destekçisi ve yandaşı olduğunu ortaya koymuştur. Yaşam ve ölüm, savaş ve barış, emek ve sömürü, aşk, cinsellik, yurt sevgisi, sosyalizm gibi temalara eğilmektedir. Savaşın, açlığın neden olduğu durumu sosyopolitik yönleriyle detaylara dikkat ederek insan manzaralarını ve insanların içinde bulunduğu güç durumları anlatımında ustaca ortaya koyan Nâzım Hikmet’in evrenselliği, dilinin duru, anlatımının akıcı ve kelime seçimlerinin ustaca yapılmış olmasından ileri gelir.

Yannis Ritsos ve Nâzım Hikmet’in yollarının kesişmesi aynı insan sevgisi, antiemperyalist düşünce ve faşizme karşı duruştan ileri gelmiştir. Bugünkü Fransız şairlerinin en önemli isimleri arasında yer alan şair ve edebiyatçı Louis Aragon, Ritsos’un, yaşayan en büyük şair olduğunu dile getirmiştir. Aynı şekilde Şilili şair Pablo Neruda, kendisiyle karşılaştırabileceği tek şair olarak Ritsos’u göstermiştir, ancak şiirlerinde Kavafis’ten, Whitman’dan, Elliot’tan etkilenen Ritsos, özgürlüğe, barışa, insanlara ve yurduna bağlılığıyla, içtenliğine hayran kaldığı Nâzım Hikmet’in tüm bu sıfatları hak ettiğini düşünmekteydi.

Ritsos’un Nâzım için yazdığı şiirin son dizelerini de buraya ekleyerek bu iki büyük düşün ve sanat adamının umut ettikleri gibi gerçek demokrasiye, özgürlüğe ve insan sevgisine dayalı bir hayata, insanca yaşayan herkesin en kısa zamanda kavuşması dileğiyle yazımı noktalıyorum.

Ama sen Nâzım
hangi zindandan
gecenin hangi köşesinden
hangi ölümden olursa olsun
gülümsüyorsun
Dünyanın gülümseyişini koruyan
o masmavi gülümseyişinle
Nâzım kardeşim
yoldaşımız bizim
Selam selam Nâzım

Nâzım
sen bizi öyle çok sevdin
biz seni öyle çok sevdik ki
ön adınla çağırır herkes seni
herkes sen der sana
Fransa da Rusya da Yunanistan da
Aragon da Nâzım
Neruda da Nâzım
ben de Nâzım
özgürlük ki adlarından biridir senin
o senin en güzel adın
Merhaba Nâzım.

(‘Bir Ad ve Müzik Evrene Dönüşünce’ şiirinden)

Selin SÜAR

Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Film Tasarımı Yüksek Lisans Azizm Sanat Örgütü

 

Yazın Yaşamı

Nâzım Hikmet, hece vezniyle yazdığı ilk şiirlerini Yeni Mecmua, İnci, Ümit ve Celal Sahir (Erozan)’ın çıkardığı Birinci Kitap, İkinci Kitap vb. dergilerinde yayımlamıştır. “Bir Dakika” adlı şiiriyle Alemdar gazetesinin açtığı yarışmada birincilik kazanmıştır (1920). Daha sonra Aydınlık, Resimli Ay, Hareket, Resimli Herşey, Her Ay gibi dergilerde yazan Nâzım Hikmet cezaevine girdikten sonra yıllarca yayın yapamamıştır. Ancak, 1940′lı yıllarda, Yeni Edebiyat, Ses, Gün, Yürüyüş, Yığın, Baştan, Barış gibi toplumcu dergilerde İbrahim Sabri, Mazhar Lütfi takma adlarıyla ya da imzasız olarak bazı şiirleri çıkmıştır. Kuvâyı Milliye Destanı İzmir’de Havadis gazetesinde tefrika edilmiştir (1949). Destanı Yön dergisi yayınlayarak (1965) Nâzım Hikmet’i yeniden okurlara ulaştırmış, şairin yapıtına konan çemberi kırmıştır.

YAPITLARI

ŞİİR:
835 Satır (1929), Jokond ile Si-Ya-U (1929), Varan 3 (1930), 1+1=1 (1930-Nail V. ile), Sesini Kaybeden Şehir (1931), Benerci Kendini Niçin Öldürdü (1932), Gece Gelen Telgraf (1932), Taranta Babu’ya Mektuplar (1935), Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı (1936), Kurtuluş Savaşı Destanı (1965), Saat 21-22 Şiirleri (1965-Bas. Haz. M.Fuat), Memleketimden İnsan Manzaraları (1966-1967-Bas. Haz. M.Fuat, 5 Cilt), Rubailer (1966-Bas. Haz. M. Fuat), Dört Hapishaneden (1966-Bas. Haz. M.Fuat), Yeni Şiirler (1966-Bas. Haz. Dost Yayınevi), Son Şiirleri (Bas. Haz. Habora Kitabevi), Tüm Eserleri (1980-Bas. Haz. A. Bezirci, 8 Cilt).

OYUN:
Kafatası (1943), Bir Ölü Evi Yahut Merhumun Hanesi (1932), Unutulan Adam (1935), İnek (1965), Ferhat ile Şirin (1965), Enayi (1965), Sabahat (1966), Yusuf ile Menofis (1967), İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu (1985).

ROMAN:
Kan Konuşmaz (1965), Yeşil Elmalar (1965), Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim (1966).

YAZILAR:
İt Ürür Kervan Yürür (1936-Orhan Selim takma adıyla), Alman Faşizmi ve Irkçılığı (1936), Milli Gurur (1936), Sovyet Demokrasisi (1936).

MEKTUPLAR:
Kemal Tahir’e Hapishaneden Mektuplar (1968), Cezaevinden Memet Fuat’a Mektuplar (1968), Bursa Cezaevinden Vâ-Nû’lara Mektuplar (1970), Nâzım’ın Bilinmeyen Mektupları (1986-Adalet Cimcoz’la Mektuplar, Haz. Ş. Kurdakul), Piraye’ye Mektuplar (1988).

MASAL:
La Fontaine’den Masallar (1949-Ahmet Oğuz Saruhan adıyla), Sevdalı Bulut (1967).

Nazım Hikmet’in Eserlerinden Örnekler

SANATI

Şiire çok küçükken başlayan Nâzım Hikmet, ilk şiirini 3 Temmuz 1913 tarihinde, henüz 11 yaşında iken yazmıştır: “Feryâd-ı Vatan”. Bu şiir, Balkan Savaşı yengisini ve düşmanın Çatalca’ya kadar ilerlemesini konu edinen bir şiirdir. Nâzım Hikmet’in 1913-1920 yılları arasında yazdığı şiirlerde çoğunlukla bireysel konuların işlendiğini belirten Asım Bezirci, özellikle aşk teminin ağır bastığını ve “melankolik hava” taşıdıklarını yazmaktadır.

Şairin ilk gençlik şiirlerinden bazılarını Bahriye Mektebi’nde öğretmeni olan ve annesi Celile Hanım’a yakınlık duyan Yahya Kemal’in düzelttiğini Vâ-Nû belirtmektedir. Şairin yayımlanan ilk şiiri 3 Teşrinievvel 1918 tarihli Yeni Mecmua’da Mehmet Nâzım imzasıyla çıkan “Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar mı?”dır. Bu şiir, aynı ad ve imza ile sonradan Ümid dergisinde de yayımlanmıştır. Yahya Kemal tarafından düzeltilen bu şiir şöyledir: “Bir inilti duydum serviliklerde/Dedim ki: Burada da ağlayan var mı?/Yoksa tek başına bu kuytu yerde/Eski bir sevgiyi anan rüzgâr mı?”/ “Hayat inerken siyah örtüler/Umardım ki artık ölenler güler/Yoksa hayatında sevmiş ölüler/Hâlâ servilerde ağlıyorlar mı?”

Bir nokta belirtilmelidir: Nâzım Hikmet’in ilk şiirlerinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesinden, uğradığı savaş yenilgilerinden kaynaklandığı açık olan ulusal duygular da önemli yer tutmaktadır. “Kırk Haramilerin Esiri” ile “Yaralı Hayalet” bunların en güçlü örnekleridir. Teşrinievvel 1336 (1920) tarihli Yedinci Kitap’ta yayımlanan “Yaralı Hayalet” şu dizelerle başlamaktadır: “Bir gece bir odada dört arkadaş toplandık/bir uzak rüya olan geçmiş günleri andık/Gözlerimiz yaşlıydı, gönüllerimiz mahzun/Hepimiz memleketten konuştuk uzun uzun”. Daha aşağıda şu iki dize gelmektedir: “Çaldı, tanburasından tarihin sesi geldi/Dağlara yaslanarak sanki Zeybek yükseldi”.

Yurt sevgisinin, tarihsel geçmişe bağlılığın yanısıra bu şiirlerde şairin ustalaşmaya başladığı, vezni kullanmada zorlanmadığı ve daha arı bir Türkçe’ye yöneldiği de görülmektedir.

YENİ BİR ŞİİRE DOĞRU

Nâzım Hikmet, Anadolu’ya geçtikten, bir yandan savaşın bir yandan da halkın sorunlarıyla, o güne kadar yeterince farkına varamadığı gerçeklerle karşılaştıktan sonra, hece ve aruz vezni ile yetinemeyeceğini, yeni bir şiire, başka bir şiire gitmesi gerektiğini anlamıştır: “Anadolu’ya geçtim. Millet sıska, nuhtan kalma silâhı, açlığı ve bitiyle savaşıyordu Yunan ordularına karşı. Milleti ve savaşını keşfettim. Şaştım, korktum, sevdim ve bütün bunları yazmak gerektiğini sezdim. Şiirle yeni şeylerin, şimdiye kadar söylenmemiş şeylerin ifade edilmesi gerektiğini sezdim. Bu işte önce beni yeni öze göre yeni bir şekil bulmak meselesi ilgilendirdi. İşe kafiyeden başladım. Kafiyeleri mısraların sonunda değil de bir sonda bir başta denedim.”

Nâzım Hikmet, Rusya’da yeni bir dünya görüşü edinmiş, olaylara, insan ilişkilerine bakışı kökten değişmiştir. Şair artık, marksizme bağlanmış, diyalektik ve tarihsel materyalizmi benimsemiştir. Ancak, henüz eski kalıplardan da tümüyle kurtulabilmiş değildir. Örneğin, 1922 yılında Yeni Hayat dergisinde yayımlanan “Kitâb- Mukkades” adlı şiiri, dinleri eleştirmekte, bu yanıyla da içerik dönüşümünü sezdirmektedir. Bu şiirde hece vezninin aşılmasına yönelik bir çaba da görülmektedir. Nâzım Hikmet şiiri 7 ve 14 heceli dizelerle yazdığını söylemektedir: “Yaldızlı meşin kabı/Parçalanmış kitabı/Ay altında dün gece/Deli bir derviş gibi/mumu sönmüş, rahlesi yere devrilmiş gibi/Okudum saatlerce.”

MAYAKOVSKİ’NİN ŞİİRİYLE TANIŞMA

Yeni bir şiir kurmayı isteyen Nâzım Hikmet, Batum’da bir gazetede Mayakovski’nin bir şiirini görmüş ve Rusça bilmediği için içeriğini anlayamadığı bu şiirin biçimine çarpılmıştır. İlk serbest nazımla yazılmış şiiri olan “Açların Gözbebekleri”nin öyküsünü şöyle anlatmaktadır. Nâzım Hikmet: “Batum’dan Moskova’ya gelişte açlık mıntıkasından geçtik. Gördüklerim üzerimde çok tesir etti. Fakat böyle bir açlığın dahi inkılâbı yıkamayacağını haykırmak istedim. Moskova’da hece vezniyle ve bu veznin çeşitli hece kombinezonlarıyla açlığa dair bir şiir yazmak istedim, olmadı. O zaman Batum’daki şiirin şekli geldi gözümün önüne. Bunun çok iyi tanıdığım Fransız serbest vezni olamayacağına kanaat getirdim, bunun yepyeni bir şey olduğuna ve şairin böyle dalgalar halinde düşündüğüne hükmettim ve ‘Açların Gözbebekleri’ni yazdım”. Bu şiir değişik hurufat kullanımı, kırılmış mısra düzeni ile çok farklı bir şiirdir.

