68 kuşağının Almanya kanadının sosyalist devrimci lideri .Kocasının kendisini aldattıktan sonra çocuklarıyla beraber evden kaçmış ve Andreas Baader’ın çetesi ile birleşip fikirleriyle sivrileşerek RAF’ın Baader-Meinhof çetesine adını vererek liderliğini yapmıştır.. Bir çok banka soygunu ve anarşist eylemlerden tutuklanmış. Son olarak 1972’de tutuklandığında cezaevinde polisler tarafından tam anlamıyla psikolojik işkenceye maruz kalmıştır. Günlerce yemek yememiş ve aşırı zayıflamıştır. Cezaevinde paranoyaklığı artınca Andreas Baader’le arası açılmış ve duruşmalara katılmamıştır.
Günlüğünde bugünleri şöyle özetler ; “artık yaptıklarımı savunacak takatim ; düşüncem kalmadı , düşünecek birşeyim kalmadı”
ve bir gün cezaevindeki odasının penceresinin demirliğine kendini asarak intihar etmiştir.
“Çok güvenli görünüyorsunuz! Fakat sanmayın ki bu böylece devam edecek! Öfke ve nefret büyük geminizin makine dairesinde terden geberenlerle birleşecek, biliyorum. İspanyol, türk, yunan, arap, italyan göçmenler ve avrupa’nın tüm ezilenleri…ve tüm kadınlar, ezildiğinin, aşağılandığının sömürüldüğünün farkında olan tüm kadınlar neden burada olduğumu ve beni neden öldürmek istediğinizi anlayacaklar… Gardiyanlar, yargıçlar, politikacılar, hiç biriniz umurumda değilsiniz. Asla beni delirtemeyeceksiniz! Beni sağlam öldüreceksiniz… mükemmel bir ruh ve mükemmel bir beyinle. Böylece herkes katillerin devleti ve katillerin hükümeti olduğunuzu anlayacak! Herkes sosyal demokrasinin neye benzediğini anlayacak!
…şimdiden cesedimi kaçırıp saklamanızı, kapıyı avukatlarıma kapatmanızı görür gibiyim. Ulrike Meinhof kendini astı diyeceksiniz. Kanlı ellerinizle kapıları yüzlerine kapatacak ve fotoğraf çekmeyi soru sormayı yasaklayacaksınız. Yasak diyeceksiniz, cesedi incelemek yasak! soru sormak, düşünmek, tahmin etmek yasak!! yasak!!… ama kendi korkunuzu yasaklayamazsınız! Her katile özgü korkuyu yasaklayamazsınız!
Cesedim bir dağ gibi ağır olacak…yüz bin ve yüz bin…yüz binlerce kadın kolu bu kocaman dağı kaldırıp omuzlarına alırken sizin oturduğunuz o sahte tahtı sarsacak müthiş bir kahkaha atacaklar! ..ve hep birlikte bağıracaklar: Ulrike Meinhof’u öldüremeyeceksiniz.”
(Dario Fo, Ben Ulrike, Bağırıyorum)
Ulrike Marie Meinhof, (d. 7 Ekim 1934 – ö. 9 Mayıs 1976). Alman radikal sol kanadı militanı ve gazeteci.
Oldenburg’da doğan Meinhof, Baader-Meinhof Grubu olarak da bilinen Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun kurucularından biriydi.
İlk başlarda nükleer karşıtı hareketin bir üyesiydi ve konkret adlı radikal sol gazetenin editörüydü. 1961 yılında bir komünist olan Klaus Rainer Röhl ile evlendi. Bu evlilikten Bettina ve Regine adlı ikizleri oldu.
1968 yılında boşanan Meinhof, Berlin’deki daha radikal solcuların arasına karıştı. Sol kanadın kullandığı sıradan mücadele araçlarının etkisizliği nedeniyle hüsrana uğrayan Meinhof, 1970 yılında Andreas Baader’in hapisaneden kaçmasına yardım etti ve daha sonra kimi soygunlarda ve sanayi siteleriyle Amerikan askeri üslerinin bombalanması eylemlerinde rol aldı. Grup Alman basını tarafından hemen “Baader-Meinhof Çetesi” olarak adlandırıldı. Meinhof şehir gerillası kavramı da dahil olmak üzere grubun ürettiği pek çok broşür ve manifesto kaleme aldı. Bunlar sıradan insanın sömürülmesi ve kapitalist sistemi suçlayan yazılardı.