Nâzım Hikmet’in doğrudan doğruya Mayakovski’nin şiirini taklit ettiği yolundaki görüşler ortaya atılmışsa da bunların ciddiyeti tartışmalıdır. Gerçi, bizzat Nâzım Hikmet Mayakovski’nin şiirini gördüğünü bildirmektedir ama bu sadece görmek’ten ibarettir o yıllarda. Şunları söylemektedir: “Başlangıçta hiçbir şey anlamıyordum ondan, çünkü Rusçam kötüydü. Şimdi de tümüyle anladığımı söyleyemem. Fakat basamak biçimindeki dizelerini taklit ediyordum. Mayakovski’nin şiiriyle benimki arasında ortak yanlar: İlkin, şiir ve düzyazı; ikincisi, çeşitli türler (lirik, yergisel vb) arasındaki kopukluğun aşılması; üçüncüsü şiire siyasal dilin sokulmasıdır. Bununla birlikte, farklı biçimler kullanıyoruz onunla. Mayakovski öğretmenimdir, fakat onun gibi yazmıyorum ben”.

Kemal Tahir’e gönderdiği bir mektubunda ise daha da ilginç şeyler yazmaktadır: “Mayakovski’nin 940 senesinde neşredilen ve bir tek ciltte toplanan şiirleri elime geçti. Okuyorum. Sana bir itirafta bulunayım, aramızda kalsın, Mayakovski ile yeni tanışıyorum. Yani kendi ağzından dinlediğim bir iki şiiri müstesna, matbu şiirlerini ilk defa okuyorum. Sanat meseleleri hakkındaki görüşleri ise, seni maalesef temin ederim ki ilk defa manzurum oluyor. Fakat, aynı şartların aynı düşünceleri yaratması kaidesi kaba hattında burada da tahakkuk etti. Mayakovski ile aynı işi yapmışız. Tabii o bir çok hususlarda bu işi benden iyi yapmış, fakat tevazua lüzum yok, bazı hususlarda da, yani işin ben daha iyisini yapmışım. Bu böyle”.

ÜÇ TELLİ SAZ’DAN ORKESTRAYA

Nâzım Hikmet, Rusya’dan Türkiye’ye döndükten sonra yayımladığı ilk kitabı 835 Satır’la (1929) gerçekten de modernist bir şiir kurduğunu kanıtlar. Bu kitaptaki şiirlerde Rus fütüristlerinin, konsrüktivistlerinin etkileri bulunduğu açıktır. “San’at Telakkisi” şiirinde bu etki hemen görülmektedir: “benim/şiirime ilham veren perimin/omuzlarında açılan kanat/asma köpürlerimin/demir putrellerindendir” /-”Dinlenir/dinlenmez değil/bülbülün güle feryatları/Fakat asıl/benim anladığım dil/Bakır, demir, tahta, kemik ve kirişlerle çalınan/Bethoven’in sonatları”/-”Ben değişmem/en halusüddem/arap atına/saatte 110 kilometrelik sür’atini/demir raylarda koşan/demir beygirimin”.

Teknoloji ve hız hayranlığı, duyarlığın dışlanması, kentin karmaşasının ve kalabalığın övülmesi gibi fütürist sanatın temel özellikleri “Orkestra” şiirinde de savunulmaktadır: “Bana bak/Hey!/Avanak/Üç telinde üç sıska bülbül öten/Üç telli saz/Dağlarla dalgalarla kütleleri/ileri/atlamaz”/-”Üç telli saz/yatağını değiştirmek isteyen/nehirlerden/köylerden, şehirlerden/aldığı hızla/milyonlarla ağzı/bir tek/ağızla/güldüremez/Ağlatamaz”/-”Hey!/Hey!/Dağlarla dalgalarla, dağ gibi dalgalarla dalga gibi/dağ-lar-la/başladı orkestram!/Hey!/Hey!/Ağır sesli çekiçler/sağır/örslerin kulağına/Hay-kır-dı/Sabanlar güleşiyor tarlalarla/tarlalarla/Coştu çalgıcı başı/esiyor orkestram/dağlarla dalgalarla, dağ gibi dalgalarla, dalga gibi/ dağ-lar-la”.

Makine, daha kuşatıcı bir sözcükle söylersem teknoloji hayranlığı “Makinalaşmak” şiirinde belirtilmektedir: “trrrrrum/trrrrrrum/trrrrrum!/trak tiki tak!/Makinalaşmak/istiyorum”/-”Mutlak buna bir çare bulacağım/ve ben ancak bahtiyar olacağım/karnıma bir türbin oturtup/kuyruğuma çift uskuru taktığım gün”.

Nâzım Hikmet’in bu dönem şiirlerinin biçimsel özellikleri birkaç alt başlık altında toplanabilir:

1- Görsel Özellikler: Nâzım geleneksel dize yapısını kökünden yıkmıştır. Şiirler basamaklandırılmış bir düzen gösterirler. Sözcükler ortalarından kesilmekte, kimi zaman tek heceye indirgenmektedir.

Şair, şiirlerin kimi bölümlerini büyük harf yazmakta, değişik hurufat ve punto kullanmaktadır. Bu yüzden sayfa düzeni kendi başına bir yapı olarak belirlemektedir. Sözcükler, harfler, satırlarla neredeyse bağımsız bir varlık kazanmıştır sayfa. Şiirin anlamından çok görüşü/biçimi öne çıkarılmaktadır.

Ancak bir nokta özellikle vurgulanmalıdır: Nâzım Hikmet görsel öğeleri, salt oyun olsun diye kullanmamaktadır. Şiirin kurgusu her zaman öze göre ayarlanmıştır: Çünkü Nâzım’ın yazın anlayışı en yalın ifadesini “öz biçimi belirler” ilkesinde bulmaktadır. Bu yüzden örneğin “Makinalaşmak” şiirinin biçimi de seçilen sözcükler de hep içeriğe göre seçilmişlerdir. Trrrum, trak, tiki tak sözcükleri mekanik sesi yakalamaya yöneliktir. Aynı yöntemleri belli ölçüde kullanmış olan Ercümend Behzad’la arasındaki en büyük fark bu noktada gözlenebilir. Çünkü Ercümend Behzad, biçim/içerik birlikteliğini yeterince sağlayamadığından şiiri ya içerik ya da biçim düzeyinde açık düşer hep. Ayrıca daha sonra değineceğim gibi, Nâzım Hikmet şiirine bir doğrultu vermeyi başarır, oysa Ercümend Behzad’ın şiirinin bir doğrultusu yoktur. Şair deneyinin sonunda hiçbir şey bulmaz; herşey hep Gizil güç halindedir o şiirde.

2- Sessel Özellikler: Nâzım Hikmet’in 1929-1932 dönemi şiirleri, kendisinin de vurguladığı üzere, büyük ölçüde sözcüğün gerçek anlamında orkestrasyona dayanan ürünlerdir. Dizelerin uzunluğu/kısalığı, sözcüklerin kırılma biçimleri, kafiyelerin seçimi, yinelemeler aruz ve hece ölçülerinin kullanımı tümüyle çok sesli bir müzik parçasının melodik yapısını yansıtmaktadır. “Salkım söğüt” şiiri şu dizelerle başlamaktadır: “Akıyordu su/gösterip aynasında söğüt ağaçların/Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını/Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere/koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere/Birden/bire kuş gibi/vurulmuş gibi/kanadından/yaralı bir atlı yuvarlandı atından”. Düşen atlı ile uzaklaşıp giden atlılar arasındaki karşıtlığı vurgulamak için Nâzım Hikmet, bu kez şöyle bir yapı kurmaktadır: “Nal sesleri sönüyor perde perde/atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde”/-”Atlılar atlılar kızıl atlılar/atları rüzgâr kanatlılar/Atları rüzgâr kanat/Atları rüzgâr/Atları/At…”/-”Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat”. Ölümü somutlayan “at” sözcüğü ile ardından gelen dize, hem sessel hem içeriksel açıdan tam birlik kurmaktadır bu bölümde.

Ayrıca hemen anımsatılmalıdır ki, Nâzım Hikmet’te görsel öğelerle sessel öğeler Hep bir arada, bütünü, yapıyı belirginleştirmek amacıyla kullanılmakta, aralarında denge kurulmaktadır. “Bahri Hazer” şiirini ele alalım: Burada, batmak üzere olan bir kayık ve dalgalarla savaşan kayıkçı betimlenmektedir. Bu şiir, ayrıca Nâzım Hikmet’in, Memleketimden İnsan Manzaraları adlı başyapıtında da kullandığı sinematografik yöntemin yetkin bir ilk örneğini de oluşturmaktadır. Üstelik sesli sinemanın. Çünkü burada görüntü sesle tam bir bütünlük göstermektedir. Nâzım Hikmet’in serbest nazmı ve görsel ve sessel etkileri ve olanakları açısından götürdüğü yerle Ercümend Behzad’ın götürdüğü yer arasındaki uzaklık, tartışmaya yer bırakmayacak şekilde görülmektedir. Bu konuda Ercümend Behzad’ın iddiaları ne olursa olsun.

3- Karışık Teknikler: Nâzım Hikmet’ten bir alıntı: “Şiir, roman hikâye vesaire gibi edebiyat şubelerini yekdiğerinden, nisbî olarak ayıran şey, şekliden ziyade muhteva, hava, derinlik, mikyas farkı, velhasıl/fikir ve his sahasında gördükleri iştir.(…) Şehrin şiiri olan yeni şiirin terkibi ve tekniği daha mürekkep olmuştur”. Aynı içeriği, olayı şiirin de romanın da ele alabileceğini belirten ve şiirin kuruluşunun daha karmaşık duruma geldiğini belirten Nâzım Hikmet, kendi şiirinin yapısı konusunda da şunları söylemektedir: “Hem melodi hem armoni. Hem kafiye hem kafiyesizlik, hem ‘mısraı berceste’ hem ‘kül’. Hem solo keman hem orkestra. Yani bütün mürekkepliği ve hareketi ile, mazisi, hali ve istikbali ile realiteyi ve o realite içindeki faal insanı ‘iç’ ve ‘dış’ aleminde aksettirmesi lâzım gelen şiire uygun dinamik şekil ve ölçüler”.

Görüldüğü gibi gerçekliği geçmiş, şimdi ve gelecek boyutunda vermeyi öngören Nâzım Hikmet, daha ilk yapıtlarından itibaren karışık tekniklerden yararlanmıştır: Yani şiir ve düzyazıdan, oyun ve senaryo biçiminden, roman kurgusundan. Örneğin Jokond ile Si-Ya-U’da şair, “Paris Telsizinin Haberleri”, “Muharririn Not Defterinden”, Jokond’un Not Defterinden gibi bölüm başlıkları kullanmış, Benerci Kendini Niçin Öldürdü’de karşılıklı konuşmalara, düzyazı bölümlerine yer vermiştir.