1972’de Langenhagen’de yakalandığında “ön duruşmalarda” 8 yıl cezaya çarptırıldı. Kendisine ömür boyu hapis cezası veren duruşmalar sırasında 9 Mayıs 1976’da JVA Stuttgart-Stammheim’daki hücresinde “ölü bulundu”. Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun üyeleri de dahil olmak üzere pek çok insan daima, onun Alman iktidarının temsilcileri tarafından öldürüldüğünü söylediler.
2002 yılında, Meinhof’un beyninin ailesinin izni olmadan kafatasından çıkarıldığı ve üzerinde çalışmalar yapıldığı ortaya çıkarıldı. Magdeburg Üniversitesi’nden Bernhard Bogerts 1960larda Meinhof’un beynine yapılan bir ameliyat sonucu terörist yapıldığı gibi bir iddiada bulundu.
(Kaynak : Ulrike Meinhof – Üzgün Olmaktansa Öfkeli Olmayı Yeğlerim, Versus Kitap, Aralık 2008)
Aklımızda Kalanlar :
“Batı avrupa’da bazı demokrasiler iskambil kağıdından yapılmış evler gibi. Kullanmaya kalktığınızda hemen yıkılıyor.”
“Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı tercih ederim.” (ceza evindeyken kendisini görmeye gelen çocuklarına.)
“wer sich nicht wehrt, stirbt. wer nicht stirbt, wird lebend begraben.” / “Eğer bir insan kendini savunmuyorsa, ölur. Eğer ölmezse, diri diri gömülür.”
“Bir yandan anti-otoriter politika yapıp, öte yandan evde çocuklarınızı dövemezsiniz. Ama politika yapmadan da evde çocuklarınızı dövmemeye uzun süre devam etmeniz mümkün değil. Yani rekabet koşullarını, aile dışında da ortadan kaldırmak için mücadele etmeden, aile içindeki rekabet koşullarını ortadan kaldıramazsınız, ki bu koşullarla aileyi bırakmaya başlayan herkes karşılaşır”
Dario Fo – Franca Rame / Ben Ulrike Bağırıyorum
Adı: Ulrike.
Soyadı: Meinhof.
Cinsiyeti: Kadın.
Yaşı: 41.
Evet, evlendim. Sezeryan doğumlu iki çocuğum var. Evet, eşimden boşandım.
Mesleği: Gazeteci.
Milliyeti: Alman.
Bundan sonra 4 yıl boyunca modern bir devletin, modern bir cezaevine kapatıldım. Suç? Özel mülkiyete ve bunun korunmağı için yaptırılan ve yasalara ve sonuçta her şeyin mülkiyet hakkını sınırsızca genişleterek, patron haklarının gerçekleştirilmesine karşı saldırıda bulunmak. Her şeyin: Beynimizin, düşüncelerimizin, sözcüklerimizin, tavırlarımızın, duygularımızın, işlerimiz ve aşklarımızın, kısacası tüm yaşamımızın. Hukuk Devletinin patronları, bu nedenle beni yok etmeye karar verdiniz. Kutsal yasalarınıza boyun eğildiği sürece yasalarınız herkesi için eşittir. Kadının özgürlük ve eşitliğim en üst düzeylere eriştirdiniz; gerçekten bir kadın olarak beni bir erkek gibi cezalandırdınız. Size teşekkür ederim. Beni cezaevinden daha berbat bir yere koyarak ödüllendirdiniz. Morgdan da soğuk ve aseptik bir yerde ve “duyu organlarımdan yoksun bırakarak” beni işkencelerin en büyüğüne tuttunuz. Deyim yerindeyse yani, beni sessiz bir hücreye gömmüş oldunuz. Beyaz bir sessizlik, beyaz bir hücre, beyaz duvarlar, beyaz döşemeler, kapının sır işlemesi bile beyaz, masa, sandalye ve yatak, tuvaletten bahsetmek yersiz zaten. Neon lambası beyaz, hep yanık duruyor: Gece gündüz. Gece hangisi, gündüz hangisi peki? Nasıl bilebilirim? Pencerenin arasından sürekli olarak beyaz bir ışık sızıyor. Sahte bir ışık, pencere gibi sahte, beni beyaza boyayarak buraya kapattığınız zaman gibi sahte. Sessizlik. Dışarının sessizliği, ne de bir ses, ne bir gürültü, ne bir insan sesi. Ne koridordan geçip giden işitiliyor, ne de açılıp kapanan kapılar. Hiçbir şey!