Bunlar, o tarihe kadar Türk şiirinde ne görülmüş ne düşünülmüş uygulamalardır. Ahmet Haşim, şöyle demektedir 835 Satır dolayısıyla: “Şair, müheykel bir şekil halinde semanın maviliğine karşı durmuş, cidden tuhaf, fakat âhengi cidden emsalsiz bir garip âletin tellerini söyletiyor. Nâzım Hikmet Bey tarzını kendisi icad etmedi, bu biçimde şiirler şimdi dünyanın her tarafında yazılıyor. Nâzım Hikmet bey bu tarzı anlamış, Türkçeleştirmiş, bu iklimin toprağında tutturabilmiş büyük bir yeni şairimizdir”. Yakup Kadri ise şunları yazmaktadır: “835 Satır, Türk şiirindeki, hattâ Türk dilindeki inkılâbın ilk satırıdır. Nâzım Hikmet tâ Aşık Paşa’dan beri alıştığımız bütün nazım kaidelerin, vezin sistemlerini altüst ederek ve Türk kamusunun hudutlarını kırıp geçerek yeleleri dimdik olmuş şahlanan bir (Demir Beygir) üstünde sıcak ve acaip naralar atarak koşuyor. O, yalnız Türk şiirinde yeni bir çığır açmış bir edebiyat inkılâpçısı değil, hiç görmeye alışmadığımız bir şair tipidir”.

Mayakovski ve Klebnikov gibi Rus fütüristlerinin, “şiiri; 1-metafizik soyutlamalardan kurtararak çağdaş hayatın sınai ve politik gerçeklerini dile getirecek hale sokmak, 2-genel olarak ‘güzel’ diye kabul edilmiş köhne çağrışımları, imajları, duyguları, düşünceleri ve biçimleri terketmek, 3-kabuk bağlamış çağrışımlardan sıyrılmış yepyeni bir dil yaratmak” gibi üç ana amacı olduğunu belirten Selâhattin Hilâv, şunları yazmaktadır: “Nâzım Hikmet, çıkış noktası bakımından, yirminci yüzyılın öncü sanat ve şiir akımları içinde dolaylı olarak yer almaktadır. Sınırsız bir zenginlik taşıyan eserinde, yüzyılımızın öncü şiir anlayışlarının belli bir yöne açılmış ve aşılmış halde kaynaştığı görülür”.

Anıt – Yapıt: Memleketimden İnsan Manzaraları

Nâzım Hikmet’in beş cilt halinde yayımlanan bu yapıtı, şiirinin doruğunu oluşturmaktadır. Eski sekter tutumundan kopmakta olan Nâzım, bu yapıtta Şeyh Bedreddin’in yayımlanmasından sonra kendisiyle yapılan bir konuşmada açıkladığı hedefleri hemen hemen gerçekleştirmiştir denebilir: “Ben şiirde realiteyi bütün mürekkebliği, mazi, hal ve istikbal unsurları ile ve hareket halinde veren bir realizme ulaşmak istiyorum. Bir çok yazılarımın realizmi tek taraflıdır. Bundan dolayı da çok defa fazla haykıran bir ‘propaganda’ edası taşıyorlar. Cihanı görüş, anlayış bakımından değil, bu cihanı görüş ve anlayışını sanattaki tezahürü bakımından telakkilerim bir hayli değil”.

Türkiye’nin belli bir tarih dönemindeki insansal/ toplumsal görünümü ile bu özgül coğrafyayı da sarmalayan uluslar arası oluşumu ilişkilendirerek vermeyi amaçlayan Nâzım, Manzaralar’ı haklı olarak “kitap bir şiir kitabı değil” diye sunmakta ve “ben artık şiir yazmayacağım” diyerek, bulduğu yeni yolun kendisini ne kadar etkilediğini göstermektedir. Daha önceki çalışmalarında, Jokond, Benerci, Taranta Babu ve Bedreddin’de gözlenen “şiir/nesir ikiliğini” aştığını söyleyen Nâzım, kitabın şiir, düzyazı, tiyatro ve senaryo öğelerinin “bu çok zıtlı unsurların vahdeti olduğunu” belirtmektedir.

O yıllarda, Aragon’un Paris Köylüsü gibi gerçeküstücü yazın içinde gerçekten bir devrim yapmış sayılan kitabının düşümsel, kurgusal, anlatısal sınırlarını bile aşan bu çokbiçimli, çok amaçlı ve çok anlamlı yapıtıyla ilgili ön tasarısını şöyle açıklamaktadır Nâzım Hikmet: “1) İstiyorum ki okuyucu 12.000 mısraı bitirdikten sonra vıcık vıcık insan kaynaşan bir mahşerden geçmiş olsun, 2) İstiyorum ki bu insan mahşerinin konkre ifadesi okuyucuyla muayyen bir devirdeki, muhtelif sınıflara mensup Türkiye insanları vasıtasıyla Türkiye’nin muayyen bir tarihi devredeki sosyal durumunu anlatsın, 3) İstiyorum ki ikinci planda, Türkiye cemiyetini çevreleyen dünya durum muayyen bir devrede- anlaşılsın, 4) İstiyorum ki -nereden gelip, nerede olduğunu, nereye gidildiği? Sualine, Sahamın içinde azamî imkanlarla cevap verilsin”

Böylesine bir tasarının şiir aracılığıyla ya da salt şiirsel söylem düzeyinde gerçekleştirilemeyeceği bellidir. Ama bu tasarının, çokbiçimli bir teknik kullanması halinde bile şematizm tehlikesiyle karşı karşıya kalabileceğini de belirten Nâzım Hikmet, bu kuşatıcı plân çerçevesinde, öngördüğü gibi 300′e yakın birincil ve ikincil düzeyde kişiyi, “bazıları sona kadar” olmak üzere “perdeye çıkarmayı” öngörmüştür.

 

Sol Çizgide Nazım Hikmet

Nazım Hikmet: İşçi Sınıfına Sevdalı Bir Komünist Ozan

 

Kimilerine göre dünyaca ünlü bir şair, kimilerince “kartpostal şairi” ve kimilerince de aşklarıyla, sevdalarıyla ünlü bir şairdir Nazım Hikmet. Oysa Nazım Hikmet’i Nazım Hikmet yapan dahiyane yetenekte bir komünist şair olmasıdır. Yaşamında da ölümünden sonra olduğu gibi bazen yere göğe sığdırılamamış bazen de yerin dibine batırılmıştır. Ama kim ne derse desin Nazım Hikmet eşsiz bir komünist şair olarak yüreklerimizde yaşayacaktır. Bu yazı, onun hatırasını ve ortak davamız olan komünist bir dünya yaratma mücadelesindeki önemli yerini anmak amacıyla yazılmıştır.

* * *

1902’de doğdum

doğduğum şehre dönmedim bir daha

geriye dönmeyi sevmem

üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim

on dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği

kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu

ve on dördümden beri şairlik ederim

kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir

ben ayrılıkların

kimi insan ezbere sayar yıldızların adını

ben hasretlerin…

15 Ocak 1902’de Selanik’te doğan Nazım Hikmet, kendi Otobiyografi’sinde de söylediği gibi bir daha doğduğu şehre dönmemiş, dönememiştir. Kavgayla, mücadeleyle geçen koca bir ömür ona bu fırsatı tanımamıştır. Çocuk denecek yaşlarda şiirle ve resimle uğraşmaya başlamış, ama şiiri ve edebiyatı hiçbir zaman salt sanatsal bir uğraş olarak görmemiş, daima ezilenlerin, sömürülenlerin, haksızlığa karşı dövüşenlerin yanında yer almıştır. Yaşadığı hayata, hayatın getirdiklerine karşı tarafsız olmamış, toplumsal sorunlara karşı duyarlı olmayı, halkını ve ezilenleri aydınlatmayı bir görev olarak kabul etmiştir. Onun durduğu taraf, kaypak küçük-burjuva aydınların veya salt entelektüel kaygılarla “sanat” yapanların tarafı değil, tarih bilincine sahip, materyalist ve fikirleri uğruna mücadeleye girenlerin tarafıdır:

“Ben 1923’ten beri Türkiye Komünist Partisi üyesiyim; övündüğüm tek şey budur. Dünya tarihinde, çağının sorunları karşısında büsbütün yansız ve edilgen kalmış bir tek yazar göstermek kuşkusuz zor olacaktır. Yansız olduğu sanılabilir ve söylenebilir, ama nesnel olarak hiçbir zaman yansız olamaz.”

Nazım Hikmet’in bu yönü şiir yazmaya başladığı ilk gençlik yıllarına kadar uzanır. Özgürlükçü ve ilerici düşüncelerin beslediği bir aile ortamında büyüyen Nazım’ın şiirlerinde, içinde yaşadığı dönemin toplumsal sorunları hep yer almıştır. Emperyalistlerin pençesinde inleyen ülkesine ve halkına karşı bir sorumluluğu olduğunu düşündüğünden, ilk gençliğinde yazdığı şiirler vatanseverlik ve kahramanlık duygularıyla doludur. Öyle ki, sonunda kendisi de işgal karşıtı mücadeleye katılmak üzere Anadolu’ya geçmeye karar verir.

Sosyalist fikirlerle de ilk kez Anadolu’da tanışır. Ankara’da ve daha sonra öğretmenlik yapmak üzere gönderildiği Bolu’da yaptığı gözlemlerin ve buralarda tanıştığı sosyalistlerin etkisiyle sosyalist fikirlere olan ilgisi daha da artar. Bu kısa deneyimin ardından, devrimi bizzat görmek amacıyla Sovyet Rusya’ya gitmeye karar verir. Burada geçirdiği iki yıl boyunca siyasal kimliği iyice sağlamlaşır ve gelişir. 1923 yılında TKP’ye üye olması, artık kaderini işçi sınıfının kaderiyle birleştirdiğinin bir göstergesidir. Şiirleri ve yazılarıyla da bu kimliğini ortaya koymaktan geri durmaz. Artık onun şiiri, sosyalizm mücadelesinde ve işçi sınıfının hizmetinde bir silah olarak kullanılacak, ölümünden sonra bile on binlerce genç insan onun şiirleri sayesinde sosyalizm ve devrim mücadelesinin saflarına katılacaktır. 1923’te yazdığı Şair adlı şiirinde kendi şairliğini şöyle tarif etmektedir:

Şairim

şiirden anlarım,

en sevdiğim gazel

Anti Dühringidir Engelsin..

Şairim

bir yıl yağan yağmur kadar şiir yazdım..

Fakat asıl

şaheserime

başlamak için

Hafızı Kapital olmayı bekliyorum.

1924 Aralığında mücadeleye katılmak amacıyla tekrar Türkiye’ye döner. Bir yandan TKP’nin merkez yayın organı Orak-Çekiçgazetesine ve Aydınlık dergisine yazılar, şiirler yazarken diğer yandan da partinin örgütlenme çalışmalarına katılır. Polis takipleri, tutuklamalar ve mahkemelerle geçen 5 yıl içerisinde bir kez daha yurt dışına çıkar ve geri döner. Uğruna hayatını ortaya koyduğu partisi için Kemalist diktatörlüğün en azılı saldırılarına maruz kalır. Ama o, bu yolda büyük fedakârlıklara katlanmış ne ilk ne de son devrimci olduğunun da bilincindedir. Kaybettiği yoldaşlarının anısına Güneşi İçenlerin Türküsü’nü kaleme alır:

Ölenler

dövüşerek öldüler;

güneşe gömüldüler.

Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!

                            Akın var

                                      güneşe akın!

                          Güneşi zaptedeceğiz

                                      güneşin zaptı yakın!

1929 yılı ise, hayatında ikinci bir dönüm noktasını oluşturur. Bir yandan şiirleriyle edebiyat dünyasında fırtınalar estirirken, öte yandan TKP içinde parti merkeziyle ve Şefik Hüsnü’yle ciddi bir polemiğe girmiş, karşılıklı eleştirilerin artık partinin günlük faaliyetini bile etkilemeye başlaması nedeniyle TKP merkeziyle arası iyice açılmıştır.

Günlük olaylardan, yurt ve dünya sorunlarına kadar pek çok konuda yazı ve şiirler yazan Nazım Hikmet, bir yandan da egemen sınıfların ve emperyalistlerin uşaklığını yapan edebiyat anlayışlarına karşı savaş bayrağını açmıştır. Gerçek sanatın halkın hizmetinde olması gerektiğini düşündüğünden, eserlerinde ezilenlerin ve sömürülenlerin daha iyi bir dünya kurma mücadelesine ses vermekte, kurtuluş kılavuzunun Marksizm olduğunu yinelemektedir.