Tümü sessiz ve beyaz. Beynimin içi sessiz ve tavan gibi beyaz.
Sesim beyaz çıkacak, konuşmayı denersem.
Beyaz tükürüğüm ağzımın kenarında bir burukluk bırakıyor. Gözlerimin içi, midem, boş atan damarım sessiz ve beyaz.
Bir akvaryumda yelpaze yüzgeçlerim kaybetmiş, sessizlikte batmamaya çalışan bir Japon balığı gibi çekingenim. Sürekli olarak kusma duygusu hissediyorum. Beynim, odaya süzülen ışığın boşluğunda kafatasımdan kopuyor. Çamaşır makinesindeki deterjan köpükleri gibi yükselen tozların hepsi üzerimde: Onları temizliyorum, yan yana diziyorum… Yeniden üzerime yapışıyorlar… Yoo, hayır! Hayır! Onları durdurmalıyım. Beni delirtmeyi başaramayacaksınız… Düşünmeliyim! Düşünmek! İşte düşünüyorum.. Sizi düşünüyorum. Bana bu işkenceyi yapan sizleri düşünüyorum: Sizi, bu akvaryumun kristal camına burnunuzu ezerek dayamış ve beni hapsetmiş olmanın ilginçliğini izlerken görüyorum. Gösteriye bayılıyorsunuz… Direnç göstermemden korkuyorsunuz… Benim gibi olan diğerleri ve yoldaşlarım tasarladığınız güzel dünyayı bozmanın arayışında olduğundan korkuyorsunuz.
Göz alıcı renklere boyadığınız çürümüş ve grileşmiş dünyanızdan dışlayıp, tüm renkleri yasakladınız bana, ne grotesk!
insanlar hiçbir şeyin farkına varmadan tüm renkleri tüketsin diye zorladınız onları: Ahududu şurubunu çiğ kırmızıya boyadınız, kanser yaptığı kimin umurundaydı, aperatifleri yaldızlı portakal rengine. Zümrüt yeşili, krom sarısı yağlar ve reçellerin zehirli renklerim çocukların midelerine indirdiniz.
Delirmiş palyaçolar gibi boyadınız kadınlarınızı bile… Yanaklara pespembe, gözkapaklarına Cezayir moru ve menekşe mavişi, dudaklara zencefil kırmızısı ve karnavalın tüm renklerinde tırnak cilaları: Altın, gümüş, yeşil, turuncu hatta kobalt mavisi bile…
Ve beni beyaza zorlayın, çünkü beynim bir sürü renkli kağıtlar arasında paramparça oldu: Korkunuzun lunapark ve karnavallarının renkli kağıtları. Evet, çok güvenli görünüyorsunuz ama kocaman bir korku sizi delirtmeye ve katılaştırmaya yetiyor. Bu nedenle her yeri saran renkli neon ışıklarına gereksinim duyuyorsunuz. Ve vitrinler ve sesler ve gürültüler ve radyo ve büyük ses dalgaları her yerde, açık, büyük mağazalarınızda, evlerinizde, arabalarınızda, kafe barlarda, aşk yaparken yatağınızda bile…
Sessizliğin korkunçluğuna ise beni mecbur edin… Çünkü siz terörün starısınız tek başınıza ve beyninizle… Çünkü sizin dünyanızın dünyaların en iyisi olmadığına dair korkunç şüpheleriniz var… Ama daha da beteri: En çöle dönmüş, en kurumuşu.