Parti politikalarına bir türlü uyum sağlayamadığı ve parti merkeziyle arasının gittikçe açıldığı bu dönem, Şefik Hüsnü’nün parti üzerinde otoritesini kurmuş olduğu yıllardır. Şefik Hüsnü ile sürekli sert tartışmalara girdiğinden, sonunda iş Nazım’ın parti merkezinden tamamen kopmasına kadar varır.

1929 yılı ortalarında Pendik yakınlarındaki Pavli adasında kendisinden başka 7 kişinin daha katıldığı bir toplantı düzenler. Toplantıya katılanlardan Zeki Baştımar, Komintern’in TKP merkezinden yana çıkması üzerine sonradan bu muhalif komiteden ayrılmış, diğerleri ise Komintern’in talimatı üzerine “Troçkistlik ve polis muhalefeti” suçlamasıyla partiden atılmışlardır. Ancak Nazım Hikmet ve grubu bu hükmü tanımamış ve kendilerini gerçek TKP saymaya devam etmişlerdir. Yine de Nazım’ın başlattığı bu muhalefet, uzun süre devam etmesine rağmen hiçbir zaman istenen etkiyi yaratmamıştır.

Nazım’ın TKP merkezine karşı yürüttüğü muhalefetin ardından gelen 30’lu yıllar, CHP’nin tek parti iktidarının Avrupa’da yükselen faşizmin etkisine girmeye başladığı bir dönemdir. Devletçilik politikaları ile yaratılan baskıcı ortamda, devlet güya “sınıflar üstü” bir konuma yükseltilerek, “milli şef”in önderliğinde parti ve devletin birliğini hedefleyen faşizan bir yönelime girilmiştir. Yasakların ve baskıların alabildiğine arttığı bu koşullarda, zaten daha 1925’lerde komünist düşüncelerin basın-yayın yoluyla propaganda edilmesi yasaklandığından, Nazım birçok kereler sorgulanır, tutuklanır ve çeşitli baskılara maruz kalır. Ama her şeye rağmen mücadelesini sürdürür ve fikirlerini şiirlerinde dile getirmekten geri durmaz:

İtalya’da faşizm

Emilialı büyük toprak kontlarının asâlarından

ve Romalı bankerlerin demir kasalarından

geçip

İL DUÇE’nin dazlak kafasında dank demiş

bir nuuurdur

Taranta – Babu..

Bu

nur

yarın

inecektir üstüne

Habeş ovalarında mezarların.

Fakat askeri ve sivil bürokrasi içinde çöreklenmiş olan faşist kadroların gözünde, artık Nazım Hikmet gibi komünistlerin defterinin dürülmesinin zamanı gelmiştir. Böylece, Nazım Hikmet’e ve TKP kadrolarına karşı bir komplo hazırlanır.

Ocak 1938’de son derece düzmece iddialarla gözaltına alınır ve hemen Divan-ı Harbe sevk edilir. Önce Harp Okulu öğrencileri arasında komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılanır ve 15 yıl ağır hapis cezası alır. Henüz Harp Okulu davasının yankıları sürerken bu kez de bir Donanma Olayı patlak verir. Yavuz zırhlısındaki askerlerin dolaplarında Nazım Hikmet’in şiir kitaplarının bulunmasıyla birlikte “donanmayı isyana teşvik”le suçlanır. Hakkında hiçbir delil olmadığı halde tamamen keyfi kararlarla yargılanır ve 15 yıl daha ceza alır. Önceki mahkûmiyeti de hesaba katılarak cezası 28 yıl 4 aya indirilir.

Olay hem yurt içinde hem de yurt dışında büyük sansasyon yaratır. Nazım Hikmet’in ve onunla birlikte pek çok solcu, muhalif ve aydının böylesi kasıtlı ve düzmece suçlamalarla keyfi biçimde hapsedilmeleri karşısında tepkiler yükselmeye başlar. Özellikle dünya basınında Türkiye’nin faşist bir rejime sürüklendiği yönünde yazılar çıkmaya başlar. Kendisi de davasını Fransa’daki “Dreyfus” olayına benzetir ve Nazım Hikmet mahkemedeki konuşmasında durumu, “Bu bir komplodur. Önceden senaryo edilmiş bir komplo olduğu mahkeme aşamalarındaki, çocukların verdiği ifadelerden de bellidir” diyerek ifade eder.

31 Ağustos 1938’de İstanbul (Sultanahmet) cezaevine yollanan Nazım Hikmet, orada Kemal Tahir ve Hikmet Kıvılcımlı ile birlikte hapis yatar. Buradayken uzun yıllarını alacak olan Kuvâyı Milliye Destanı’nı yazmaya başlar. Amacı emperyalist işgalcilere karşı çeşitli fedakârlıklara katlanarak mücadele vermiş bir halkın portresini çizmek, bu savaşta hayatını ortaya koyanların anısını yaşatabilmektir. Savaşı verenlerin Kemalist kadrolardan ibaret olmadığı, destanı asıl yazanların kimler olduğu ustaca resmedilmiştir:

Onlar ki toprakta karınca,

suda balık,

havada kuş kadar

çokturlar;

korkak,

cesur,

câhil,

hakîm

ve çocukturlar

ve kahreden

yaratan ki onlardır,

destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.

Zorlu ve çileli günler yaşamasına rağmen umudunu ve inancını korumaktadır. Cezaevindeki günlerini de boş geçirmez. Mektuplarıyla Kemal Tahir’i, konuşmalarıyla da Orhan Kemal ve İbrahim Balaban’ı yetiştirir. Ayrıca kendisiyle birlikte mahkûm edilmiş olan Harp Okulu öğrencileriyle de aynı cezaevinde olduğundan onlarla da ilgilenme fırsatı bulur. Bu gençlerin hepsi de ileride şair, edebiyatçı ve ülke sorunlarına duyarlı insanlar olarak yetişirler. Birlikte olduğu tutuklulara Fransızca öğretmeye başlar. Hatta hapishane müdürüne aldırttığı 3 adet dokuma tezgâhını diğer mahkûmlarla birlikte çalıştırarak yoldaşlarına, arkadaşlarına ve ailesine para bile gönderir. Kısacası Nazım Hikmet uzun hapislik yaşantısı boyunca karamsarlığa kapılmamak, mücadeleyi bırakmamak ve yaşamı her zaman ciddiye almak gerektiğini savunmuştur:

Yaşamak şakaya gelmez,

Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın

Bir sincap gibi mesela,

Yani, yaşamın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,

Yani, bütün işin gücün yaşamak olacak

Yaşamayı ciddiye alacaksın,

Yani o derecede, öylesine ki,

Mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,

Yahut kocaman gözlüklerin,

Beyaz gömleğinle bir laboratuarda

İnsanlar için ölebileceksin,

Hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,

Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,

Hem de en güzel, en gerçekçi şeyin

Yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Ne var ki, içeride olmanın ve dışarıda yürüyen kavgaya katılamamanın verdiği burukluktan da kurtulamaz. Devlet desteğini arkalarına almış olan ırkçı ve faşist gruplar, ilerici ve sol düşünceli aydınlara saldırmakta, gazeteleri ve dergi bürolarını basmaktadırlar. Cezaevinde bulunan Nazım, tüm bu olaylara ve alabildiğine baskıcı uygulamalara karşı “bir şey yapamamanın” ezikliğini yüreğinde hissetmektedir. Sadece Türkiye’de yükselişe geçen gericiliğe ve faşizme karşı değil, dünyanın diğer ülkelerindeki gericiliğe ve faşizme karşı da güçlü kalemiyle dile getirir düşüncelerini:

Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim

Akarsuyun

Meyve çağında ağacın

Serpilen gelişen hayatın düşmanı

Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına

-çürüyen diş, dökülen et-

bir daha dönmemek üzere yıkılıp gidecekler

ve elbette sevgilim, elbet

dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya

dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle; işçi tulumuyla

bu güzelim memlekette hürriyet…

Açlık grevine yatar, ara verir, tekrar başlar… Ama umudunu hiçbir zaman yitirmez. Oğlunun durumuna dayanamayan annesi Celile Hanım da, 65 yaşında olduğu halde açlık grevine başlar. Bir yandan da Galata köprüsünün başında oğlu için imza toplamaktadır. Hastanede yanına gelen annesinin eline Nazım Hikmet aşağıdaki şiiri tutuşturur:

Kardeşlerim!

Size söylemek istediklerimi

Doğru dürüst söyleyemiyorsam eğer

Kusura bakmayın

Sarhoşum, başım dönüyor biraz

Rakıdan değil

Açlıktan hafif tertip

Kardeşlerim!

Avrupalım, Asyalım, Amerikalım,

Ben bu Mayıs ayında

Ne hapisteyim, ne açlık grevinde

Yatıyorum çimenin üstünde geceleyin

Gözleriniz yıldızlar gibi başucumda

Ve elleriniz bir tek el gibi avucumda.

14 Mayıs 1950’de Demokrat Partinin iktidarı ezici bir çoğunlukla kazanmasıyla birlikte umutlanan dostlarının tavsiyeleri üzerine, sağlığı iyice bozulan Nazım Hikmet açlık grevine son verir. Uzun ve zorlu çabalardan sonra çıkan af yasasından yararlanarak 13 yıl 5 ay sonra özgürlüğüne kavuşur.

Ne var ki, tutsaklığı bitmesine rağmen polis peşini bırakmaz. Sürekli izlenmekte, kapısında polis arabaları beklemektedir. Nereye giderse, ne yaparsa polis tarafından takip edilmektedir. Kısa bir süre sonra da askere çağrılır. 50 yaşında ve kalbinden rahatsız olan Nazım Hikmet, çürük raporu ile ordudan atılmış olmasına rağmen tekrar “er” olarak askere çağrılmasının altında başka niyetler olduğunu düşünmektedir. 17 Haziran 1951’de Karadeniz’de kendisini alacak bir gemiye rastlama umuduyla Tarabya sahilinden kalkan bir sürat motoruyla denize açılır ve çok sevdiği memleketinden bir daha dönmemek üzere ayrılmış olur. Maceralı bir yolculuğun ardından 29 Haziran’da Moskova’ya varır. Artık Nazım için hasret dolu günler başlamıştır.

Kısa bir süre sonra Dünya Barış Konseyi’ne seçilir. Kendisine Polonya pasaportu çıkartılır ve ülke ülke dolaşarak barış elçiliği yapar. Bu ülkelerle ilgili duygularını, izlenimlerini yansıtan pek çok şiir kaleme alır, fakat sevdiği toprakları, karısını ve oğlunu bir türlü unutamaz:

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda.

Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.

Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril,

koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.

Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.

Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul’a.

Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.

Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul’u.

Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda.

Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında

25 Temmuz 1951’de bakanlar kurulu kararıyla vatandaşlıktan çıkartılır. Kararın gerekçesi “…komünizmi yaymak maksadını gütmek, neşriyatıyla Sovyet hükümetinin verdiği hizmeti ifa etmek” olarak açıklanır. Nazım için bundan sonraki yıllar, hastalığı ve hasretliği ile geçecektir. 1952’de Çin gezisinde ağır bir kalp krizi geçirir.

Dışarıda geçirdiği ilk yıllarında ve özellikle de Doğu Bloku ülkelerini gezip gördükçe şaşkınlığa düşmekten kendini alamaz. SSCB’deki rejim ve bu ülkelerdeki durum, ona, yıllarca sosyalizm diye bilinen bu toplumlarda yaşananların, anlatılanlardan çok farklı olduğunu gösterir. Gözünün önündekileri görmemek gibi bir adeti olmadığından, bu dönemde yazdığı bazı şiir ve oyunlarda alttan alta bürokrasiyi yermeye başlar. Hatta bu düşünceleri bir süre sonra Sovyet bürokrasisi tarafından da fark edilir ve İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu? gibi oyunlarının sahne alması engellenir. Kendisine de ima yollu uyarılar gönderilmeye başlanır.