Beni bu akvaryuma kapatmanızın tek nedeni var… Hayır, sizin yaşamınızı onaylamıyorum. Hayır, sizin şeffaf giysili kadınlarınızdan biri olmak istemiyorum. Cumartesi gecesi, bir restorandaki masanızda çeşitli yabancı menlilerle ve budala ama bağıran müzikle küçük gülücükler, aptal tebessümlerle baştan çıkartan bir kadın olarak sunulmayı istemiyorum. Ve o mahzun ve göz süzen ve bazen deli, öngörüsüz ve aptal ve çocuksu ve ana ve orospu ve aniden sizin hiç eksik etmediğiniz banal bir fıkraya kibarca gülümsemeye kendimi zorlayan biri olmamalıyım. Ah, işte hafif bir hışırtı: Kapı açılıyor, bir gardiyan görünüyor. Ve bana sanki saydammışım ve burada yokmuşum gibi bakıyor. Hiçbir şey söylemiyor, ama elinde öğlen yemeği için getirdiği bir tabak var. Masanın üzerine bırakıp gidiyor. Kilitliyor. Yeniden sessizlik.
Yemek için ne getirdiler? Hamburger. Bir bardak greyfurt suyu. Haşlanmış sebze, bir elma. Aklıma intihar düşüncesi takılır diye endişelendikleri anlaşılıyor. Gerçekten kağıt tabak, kağıt bardak. Bıçak yok, çatal yok. Sadece çiklet gibi yumuşak plastik kaşık var. Kendi kendimi yok etmeme razı değiller. Bu onlara ait bir karar olacak. Zamanı geldiğinde kendimi yok etmem için emirler verilecek ve o andan sonra bu hücrenin penceresindeki engel buruşuk bir çarşafın ve bir kayışın aşılabileceği kadar kaldırılacak ve kendimi asmam için bana yardımcı olacaklar… Hatta çok fazla yardımcı olacaklar. Temiz bir iş… Beni öldürmeye hazırlanan sosyal demokrasimiz gibi tertemiz… iyi bir emir bu.
Kimse tek bir çığlığımı, iniltimi duymayacak… Bu temiz ulusun mutlu insanlarım huzurlu uykularında rahatsız etmemek için her şey sessizlik içinde gayet tedbirli olacak… Emir verin. Uyuyun, uyuyun Almanya’nın ve hatta Avrupa’nın şaşkın ve semiz halkı, öngörülü halk, sakince uyuyun, ölüler gibi! Çığlığım sizi uyandırmayacak… Mezarlıkta yatanlar da uyanmayacaklar. Öfke ve nefret, büyük geminizin makine dairesinde terden geberenlerde birleşecek biliyorum: Türk, İspanyol, İtalyan. Yunan, Arap göçmenler ve tüm Avrupa’nın düzülmüşler!, düzülmemişleri, tüm kadınlar, ezildiğinin aşağılandığının, sömürüldüğünün bilincinde olan tüm kadınlar neden burada olduğumu ve neden bu devletin beni öldürmeye karar verdiğim anlayacaklar…
Tıpkı cadılar zamanındaki bir cadı gibi… iktidar için bugün de cadılar zamanı sürmektedir. Cadılar tezgahlarla, makinelerle, mengenelerle, zincirlerle, gürültülerle, patırtılarla, tiz çığlıklarla birlikte olmak zorundadır. Plafff… tritritritriii… vroommm hahaha! Tritritri, vrommvroomm… Mengene! Frufrufrufrufluuutttss… Pres! Paat! Matkap! Frufrufrufru… motor! Popopopo… kazanlar! Ploffploffploff…
Gürültü, curcuna, çığlık ne güzel! Ah, ah bu patronları siz yarattınız, kazancınız için… ve bende bundan yararlandım.