Aynı yıl Adnan Menderes’in başbakanlığındaki TC hükümeti SSCB’ye karşı kurulmuş olan NATO’ya girebilmek için Kore Savaşına asker gönderme kararı alır. Türkiye’nin Amerikan emperyalizminin kanlı planlarına ortak edilmesine tepki duyan Nazım, sürekli olarak Demokrat Parti hükümetini eleştiren yazılar ve şiirler yayınlamaya başlar. Açılışı 23 Sentlik Asker ve Davet şiirleriyle yapar:

Hayat pahalı biraz bizim memlekette

Mesela iki yüz elli gram et alabilirsiniz,

Koyun eti,

Ankara’da 23 sente,

Yahut iki kilo kuru soğan,

Yahut bir kilodan biraz fazla mercimek

Elli santim kefen bezi yahut,

Yahut da bir aylığına

Yirmi yaşlarında bir tane insan

Erkek

Bu arada Türkiye’deki ailesiyle görüşmesine izin verilmemektedir. Nazım içindeki hasret duygularını Karlı Kayın Ormanında şiirinde dile getirir. 1956 Şubatında çok sevdiği annesinin de ölümüyle iyice sarsılır. Ancak tüm acılarına ve hüzünlerine rağmen mücadeleden geri durmaz.

Onun şiiriyle ve konuşmalarıyla boş durmaması, dışarıdan da olsa ülkesinin ve dünyanın sorunlarına yönelik çalışmalarına devam etmesi TC hükümetini de fazlasıyla rahatsız etmektedir. Vatandaşlıktan çıkarılmış bile olsa Nazım Hikmet’in şiirleri her yaştan ve kesimden insanların üzerinde muazzam bir etki yaratmaktadır. Onun şiirlerini okumak, dinlemek ve söylemek bile egemenlerin şimşeklerini üzerine çekmek için yeterlidir. Fakat bu baskılar onun şiirlerinin gücünün ve etkisinin artmasından başka bir şeye yol açmaz. Sağcı bir gazetede yer alan “Nazım Hikmet Vatan Hainliğine Devam Ediyor Hâlâ” başlıklı yazı üzerine, Nazım Hikmet de vatan hainliği üzerine düşüncelerini dile getiren bir şiiriyle cevap verir:

Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt

hainiyim, ben vatan hainiyim.

Vatan çiftliklerinizse,

kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,

vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,

vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,

fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,

vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,

vatan, mızraklı ilmihalse, vatan, polis copuysa,

ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,

vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,

vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,

ben vatan hainiyim.

Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:

Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

O, Demokrat Partinin halk düşmanı ve emperyalizmin uşaklığından ödün vermeyen politikalarını eleştirirken Türkiye’de de yeni bir dönemin doğum sancıları başlamıştır. 27 Mayıs darbesine yol açan öğrenci olayları ve gösteriler onu o kadar heyecanlandırır ki, ülkeye gizlice dönmeyi bile düşünür. Kavgada yere düşenlere ve geride kalanlara Beyazıt Meydanındaki Ölü ve Hürriyet Kavgası adlı şiirleriyle ve yazılarıyla seslenir.

“Yalnız şiirlerim kendi memleketimde basılmadı, yalnız halkımın beni işitmesine izin verilmedi. Bu benim yaramdır. Bir şair için bundan acı bir şey olamaz. Ben bu şiirleri her şeyden önce kendi halkım için yazdım. Fakat herkes okuyor, o okuyamıyor.”

1962’deki Asya-Afrika Yazarlar Birliğinin kurultayında Çinli delegelerle arasında çıkan bir gerginlik yüzünden, Nazım’ın şiirleri, Çin’deki Kültür Devrimi sırasında Pablo Neruda ve Bertold.Brecht’in şiirleriyle birlikte yakılır. Ayrıca Ekim 1961’de yapılan SBKP’nin 22. Kongresine de çağrılmamıştır. Nazım bir şeylerin ters gittiğini hissetse de sebebini anlayamaz, öfkelenir:

“Bütün muhabirler orada, hatta burjuvalar bile, ama beni çağırmadılar! Yoksa ben burjuva muhabirlerden daha mı tehlikeliyim? Unuttular mı, yoksa çağırmak mı istemediler beni?”

Bu sorularının cevabını hiçbir zaman alamayacak, ama eleştirilerine devam etmekten de geri durmayacaktır. Ocak 1962’de SSCB pasaportunu aldığında SBKP Merkez Komite üyelerinden biri kendisine yaptığı açıklamada, onu kurultaya getirmesini TKP’nin harici büro üyesi İ. Bilen’den defalarca istediklerini, fakat İ. Bilen’in her seferinde kendisinin gelemeyecek kadar hasta olduğunu söylediğini anlatır. Bu olay Nazım’da adeta şok etkisi yapar. Bilen’in kendisini kıskandığını, hatta yerini kaptırmaktan korktuğunu düşünür. Kendisinin yıllarca partinin yönetici kadrosundan uzak tutulmasını da buna bağlar. Ayrıca İ. Bilen koyu bir Stalinistken kendisinin sürekli Stalin’i eleştirmesinin de SBKP’nin tavırlarını etkilediği kanaatine varır. Yine de kalemini sivriltmekten geri durmaz:

Taştandı tunçtandı kağıttandı iki santimden yedi

metreye kadar

Taştandı tunçtandı ve kağıttan çizmeleri şehrin

Bütün meydanlarında

Yok oldu bir sabah

Yok oldu çizmesi meydanlardan

Çorbamızdan bıyığı

Odalarımızdan gözleri

Ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce ton taşın

Tuncun alçının ve kağıdın

1961’de Pravda ve Literaturya gazetelerinde yayınlanan bu şiirinde, Stalin’in diktatörlüğüne çatar. Tüm bu düşünceleri ve şiirleri Sovyet düşmanlığı şeklinde yorumlanır. Hatta 1963’te Lenin ödülünün kendisine verilmesi bile engellenir. Ancak her şeye rağmen Nazım, partisine olan inancı ve bağlılığından dolayı ciddi bir mücadeleye girmekten kaçınır. Dost gibi görünen düşmana karşı üstü örtülü bir üslup kullanmakla yetinmek zorunda kalır:

artık şaşırtmıyor beni dostun kahpeliği,

elimi sıkarken sapladığı bıçak.

Maalesef hayatının bu son yıllarında parti ve devlet bürokrasisinin entrikalarıyla da uğraşmak zorunda kalmıştır. Gittikçe artan yurt özlemi ve bir şeyler yapamamanın verdiği acıyla son eşi Vera’ya “Ülkemden ayrılmakla hata ettim. Halkının geleceği için mücadele eden insanın halkıyla canlı bir bağ içinde olması gerekir, ülke içinde mücadele etmesi gerekir. Bugün gerçekçi olan tek yol budur. Öldürülürdük. Fakat ne çıkar bundan? Birkaç yüz şiir daha az yazılmış, ne önemi var bunun?” diyecek, hiç değilse ölünce Anadolu’da bir köy mezarlığına gömülmesini isteyecektir:

Yoldaşlar nasip olmazsa görmek o günü,

Ölürsem kurtuluştan önce yani,

Alıp götürün

Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni.

Yıllarca çektiği acılara, sıkıntılara, hasretliğe yiğitçe göğüs geren Nazım’ın kalbi, sonunda 3 Haziran 1963’te susar…

“Oturuk, bacakları uzanık, kolları iki yanına düşük, gazete ve mektuplar önüne saçık, mavi gözleri yarı açık” bir halde bu mavi gözlü dev, hayata veda eder.

Moskova’da Novo Deviçiye mezarlığına gömülür. Burası Çehov, Gogol, Mayakovski, Ostrovski gibi pek çok ünlü yazar ve şairin yattığı bir yerdir. Mezarına, üzerinde Nazım Hikmet’in kabartma figürü ve imzası bulunan kara mermerden bir anıt dikilir.

* * *

Nazım Hikmet’in ölümü bile onun şiirlerinin ve mücadelesinin sonraki kuşaklar boyunca dilden dile, ağızdan ağza aktarılmasını engelleyememiştir. Vatandaşlıktan çıkartılmış, şiirleri uzun yıllar boyunca yasaklı kalmıştır. Yaşamının büyük bir kısmı hapislerde ve yurt dışında geçmesine rağmen, egemenlerin korkusu bugün de devam etmektedir.

Ölümünün üzerinden 41 yıl geçmiş olsa da onun üzerine çok fazla şey söylemek, aşklarıyla, şiirleriyle, komünistliğiyle ve daha pek çok yönüyle ondan bahsetmek mümkündür. İşin aslı o, eksiğiyle fazlasıyla sadece bir insandır. Zaaflarını görmezden gelip göklere çıkaranlar da, onu yerden yere vuranlar da aynı ölçüde haksızdırlar.

Fakat Nazım Hikmet aynı zamanda, kısa süren hayatına sıradan bir insandan çok daha fazla şeyi sığdırabilmeyi de başarmış bir insandır. Hayatını tüm yönleriyle ve ayrıntılarıyla ele almak da kuşkusuz böylesi bir yazının sınırlarını fazlasıyla aşacaktır. Ölüm yıldönümünde onu hatırlatırken belli noktalara vurgu yapmak kaçınılmazdır.

Egemen sınıflar ve onların temsilcileri, Nazım’ın kavgacı, mücadeleci yanını, komünistliğini unutturmaya, sadece aşklarıyla, yurt sevgisiyle dolu yönlerini vurgulamaya çalışırlar. Onlara yakışan da budur zaten. Oysa Nazım’la aynı davayı savunan bizler için onun unutulmaması ve unutturulmaması gereken yanı devrimciliği, komünistliği ve hamuru bunlarla yoğrulmuş üstün şairliğidir.

En çok övündüğü şey 1923’te TKP’ye üye olmasıdır. Ölünceye değin partisi ve sosyalizm mücadelesi yaşamının merkezinde kalmıştır. Ne aşkları ne de hayatın getirdiği zorluklar onu ideallerinden ayırmaya yetmemiştir. Uzunca bir dönem partisinden koparmaya çalışmışlarsa da, o inatla direnmiştir. Partiye ve partili mücadeleye verdiği önemi şiirinde de dile getirmiştir.

Türkiye Komünist Partisi,

T.K.P.’em benim,

Seni düşünüyorum.

Sen dünümüz, bugünümüz, yarınımızsın,

En büyük ustalığımız,

En ince hünerimizsin.

Sen aklımız, yüreğimiz ve yumruğumuzsun.

Dünyada bir anılır şanlı soyun var:

Sen küçük kardeşisin V.K.P. (B) nin.

Sen bana bugün

Mübarek alnındaki yara yerinle

Ve işçi bileklerinde zincir izleriyle göründün,

Yürüyorsun dimdik, pırıl pırıl.

Ömrümde yalnız seninle

                Ve senin safında olmakla övündüm…

Partisiyle birlikte işçi sınıfının kurtuluşu için verdiği mücadele bir ömür boyu devam etmiştir. Ama işçi sınıfına bakışı, “yol arkadaşlığı”ndan öte bir düzeydedir. Kimi zaman aç yığınlar olarak, kimi zaman korkak ve cesur görünerek karşısına çıksa da, o her zaman geleceği ve ümidi görmüştür işçi sınıfının bağrında…

Türkiye işçi sınıfına selâm!

Selâm yaratana!

Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selâm!

Bütün yemişler dallarınızdadır.

Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir,

haklı günler, büyük günler,

gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan,

ekmek, gül ve hürriyet günleri.

Düşmanı yenecek işçi sınıfımıza selâm!

Paranın padişahlığını,

karanlığını yobazın

ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selâm!