Sessizlik yeter artık! Kendi kendime gürültü yapacağım: Mengene: Frufrufru… Pres: Paat, paat… matkap frufrufru… kazanlar: ploffploffploff…
Gaz, gaz çıkıyor! Öksür: Öhö öhö öhöö!
Zincir: Ritmik zamanlamayla, ritmik olarak ilerle, vrınnn vroonngtraktrak tatata tatata fırrfırr-rfırrr…
Yeter, yeter! Makineler dursun, susun!.. Sessizlik ne kadar güzel, bana bu sessizliği sağladığınız için teşekkür ederim, gardiyanlar… kesinlikle… Ah, nasıl tadım çıkarıyorum, zevk alıyorum… Dinleyin, ne tatlı, huzur verici… Ben cennetteyim… Gardiyanlar, yargıçlar, politikacılar umurumda bile değilsiniz… Asla beni delirtemeyeceksiniz, beni sağlam öldüreceksiniz… Mükemmel bir ruh ve beyinle… Böylece herkes katillerin devleti ve katillerin hükümeti olduğunuzu anlayacak, emin olacaklar.
Şimdiden cesedim! kaçırıp saklamanızı, kapıyı avukatlarıma engellemenizi görür gibiyim… Hayır, Ulrike Meinhofu göremezsiniz. Evet, kendini astı. Hayır, otopsiyi izleyemezsiniz. Hiç kimse. Sadece hükümetimizin bilirkişisi, o da zaten kararım verdi. Meinhof kendini astı. Ama boynunda boğulma izleri yok… Boynunda hiçbir morarma lekesi yok… Buna karşılık tüm vücudu çürük içinde… Öteye gidin, donun, bakmayın! Fotoğraf çekmek yasaktır, bilirkişi tutanağından bir şey sormak yasaktır. Cesedimi incelemek yasaktır. YASAK. Düşünmek yasak, tahmin etmek, konuşmak, yazmak yasak, hepsi yasak! Evet hepsi yasak! Ama kendi aptallığınızı, her katile özgü bu klasik aptallığınızı, kahkahalarınızı yasaklayamazsınız.
Cesedim bir dağ gibi ağır… Yüzbin ve yüzbin, ve yüzbinlerce kadın kolu bu kocaman dağı kaldırıp omuzlarına alırken sizin yerinizi sarsacak müthiş bir kahkaha atacaklar.
-Marianne Faithful, Broken English, 1978 (Meinhof’a ithaf edilmiştir.)-
“Ruken Adalı – ANF” – 09:01 / 18 şubat 2009 İstanbul
Ulrike Meinhof… ünlü bir gazeteci ve iki çocuğuyla birlikte rahat bir yaşama sahipken, bütün bunları geride bıraktı, profesyonel devrimciliğin illegal yaşamının en ağır koşullarını tercih etti. nedeni ise, yüreğini ve bilincini aydınlatan özgürlük düşüydü.
kadınlar, 8 mart için bir kez daha özgürlük düşlerinin peşine takılıp sokaklara akmaya hazırlanırken, ulrike’yi hatırlamak ve hatırlatmak önemli. onu hatırlatan bir kitap ise versus yayınları’ndan okuyucuyla buluştu. alman kızıl ordu fraksiyonu’nun (raf) kurucularından ulrike meinhof’un yaşamını anlatan “ulrike meinhof/ üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim” kitabı, yazar alois prinz’in eseri.
yazar, çocukluğundan ölümüne kadar meinhof’un hayatının izlerini sürüyor ve bu yolculuğun sonunda elde ettiği bilgi, belge ve bulgularla izlenimlerini bir roman havasında okuyucuya sunuyor. anlatılan sadece ulrike’nin yaşamı değil, bir döneme imza atan alman kızıl ordu fraksiyonu da var kitapta. yazar, meinhof ve raf’ın izlediği mücadele çizgisine eleştirel yaklaşıyor, hatta kimi yerde açıkça onaylamadığını belirtiyor. fakat yazarın, bu tutumuna karşın, meinhof’a karşı saygı duyduğu da görülüyor.
Nazizmin iktidar olduğu koşullarda doğdu
meinhof, 1934 yılında nazizmin ülkede iktidar olduğu bir siyasi ortama doğdu ve yahudilere karşı yapılan soykırımın izleri belleğinde küçük yaşta yer etti. ulrike’nin çocukluk yaşamında belirleyici olan kişi, bulunduğu kentteki okula eğitim için gelen renata riemeck’ti. ulrike’nin üniversite eğitimi için girdiği philipp üniversitesinin öğrencilerinin büyük bölümü memur çocuğuydu. sadece küçük bir bölümü işçi ailelerinden gelen öğrencilerdi. öğrencilerin genelinin politikadan uzak durduğu görülüyor. ulrike ise, manevi annesi renate riemeck gibi, almanya’nın nazi felaketinden sonra yeni bir felakete yuvarlanmakta olduğunu düşünüyordu.
Abd’nin Vietnam işgali politikleştirdi
ulrike, öğrenci dergisi olarak çıkan ancak daha sonra yayın politikası ve içeriğini de değiştirerek çok geniş bir okur kitlesine ulaşan kontret dergisinde, resmen gazeteciliğe başladı. demokratik alman cumhuriyeti tarafından mali olarak desteklenen derginin, 1961 tarihinde sorumlu başyazarlığına ulrike meinhof getirildi.
abd’nin vietnam işgali, alman gençliğini de radikalleştirirken, ulrike de bu gelişmeleri takip ediyor, köşesinde yazıyordu. fiili olarak öğrencilerin eylemlerinin yanında yer alıyordu. bu dönemlerde, raf’ın diğer kurucuları olan andreas baader ve gudrun ensslin gibi isimlerle de tanıştı.
Yaptıklarının yetmediğinin farkına varıyordu
1968 yılının haziran ayında olağanüstü hal yasaları devreye girdiğinde ulrike meinhof, yaptıklarının yetmediğinin biraz daha farkına varıyordu. çalıştığı gazetenin karşı devrimci düşüncelere hizmet etmeye başladığını düşünen ulrike, gazeteyle ilişkisini keserken, daha fazla politikanın günlük ihtiyaçlarıyla ilgilenir olmuştu. andreas baader ile gudrun ensslin’in tutuklanması üzerine yaptıkları tutukluları kaçırma planı, onun hayatının da dönüm noktası oldu. baader’in bir kitap çalışması içinde olduğu gerekçesiyle götürüldüğü alman merkez enstitüsü binasında gerçekleşen kaçırma eylemine katılanların hepsi de kadındı.
İllegal yaşama adım
daha önce sık sık giderek çalışmalar yaptığı kütüphanedeki eylem sırasında ulrike’nin, olay yerinde her şeyden habersizce şaşkın kalması planlanmış ancak o eylem sırasında bu planı uygulamayarak, camdan atlamış ve illegal yaşama adım atmıştı.
“camdan atlayış, karşı tarafla her türlü uzlaşmanın sonu anlamına da geliyordu. uzun yıllar yazdığı makalelerle, yaptığı radyo programlarıyla filmlerle insanları aydınlatmaya çalışan ulrike meinhof, artık ‘yanlış insanlara doğru anlatma’nın anlamsız olduğunu düşünüyordu. zira kendisinin doğru ve gerçek dediği her şey, kapitalist tüketim toplumunda ‘aptallık, delilik, hayalcilik’ olarak algılanmaktaydı .”