Ve işçi sınıfının davası uğruna verdiği mücadelenin zafere ulaşacağına dair inancı bir an olsun eksilmemiştir. Güneşli güzel günler göreceğimizden, motorları maviliklere süreceğimizden şüphesi yoktur. Ama zaferin kendiliğinden, kolaylıkla geleceğini de düşünmemektedir:

Varılacak yere

kan içinde varılacaktır.

Ve zafer

artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar

tırnakla sökülüp

koparılacaktır…

Zafere giden yolda işçi sınıfı, mücadelesini bir yapı ustasının hüneriyle inşa etmeli, sabırlı ve fedakar olmalıdır. Yapıcılar türkü söylese de, “yapı türkü söyler gibi yapılmıyor” der.

İnsanlığı el kapılarını kapatmaya, insanın insana kulluğunu yok etmeye çağırır. Bir ağaç gibi tek ve hür, ve bir orman gibi kardeşçesine yaşamaya çağırır. Sosyalizmi anlatırken küçük-burjuva entelektüellerinin veya akademisyen bozuntularının yapaylığından ve sözde derinliğinden çok uzaktır. Amacı tam da anlaması gerekenlere sosyalizmi anlatmaktır:

Sosyalizm,

Yani şu demek ki, dayı kızı,

Sosyalizm,

Senin anlayacağın yani,

El kapısının yokluğu değil de

İmkansızlığı.

Sosyalizm

Devirmek dağları elbirliğiyle

Ama elimizin öz biçimini,

Öz sıcaklığını yitirmeden.

Sevgilimizin bizden ne şan, ne para,

Vefadan başka bir şey beklemeyişi…

Sosyalizm,

Yani yurttaş ödevi sayılması bahtiyarlığın,

Yahut mesela,

-bu seni ilgilendirmez henüz-

esefsiz,

güvenle,

emniyetle,

gölgeli bir bahçeye girer gibi

girebilmek usulcacık ihtiyarlığa,

ve hepsinden önemlisi,

çocukların, ama bütün çocukların,

kırmızı elmalar gibi gülüşü…

Onun gözünde dava uğruna verdiği kavgasıyla yaşamı bir bütündür. Bu yüzden sevdalarını ve aşklarını ne gizler, ne de ideallerinin önüne koyar. Yeri geldiğinde gözü hiçbir şeyi görmeyen bir aşık, yeri geldiğinde en sevdiği insandan ve mutlu bir yaşantıdan bile uğruna vazgeçebilecek kadar davasına bağlı bir komünisttir. Aşık olmayı ne sadece iki insan arasında ne de sadece cinsel açıdan düşünür. Ona göre insan tutkuyla aşık olabileceği gibi, uğruna hayatını ortaya koyabileceği bir ideale de aynı ölçüde bağlanabilir: “Bana öyle geliyor ki, bir tek insana, yüz milyonlarca insana, bir tek ağaca, bütün bir ormana, bir tek düşünceye ve fikre aşık olmadan yaşamak, yaşamak değildir.” Ona göre aşık olmak ayıp değil, marifettir:

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da

hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,

bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte

yani yürekte.

Meselâ bir barikatta dövüşerek

meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken

meselâ denerken damarlarında bir serumu

ölmek ayıp olur mu?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da

hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Diyebiliriz ki Nazım Hikmet, aşklarını ve ideallerini bir bütün içerisinde yaşamına sığdırabilmiş ender insanlardan biridir. Yeri gelmiş açlık grevinde, yeri gelmiş yoksulluktan açlık çekmiştir. Partisi uğruna her türlü fedakârlığa katlanmış, ama yıkılan putların altında da ezilmemiştir. Ölümle yüz yüze geldiğinde bile umudunu kaybetmemiştir. Yaşamı boyunca kimseye el açmamış, kimseden medet ummamıştır. Birçok aydının aksine davasına kendisini adadığı işçi sınıfına yabancılaşmamış, sırtına aldığı yükü dirençle, şarkısı tükenip bitmeden ve cennetini kaybetmeden, bilge bir savaşçı gibi taşımıştır. O, işçi sınıfına ve sosyalizm davasına inancı tam bir komünisttir.

Tuncay Alp 2 Haziran 2004 / marksist.com

 

Dostlarının Ağzından Nazım Hikmet Ran

  Attila İlhan 

“Yaşarken çektirdiler, şimdi doğumunu kutluyorlar”…

“Nazım Hikmet’in bir zamanlar durumunu anlatan bir mektup var benim elimde. Annesi Celile Hanım’ın Müzehher Va-Nu’ya yazdığı bir mektup bu. Celile Hanım, Nazım Hikmet’in cezaevinde intihar edebileceğini söylüyordu mektupta. Şimdi bunu unutup Nazım Hikmet’in doğum yıldönümünü kutluyorlar.

Ben Hazım Hikmet’i kurtarma kampanyasında Paris’te etkin olarak görev yapmıştım. Nazım ağır hapis cezasını, komünizm propagandası yapmaktan değil, Türk Hükümeti’ni yıkmaya teşebbüsten yemişti. Bu mümkün olamayacak, akla bile gelmeyecek bir durum. Nazım Hikmet yaşarken ona o kadar çektirdiler şimdi de kutluyorlar. Bu bir skandaldır. “

www.Hurriyetim.com.tr

Ataol Behramoğlu 

‘şair’ Nazım Hikmet’i değerlendiriyor…

– Bir şair olarak Nazım Hikmet’in Türk ve dünya şiiri içindeki yerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

– Nazım Hikmet, çağdaş Türk şiirinde en önemli devrimi gerçekleştirmiş bir şairdir. Bu devrim, şiirin teknik alanında “özgür koşuk” diye adlandırılan bir yenilikçi harekettir. Kaynağında hem Türk şiirinin 19’ncu yüzyıl sonlarındaki gelişmeleri, hem Fransız “özgür koşuk” hareketi, hem Rus modernizmi ve bütün bunların Nazım Hikmet tarafından Türk dili temelinde gerçekleştirilmiş sentezi söz konusudur.

Bu aynı zamanda şiir dilinin o güne kadar kullanılmamış sözcüklerle zenginleştirilmesi, yepyeni uyum, ses ögeleri kazanmasıdır.
İçerikte de yenilikçi bir şairdir. Yine çok az ilgilenilmiş konular, temalar denebilir ki insan yaşamının tüm alanları Nazım Hikmet’le birlikte şiirin konusu durumuna gelmiştir.

– Nazım Hikmet, devlet yönetimi tarafından önce inkar edildi sonra birden bire ona ve şiirine sahip çıkılmaya başlandı..

– Yaratıcılığının ilk dönemlerinde de siyasi görüşleri nedeniyle, siyasal yönetimlerin tepkisini çekmekle birlikte, özellikle sanat ortamında çok popüler olmuştu. Dönemin bütün sanatçılarının, her kuşaktan yazarların ve şairlerin ilgisini ve hayranlığını kazanmış bir şairdi. O yıllarda da tutuklandığı, cezaevinde kaldığı oldu. Fakat 30’lu yıllarda gerginleşen dünya koşullarının da Türkiye’de yarattığı gerici siyasal ortamda, Nazım Hikmet bir tehdit olarak görülmeye başladı yönetici çevrelerce. Bir iftira ve tuzak niteliği taşıyan bir komplo girişim sonucunda tutuklanarak, ağır hapis cezasına mahkum edildi. O dönemlerde adının anılması bile yasaklanır duruma geldi. 1950’de af yasasından yararlanarak serbest bırakıldıktan sonra yaşamına yönelik bir başka komplo üzerine ülkeden ayrılmak zorunda kaldı.

Yurtdışında bulunduğu yıllarda aleyhinde çok çirkin kampanyalar yapıldı. Fakat 1960 sonrası Türkiye’sinde şiirlerinin yeniden yayınlanışıyla birlikte, büyük çaptaki şair ve insan kimliğiyle yeniden ülkesinin okurlarıyla buluşmuş oldu. Bugün bir ulusal kahraman gibi algılanmaktadır. Fakat yönetici siyaset çevrelerinde Nazım Hikmet düşmanlığının tümüyle kalkmış olduğu söylenemez. Belki şöyle özetleyebiliriz, Nazım Hikmet’in hem şair, hem bir toplumal eylemci kimliğiyle nesnel olarak değerlendirilmesi için yine de bir zaman geçmesi gerekmektedir.

Fakat hiç kuşkusuz 100’ncü doğum yılının Türkiye’de ve başka ülkelerde kutlanmakta oluşu dilimiz ve edebiyatımız için hem büyük bir onur hem de büyük şairimizin hak etmiş olduğu bir başarıdır.

– Nazım Hikmet hala Tük vatandaşı değil, vasiyeti de yerine gelmedi. Mezarı Moskova’da…

– Orada yaşamdan ayrıldı ve Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığından da çıkarılmış olduğu için Türkiye’ye getirilmesi sözkonusu değildi o dönemde. Ama mutlaka ülkesinde olması gerekir bu anıt mezarın. Er geç olacaktır bu.

– Sizce Nazım Hikmet’in gücü nedir? Bütün yasaklamalara ve yoksaymalara karşın insanlar az ya da çok onu ve şiirlerini tanıyorlar. Özellikle son yıllarda Nazım bir efsane haline geldi.

– Büyük bir şair olmak, büyük bir sanatçı olmak kolay değildir. Eğer Nazım büyük bir şair, bir dil ustası olmasaydı kişisel yaşamı ya da toplumsal düşünceleri ilgi de çekse de bu kadar karizmatik bir kişiliği olamazdı. Herşeyden önce şairliğinin etkisidir Nazım’ı bugünkü konumuna yükselten. Onun yanısıra denebilir ki ele avuca sığmaz canlı kişiliği ve özellikle de toplumsal alandaki eylemci ve düşünür kimliğiyle cesareti tüm bunların birarada oluşu, Nazım Hikmet efsanesini yaratmıştır. Ama bu efsane aynı ölçüde de gerçektir.

www.Hurriyetim.com.tr

İbrahim Balaban 

‘Şair Baba’sını anlatıyor…

Türk resim sanatının yaşayan büyük ustalarından biri olan İbrahim Balaban, 1937 yılının son günlerinde, henüz 16 yaşındayken cezaevine düştü. Altı ay hapis ve üç ay da para cezasına çarptırılan Balaban, para cezasını ödeyemeyince üç yıl cezaevinde kaldı. Cezasının bitmesine çok az bir zaman kala dört mahkumun saldırısına uğradı. Balaban, daha sonra hasmını öldürdüğü için yeniden cezaevine girdi. 1942 ile 45 ve 1948 ile 50 yılları arasını Bursa Cezaevi’nde geçirdi. Resme yeteneği olan ve sürekli resim yapan Balaban, Nazım Hikmet’le Bursa Cezaevi’nde tanıştı. Nazım’ın desteğiyle resim çalışmalarını sürdürdü.

Balaban, kendisinden 20 yaş büyük olan ve ‘Şair Baba’ diye çağırdığı Nazım Hikmet’le geçirdiği günleri anlattı:

“Nazım Hikmet, hapispaneye ilk geldiği zaman herkes onun hakkında bir şeyler söylüyordu. Bence söylenilen hiç bir şey Nazım Hikmet’i tam olarak yansıtmıyordu. Bütün mahpuslar, Nazım’ı kendilerine göre anlatıyordu.

Mesela, Nazım’ın Yavuz Zırhlısı’nı kaçırırken yakalandığını söyleyenler vardı. Bazıları onu bu yüzden büyük bir kahraman olarak görüyordu. Çünkü onlar, bu kadar büyük bir gemiyi ancak Don Kişot gibi, Köroğlu gibi bir adamın kaçırabileceğini düşünüyorlardı.

Mahkumların bir çoğu da Nazım Hikmet’i kötü tanıyordu. Onlara göre Nazım Hikmet komünistti ve komünizm kötü bir şeydi.