Filistin kamplarında eğitim
alman polisi tarafından çok sıkı bir biçimde aranan ulrike ve raf kurucuları, bir süre el fetih’in eğitim kamplarında kaldı. daha sonra almanya’ya dönen grup, illegal yaşam için paranın gerekli olduğunu düşünerek, 29 eylül 1970 tarihinde berlin’de aynı anda 3 bankayı soydu. soygundan kısa bir süre sonra bazı raf üyeleri tutuklandı. ulrike meinhof ise, sürekli yoldaydı. yeni evler arıyor, silah bağlantılarını sağlıyor, bir barınaktan diğerine koşuyordu. ulrike bu süre içerisinde örgütün teorik altyapısını da kurma çabasındaydı… bu konuda baader ile anlaşabildiklerini söylemek zor.“
Ve ulrike tutsak edildi
ulrike, 1972 yılında tutuklanarak, tecrit hücresine kapatıldı. tecrit hücresini, “beyninizin infilak edeceğini, kafatasınızın parçalanacağını, patlayacağını, omuriliğinizin beyninize sokulduğunu hissedersiniz” diye anlatıyordu. ulrike’nin bu anlatımları, alman cezaevlerindeki tecrit sistemini gözler önüne sererken, raf üyelerinin tutsaklık koşullarına karşı çıkılmasının da yolunu asmıştı.
Hücresinde asılı halde bulundu
21 mayıs 1975 tarihinde başlayan dava, cezaevinin içinde görüldü. dava devam ederken, 1976 yılının 9 mayıs günü ulrike meinhof, hücresinde asılı halde bulundu. intihar ettiği öne sürüldü. bu iddia birçok insana inandırıcı gelmedi. uluslar arası inceleme komisyonu da, meinhof’un intihar ettiğini kanıtlayacak kesin delil bulunamadığını, buna karşılık bir sürü kanıtın asılmadan önce ölmüş olduğuna işaret ettiği sonucuna vardı. yargılama sonunda andreas baader, gudrun ensslin ve jan-carl raspe, ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.
3 raf üyesi daha öldürüldü
filistinli gerilla grubunun bir uçağı kaçırarak, raflıların serbest bırakılmasını istemesinin ardından üç raf üyesi hücralerinde ölü bulundu. baader ve raspe başlarına sıkılan kurşunla öldürülmüştü, ensslin ise radyo kablosundan yapılan bir ilmekle hücre penceresinin parmaklığına asılmıştı. yapılan resmi açıklamalara göre, filistinli gerillaların eyleminin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine, raf tutukluları, toplu intihar kararı almıştı. ancak yüksek güvenlikli cezaevine tabancaların nasıl sokulduğu hiçbir zaman açıklanamadı.
“Tarihimizin yanındayız”
alman kızıl ordu fraksiyonu (raf), 1998 yılında kendini feshettiğinde şöyle diyordu: “tarihimizin yanındayız. raf, kapitalist ilişkileri yıkmaya katkı sağlamak için, bu toplumun eğilimine karşı duran küçük bir azınlığın girişimiydi. bu projenin sonlanması, bu yolu izleyerek başarılı olamadığımızı gösteriyor. fakat bu, başkaldırının gerekli ve meşru olmadığını göstermez. raf, dünyanın her tarafında egemenliğe karşı ve kurtuluş için savaşanların yanında durma kararımızdı. bizim açımızdan bu karar doğruydu.”
Bir anne, bir kadın olarak Ulrike
kitap, ulrike’yi, politik yaşamının dışında, bir anne, bir sevgili, bir kız çocuğu, bir arkadaş olarak da anlatıyor. ulrike’nin karar vermekte en çok zorlandığı anlar ise iki çocuğuyla olan ilişkileri. illegal yaşama geçiş ve sonrasında gelen tutsaklık günlerinde, ulrike’nin yüreğini en fazla acıtanın çocuklarından ayrı kalması olduğu görülüyor. ancak ulrike, ayrılıkları, yoksullukları ve yalnızlıkları göze alarak, yüreğine ve bilincine düşen özgürlük ışığının peşine takılıyor ve mücadelesini, umudunu ve düşünü ezilenlere armağan ediyor.”