Ben de Nazım’ın neden içeri düştüğünü sorduğumda komünist olduğunu söylemişlerdi. Benim için önemli değildi bu. Zaten o sıralar komünizmin ne olduğunu da bilmiyordum. Bana komünizmin kötü bir şey olduğunu söylediler. “Ayıp mıdır bunu konuşmak dedim” ayıp olduğunu söylediler. Lugatlara bakarım o zaman dedim, onlar bu sözcüğün anlamının lugatlarda da olmadığını söylediler.

Bana kalırsa o dönemlerde Nazım Hikmet’in tek suçu dünyaya gelmiş olmaktı. Ne yaparsa yapsın, onu cezalandırıyorlardı. Oysa şimdi aradan bunca zaman geçtikten sonra doğumunun 100’üncü yılı kutlanıyor.

NAZIM DÜNYAYA SIĞMIYORDU

İnsanların o dönemde Nazım Hikmet’ten korktuğunu düşünüyorum. Korkuyorlardı, çünkü Nazım Hikmet dünyaya sığmıyordu. Yazdığı şiirler o kadar çok sevilip okunuyordu ki… Bana kalırsa bu, iktidarı rahatsız etti ve Nazım Hikmet’i içeri atmaktan başka çare bulamadılar. Herkes bu güzel adama kendince bir çamur atıyordu. “Öyleyse bu çamurun içinde 28 yıl yatsın bakalım” deniliyordu.

Ben de suçsuz yere cezaevine düşmüştüm. Jandarma beni falakaya yatırıp suçu kabul ettirmişti. Öfkeden patlayacak haldeydim. Habire resim çiziyordum. Daha çok da tüfek resimleri. Jandarmalardan ve hükümetten intikam almayı düşünüyordum.

Ben bunları yapıp dururken mahkumlardan biri bana cezaevine bir ressamın geldiğini, insanların yüzüne baka baka resim yaptığını söyledi. Beni o adama götürmesini istedim. “Olmaz” dedi. “Neden” diye sorunca da “Bu adam komünist. Hem, eğer seni beğenirse resmini yapar” dedi. Portresini yaptığı insanlardan kaç lira aldığını sorunca da “Para almıyor, sadece boya parası, 250 kuruş” dedi.

Sonunda beni Nazım Hikmet’in yanına götürdüler. Resmimi yapmaya başladı. Aslında benim amacım resmimi yaptırmak da değildi. Bir ressamın nasıl çalıştığını görmek istiyordum.

Nazım Hikmet, kalemi kaldırıp yüzüme karşı önce dikey olarak, sonra yatay olarak tutuyordu. Sonunda benim resmimi yaptı. Ben de onun nasıl çalıştığını izledim. Koğuşa dönünce de bir mahkuma “Geç bakalım Ali Dayı” dedim ve Nazım’dan gördüğüm yöntemle adamın portresini çizmeye başladım.

Derken Çete Hasan diye bir mahkum geldi. “Sen ne yapıyorsun, resim yapmak için Nazım Hikmet’ten izin aldın mı” diye sordu. ” Bu hükümete karşı gelmiş adam, bir dilekçe yazarsa seni Sinop Cezaevi’ne sürerler ” dedi.

Sonra bir gün berberhanedeydim. Ekmek parası kazanmak için berberlik yapıyordum. Nazım Hikmet girdi içeri. Herkes ayağa kalktı. Ben aynanın önünde oturuyordum. Arkamda dikildi “Merhaba İbrahim’ dedi. Benim resmimi yapmak istediğini söyledi. Ben “Zaten benim resmimi yaptın” deyince onu beğenmediğini bir kez daha yapmak istediğini söyledi.

Yaptırmak istemedim. “Neden” diye sorunca ben de resim yaptığımı söyledim. “Yani böyle aynaya bakarak kendi resmini yapabiliyor musun” diye sordu. “Tabi” yaparım deyince “Benim resmimi de yapabilir misin” dedi. Ben de oturup onun resmini çizmeye başladım. Hiç model gibi durmazdı. Hareketliydi. Tam ben resmi çizerken kağıdı elimden kapıp bakmaya başladı. Daha bitirmediğimi söylememe karşın geri vermedi. Daha önce çizdiğim resimleri de görmek istedi.

Nazım Hikmet bana akademi okuyup okumadığımı sordu. Okumadığımı söyledim. “Peki ya lise” dedi. Bu arada liseyi okumayan bir adamı Nazım Hikmet sevmez diye düşünüp korkuyordum bir yandan da. “Peki ortaokul” diye sorunca “Bizim köyde ortaokul yoktu” dedim.

Ayağa kalktı, beni öyle bir kucakladı ki. İkimizin de gözlerinden yaşlar akıyordu o sırada. “Beni çıraklığa kabul ediyor musun” diye sorunca “Sen beni ustalığa kabul ediyor musun” diye cevapladı. O günden sonra da resim çalışmalarını hızlandırdık.

ONDAN AYRILMAK İSTEMEDİM

Bir ara benim İmralı’ya gitmem gerekti. İstemedim gitmeyi, Nazım Hikmet’ten ayrılmak istemedim. Yarım kalmış kültürümle ne yapabilirim diye düşünüyordum. Nazım bana “Bu kadar aşkla, şevkle çalışan bir delikanlı nereye giderse gitsin kendine bir usta bulur” dedi.

– Sonuçta İmralı’ya gittiniz…
– İmralı’dan Bursa Cezaevi’ne döndüğüm zaman ustam Şair Baba’ya kavuşmanın sevincini yaşıyordum. Yeniden tablolar yapmaya başladım. Bu arada Nazım Hikmet “Balaban, artık yağlı boyaya başla” dedi. Bir gün oturup, düşünüyordum. Yanıma geldi “Neden çalışmıyorsun” dedi. “Düşünüyorum” deyince “Olmaz” dedi. “Hem resim yapacaksın, hem düşüneceksin. Oturduğun yerde düşünmekle bir şey yapılmaz” dedi.

Bu arada bir gün Hazım Hikmet gelip bana “Resim yapmayı bırak artık dedi. Bana ders vereceğini söyledi. Sosyoloji, ekonomi politik ve felsefe dersleri verdi bana. İki ay böyle sürdürdük çalışmalarımızı. Nazım anlatıyor, ben dinliyordum. Sonra bana soruyordu anlattıklarından.

– Diğer mahkumlar Nazım Hikmet’e nasıl davranıyordu, tavırları nasıldı?
– Nazım Hikmet’te mesafeli davranıyorlar. Çekiniyorlardı biraz ondan.

– Nasıl bir insandı genelde?
– Coşkulu, yerinde duramayan, hareketli bir adamdı.

– Ressam olmanız konusunda büyük desteği var.
– Evet. Nazım Hikmet’le röportaj yapmak için Ahmet Emin Yalman falan geliyordu cezaevine. Nazım onlara benim yaptığım tabloları da gösteriyordu. O ara Vatan Gazetesi’nde ‘Cezaevinde Yetişen Ressam’ diye benden sözeden bir haber çımkıştı. Bana gerçekten de büyük katkısı oldu. Ressam olmamı sağladı. Bildiklerini öğretti, beni kültürle donattı. Ama bana asla şunu şöyle yap, bunu böyle yap demedi. Kendi yöntemimi bulmam konusunda beni serbest bıraktı. Eğer aksini yapsaydı ben ‘cüce’ kalırdım.

– O sırada evliydi Piraye ile…
– Evet evliydi. Ama ayrılmak üzereydi. Çünkü Münevver gelmişti. O sıralarda çok karamsardı Şair Baba. Şiirleri Fransa’da, Yunanistan’da, Bulgaristan’da yayınlanıyordu, serbest bırakılması için kampanyalar yürütülüyordu. Ama o cezaevindeydi. Münevver Yenge gelince neşelendi yine. Birden bire Piraye’den boşanmaya karar verdiğini söyledi. Ama arada kararsız kalıyordu. Münevver de evliydi ve çocuğu vardı. O yüzden birden bire kocasından ayrılmak istemiyordu. Bu arada Nazım Hikmet Piraye’ye de pişmanlık dolu mektuplar yazıyordu. Bir keresinde Piraye’nin kendisini ziyarete geldiğini tam ona sarılmak istediğinde onu ittiğini anlatmıştı bana.

İNTİHAR EDECEĞİM DEDİ

Bir gün çok perişandı Şair Baba. Yatağına uzanmıştı. “Balaban gel buraya” dedi. Bir kutu hap vardı onları gösterdi. “İntihar edeceğim” dedi. Şaşırdım. Ağlamaya başladım. “Üç yere mektup yazacağım. Sen de bunları göndereceksin” dedi.

Hazırladığı mektup da şöyleydi: “İnsanlar! Duyduk duymadık demeyin. İnsanlar! İyiyi ve güzeli, çalışkan insanları ve baskı altında tutulan aydınları savunmak için, Türkçe konuşabilmek için silahımı sıkıyorum. İnsanlar, beni kınamayın. Ne yapayım, ölümü silah gibi kullanmaktan, kendimi fişek yerine koymaktan başka. Biliyorum, kavganın en kolayıdır, ama karşı koymanın son çaresi.”

Bunu bana ezberletti. Avlunun ön kısmına çıktık ben, bunu tekrar ediyordum ona. Avluda gezip dururken ben de bir takım çareler düşünüyordum.

Konuşuyorduk. Bana namaz kılıp kılmadığımı sordu, sonra da oruç tutup tutmadığımı. Hayatımın bir döneminde, cezaevine gelinceye kadar tuttuğumu söyledim. “Zor mudur” diye sordu. Zor olmadığını söyledim. Anlatım ona. “Ya ne güzelmiş oruç tutmak” dedi.

“Oruç tutmak!” dedi “Balaban, dur hele dur, aklıma bir şey geldi. Ben açlık grevine gireceğim. Eğer serbest bırakmazlarsa ölene kadar vazgeçmem.”

Sonra bana şöyle dedi: “İyice bakacaksın, öldüğümden emin olduktan sonra yazdığım mektubu Başbakan’a, Cumhurbaşkanı’na ve Adalet Bakanı’na göndereceksin.”

Bu arada o açlık grevindeyken resmini çizmemi de istedi. Ne kadar zamanda ne kadar zayıflayacağını görmek istiyordu.

Açlık grevine başladıktan sonra onu İstanbul’a götürdüler. Ondan sonra da uzun bir süre mektuplaştık. Af oldu ve o da ben de özgürlüğümüze kavuştuk.

Sonra resimlerimle beraber İstanbul’a gittim. Altı ay kadar Nazım’la kaldım. Benim tablolarımı annesinin evinin duvarlarına asıyordu. Eve gelenlere gösteriyordu.

– Nazım Hikmet’in kaçtığını nasıl öğrendiniz?
– Nazım’ın kaçtığını ben Sivas’ta askerdeyken öğrendim. Bir pazar günüydü. Gazetede okudum. Öyle çok üzüldüm ki… Kendimi rüyada gibi hissettim. Sanki çok ağır bir hastalığa yakalanmış gibiydim. İki arkadaşım koluma girip beni birliğime kadar götürdüler.

Nazım Hikmet gerçekten de büyük bir adamdı. Beni kültürle donattı ressamlığa yöneltti. Bir güneşti ve ben o güneşin içinden doğdum.Bence onun gibi insanlar bu dünyaya kolay kolay gelmez.

www.Hurriyetim.com.tr

Vedat Günyol 

Vedat Günyol anlatıyor…

– Nazım Hikmet’i ilk kez ne zaman gördünüz, nasıl tanıştınız?
– Nazım Hikmet’le altı ay kadar süren bir dostluğumuz oldu. Aslında onunla tanışmadan önce de peşine düşmüştüm. Orhan Burian o dönemde yayınlanan Yücel Dergisi’nde kimsenin yapmaya cesaret edemediğini yapmış, onun 10- 15 tane şiirini arka arkaya yayınlamıştı. Onu tanımadan da ona hayrandık. Dünyanın en ünlü şairlerinden biriydi o dönemde.

Onu ilk kez Erkin Zırhlısı’nda görmüştüm. Hapis cezasını çekiyordu. Geminin yargıcı Haluk Şeyhsuvaroğlu aslında onu korumak için elinden geleni yaptığını söylüyordu ama, Nazım o gemide pislik içinde yaşıyordu. Bir keresinde ambarda yarı beline kadar suyun içinde kalmış.

– Kısa süren bir dostluğunuz var…
– Nazım Hikmet, Peride Celal’in arkadaşı Münevver Hanım’la dost olmuştu. Ben de o grubun içinde olduğum için Nazım’la altı ay kadar bir dostluk yaşadım.

Kaçmadan 15 gün önce pazar yerinde tesadüfen karşılaştık. Yeni buzdolabı almıştı Nazım. Beni yemeğe çağırdı. Buz gibi domates suyu ve külbastı yedik. Bundan 15 gün sonra da kaçtığını duydum. Önce çok üzüldüm. Ama bir yandan da sevindim. Çünkü o yaştan sonra askerlik yaptırmak istiyorlardı ona.

– Sizin tanıdığınız Nazım Hikmet nasıl bir insandı?
– Nazım çok alçakgönüllü bir insandı. Büyük şairlik duygusuna kapılmış biri değildi. Dost bir insandı, kim olursa olsun aynı gözle bakardı. Herkese ‘üstat’ derdi.

Nazım Hikmet insan olarak yaman bir
insandı. Sıcak ve insanın içine işleyen bir kişiliği vardı.

www.Hurriyetim.com.tr

Ressam Avni Arbaş

Ressam Avni Arbaş anlatıyor

“Nazım’ı ilk gördüğümde 15 yaşındaydım. O dönemde, Galatarasay’da her sene fuar yapılırdı. Orada bir hoca vardı. Ressam. O da fuarda bir pano almış, bir şeyler yapıyor, ben de yardım ediyordum. Hava güneşliydi. Bahçedeydik, Yusuf Ziya da vardı. O zamanlarda o çevrede gazetelerin büroları vardı.

O sırada beyazlar giymiş, uzun boylu, sarı hatta kızıl saçlı bir adam geldi. Hemen tanıdım. Daha önce resimlerini görmüştüm çünkü. Orada tanışmadık ama o onu ilk görüşümdü.

Sonra aradan seneler geçti. Paris’teydim. 1958 senesiydi. Abidin Dino aradı. “Nazım geldi” dedi. “Yarın Montparnasse’da bir kafede bulaşacağız sen de gel”. Eşimle birlikte gittik.

Beni gördüğünde sanki uzun süredir görmediği bir dostuymuşum gibi kucaklaştık. O sırada eşim Henriette’i Nazım’la tanıştırırken ona başımızdan geçen bir olayı anlattım.

Picasso ile tanıştığımızda Henriette “Dünyada en çok tanışmak istediğim iki kişi vardı biri sizsiniz (Picasso) biri de Charlie Chaplin demişti. Henriette bunu söyledikten sonra Picasso ” Ve Nazım Hikmet” diye eklemişti.

Bunu anlatınca Nazım, kalkıp Henriette’in elini öptü ve teşekkür etti. Nazım’a “Niye Henriette’e teşekkür ediyorsun” diye sorunca da ” Beni düşündüğü için” diye cevap verdi.

Ben Nazım’a onu düşünenin Henriette değil Picasso olduğunu söyleyince de epey gülmüştük.

“BUNLAR AVNİ ARBAŞ’IN ATLARI”

Bir sergi açmıştık Paris’te. Benim orada Atlar diye bir tablom vardı. Onu çok sevdi Nazım. Moskova’ya döndüğünde bana bir mektup yazmıştı. O şiiri de yazmış. Şiirin
iyi olmadığını düşünmüş, özür diliyordu. Eşine az rastlanır derecede mütevazı bir insandı.”

www.Hurriyetim.com.tr

nazımhikmet.info

Nazım Hikmet’in Mirası

Ünlü şair Názım Hikmet’ten geriye üç vasiyet kalıyor. Konstantin Simonov, seçim yapmayı o sırada Moskova’da bulunan Aziz Nesin’e bırakıyor.

Üç vasiyeti de okuyan Aziz Nesin, kendince son derece makul gerekçelerle birisinde karar kılıyor. Bu vasiyete göre, Názım Hikmet’in mirası oğlu Memet’e ve Türkiye Komünist Partisi’ne kalıyor.

SÖZCÜKLER Dergisi’nin yeni sayısında, ünlü yazar Aziz Nesin’in en az kendisi kadar ünlü oğlu matematik profesörü Ali Nesin’e yazdığı son derece önemli bir mektup yayımlandı. Názım Hikmet’in vatandaşlıktan çıkartılmasını ortadan kaldıran Bakanlar Kurulu kararıyla birlikte yeniden gündeme gelen miras, vasiyet ve mirasçılar hakkında söz konusu mektupta çarpıcı bilgiler var. Aziz Nesin, 24 Şubat 1992 tarihini taşıyan mektubunda, Názım Hikmet’in üç kez intihara teşebbüs ettiğini ve her teşebbüsten önce de birer vasiyet yazdığını belirtiyor. Tesadüf bu ya, Názım Hikmet’in öldüğü günlerde Aziz Nesin de Moskova’da bulunmaktadır. Názım Hikmet Kurulu’nun başkanı Konstantin Simonov, Aziz Nesin’e başvurarak, bu vasiyetlerden hangisinin geçerli olması gerektiğini sorar. Tercümanlığı ise Názım Hikmet’in yakın arkadaşlarından Ekber Babayef yapmaktadır. Simonov, Aziz Nesin’e, “Elimizde üç vasiyet var. Hangisinin geçerli olacağını belirlemek gerekiyor. Öbür ikisini yok sayacağız. Size güveniyorum. Siz ne derseniz öyle yapmak istiyorum” diyecektir. Gerisini, Aziz Nesin’in mektubundan takip ediyoruz:

“Büyük sorumluluk… Rusça yazılmış üç vasiyeti çevirttim. Mantık gereği, son tarihli vasiyeti geçerli saymak gerekiyor. Ama son vasiyetinde oğlu Memet’e mirasını bırakmamış. Sanırım, Münevver’e kızdığı sıralar yazmış olacak… Şöyle düşündüm. Nasıl olsa yaşadığı ev ve eşyalar karısı Vera Tulyakova’nın olacak. Ayrıca Vera’nın hiçbir geçim sıkıntısı da yok. Bu durumda Vera’nın telif haklarından yararlanması yazılmamış olan vasiyetin geçerli olmasının daha ádil olacağını düşündüm. Bu vasiyetinde Názım kalıtını (mirasını) yani telif haklarını oğlu Memet’e ve Türkiye Komünist Partisi’ne bırakıyordu. İşte bu vasiyet geçerli sayıldı. Öbür iki vasiyeti, sanırım Simonov ortadan kaldırdı. Bu olayı kimse bilmez, çünkü yazmadım. Yazsam, yine kıyametler kopar. Ama sağ kalırsam nasıl olsa yazacağım. Şimdi Názım’ın telif haklarını Memet alıyor, hem de babasını hiç sevmeyen Memet… TKP’nin miras almış olduğunu hiç sanmıyorum.”

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/10748697.asp?gid=229

 

Şiir.Gen.Tr’de Nazım Hikmet ;

 

ŞİİRLERİ

21 1 924
Açlık Ordusu Yürüyor
Asya-Afrika Yazarlarına
Aşı
Ben Senden
Önce Ölmek İsterim

Benerci Kendini Niçin Öldürdü?
Benim Oğlan Fotoğraflarda
Büyüyor

Berkley
Beş Satırla
Beyazıt Meydanındaki Ölü
Bir Acayip Duygu
Bir Ayrılış Hikayesi
Bir Cezaevinde Tecritteki
Adamın Mektupları

Bir Gemici
Türküsü

Bir Hazin Hürriyet
Bir Kız Vardı Japonya’da
Bir Küvet Hikayesi
Bu Vatana Nasıl Kıydılar
Bulutlar Adam Öldürmesin
Büyük İnsanlık
Cevap Dört Numara
Ceviz Ağacı
Çankırı Hapisanesinden Mektuplar

Çarlık Rusyasının Ölümü
Çınarı Yıkmak İçin Baltayı
Köküne Vururlar

Çocuklar Ölebilir
Yarın

Çocuklarımıza Nasihat
Davet
Doğum
Dört Hapisaneden (İstanbul, Ankara, Çankırı,
Bursa)

Dörtlük
Dünyanın En Tuhaf Mahluku
Dünyayı Verelim Çocuklara
Fakir Bir Şimal Kilisesinde Şeytan ile
Rahibin Macerası

Gazete
Fotoğrafları Üstüne

Gece Gelen
Telgraf

Gelmiş Dünyanın
Dört Bir Ucundan

Gerileyen Türkiye
Yahut Adnan Menderes’e Öğütler

Giden
Giderayak
Gömlek Pantolon Kasket ve Fötre
Dair

Gövdemdeki Kurt
Gözlerin
Güneşi İçenlerin Türküsü
Güneşin Sofrasında
Güz
Haber
Hasret
Hasret
Herkes Gibi
Hiçbir Ağaç Böyle
Harikulade Bir Yemiş Vermemiştir

Hiciv
Vadisinde Bir Tecrübei Kalemiye

Hoşgeldin

Hürriyet Kavgası
İstanbul’da, Tevkifane Avlusunda

İyimser Adam
İyimserlik
Japon
Balıkçısı

Kadınlarımızın
Yüzleri

Kalbim
Kanter İçinde
Karlı Kayın Ormanında
Kemal Tahir’e Mektup
Kerem Gibi
Kırkıncı
Yılımız

Kışlık Saray
Kız Çocuğu
Kore’de Ölen Bir Yedek Subayımızın Menderes’e
Söyledikleri

Kuvâyi Milliye
Lodos
Mavi Gözlü Dev,
Minnacık Kadın ve Hanımelleri
Mavi
Liman
Memleketimden İnsan
Manzaraları

Memleketimden İnsan
Manzaraları’ndan

Merhaba Çocuklar

Mor Menekşe, Aç
Dostlar ve Altın Gözlü Çocuk

Mukaddes
Karın

Münevver’in Doğum Günü

Nerden Gelip Nereye
Gidiyoruz?

Neyi Bildirir
Sayılar

Nikbinlik
Niyazalant Sömürgesi
Orkestra
Otobiyografi

Ölçü
Ölüme Dair

Orada Tanıdıklarım I
Orada Tanıdıklarım II
Piraye İçin Yazılmış : Saat 21-22
Şiirleri

Portatif Karyola
Postacı
Radyoaktiviteli Yağmurlar
Üstüne

Rubailer
Salkımsöğüt
Saman
Sarısı

Sen
Ses
Sesler Geliyor
Silahsız İnsanlar
Şair
Şarkılarımız
Şehitler
Şeyh
Bedrettin Destanı

Tahirle Zühre
Meselesi

Taranta – Babu’ya
Mektuplar

Teftiş
Trafik Memurları
Türkiye İşçi Sınıfına Selam
Üç Selvi
Vasiyet
Vatan Haini
Veda
Yarıda Kalan Bir Bahar Yazısı
Yaşamaya Dair
Yine İyimserlik Üstüne
Yine Memleketim Üstüne
Söylenmiştir

Yine Ölüme Dair
Yine Yağmur Üstüne
Yirminci Asra Dair
Yolculuk
Yürümek
Zafere Dair

İSİMSİZ ŞİİRLER

KENDİ SESİNDEN ŞİİRLERİ

 

Bu makale, alıntıları belirtilern ilgili sitelerden toparlanarak derlenmiştir.

Share.

About Author

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

fuck you google, child porn fuck you google, child porn fuck you google, child porn fuck you google, child porn