Kızıl Ordu Fraksiyonu
II. Dünya Savaşı sonrasında Batı Almanya‘nın en etkin ve bilinen örgütüydü ve kendini şehir gerillası olarak tanımlıyordu. RAF 1970’lerden 1998’e kadar faaliyetteydi ve özellikle 1977 yılında Alman Sonbaharı olarak bilinen ulusal krize yol açan eylem dahil pek çok kanunen ağır suç sayılan eylem yaptı. Buna karşılık Batı Alman hükümeti, RAF’ı bir terörist örgüt olarak tanımlamıştı. 30 yıllık varlığı boyunca örgüt çoğu şoför, koruma görevlisi gibi ikincil hedeflerden oluşan 34 kişinin ölümüne, birçok kişinin de yaralanmasına yol açtı. J2M ve SHK gibi diğer Alman militan gruplarıyla bağlantı içindeydi ve seksenli yıllarda İtalyan solcu grubu Kızıl Tugaylar, Belçikalı solcu grup Savaşan Komünist Hücreler, Filistinli solcu grup Filistin Kurtuluş Örgütü, Fransız solcu grup Action Directe ve İrlandalı örgütler PİRA ile de bağlantılar kurdular.
Arka plan
Grubun kökeni 1960’ların sonlarında Batı Almanya’daki öğrenci protestolarına dayanır. 2 Haziran 1967‘de İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi‘nin Batı Almanya’yı ziyareti sırasında, yumuşak başlı protestolar ayaklanmaya dönüştü. Sürgündeki İranlıların şiddetli protestolarının ardından Alman öğrencilerden geniş destek gören bir grup Şah’ın ziyaret ettiği Berlin Operası’nın etrafına toplandı. Gösteriler sırasında, ilk kez bir gösteriye katılan Benno Ohnesorg adlı öğrenci Batı Almanya polisinin açtığı ateş sonucu öldü. (Ohnesorg’u başının arkasından vuran polis Karl-Heinz Kurras’ın bir Doğu Almanya gizli polisi Stasi‘nin bir casusu olduğu sonradan ortaya çıktı.)
Devlet ve polis şiddeti gören ve Vietnam Savaşı‘na öfkeli kalabalık, Ohnesborg’un ölümüyle iyice hareketlendi ve o gün Alman solu için tarihi bir dönüm noktası oldu. İsmini Ohnesborg’un öldüğü günden alan ve militan anarşist bir grup olan 2 Haziran Hareketi doğdu. Bu olay ayrıca, Thorwald Proll, Horst Söhnlein, Gudrun Ensslin ve Andreas Baader‘i Alman alışveriş merkezlerini yakmayı planlayan gevşek bir yapıda bir araya getirdi. Grup elemanları, 2 Nisan 1968 tarihinde Frankfurt‘ta tutuklandı ve dört sanık yargılanırken Ulrike Meinhof adlı gazeteci Konkret adlı politik dergide onlar hakkında pek çok sempatizan yazı yazdı.
11 Nisan 1968‘de öğrenci hareketlerinin öncüsü ve sözcüsü Rudi Dutschke başından vuruldu. Ağır yaralı olmasına rağmen 1979 yılında, yaralanmasının geç bir sonucu olarak son nefesini verinceye kadar siyasi eylemciliğe devam etti. Saldırgan Josef Bachmann adında muhafazakâr bir işçiydi.
Yeni Sol öğrenci hareketi, Bild-Zeitung gazetesinin Dutschke’yi artık durdurun! gibi manşetlerini dikkate alıyordu. Gazeteye göre başından vurulan Dutschke bu cinayetin azmettiricisiydi. Bu nedenle Bild Zeitung‘un yayımcısı Axel Springer‘in şirketi de, tüm muhafazakâr basın da solcu protestocuların yeni hedefi haline geldi. Meinhof, “eğer biri bir araba yakarsa bu suçtur, eğer biri yüzlerce araba yakarsa, bu politik bir eylemdir” diye yorum yaptı.
Hapishane ve Stammheim davası
RAF üyeleri teker teker tecrit hücrelerine kapatıldı ve yalnızca akrabalarının iki haftada bir ziyaret etmesine izin verildi. Ensslin her üyeye verilen takma adla işleyen bir “bilgi sistemi” geliştirince, dört mahkûm tekrar iletişime geçti ve savunma avukatları sayesinde mektuplaştı.
Tecrit edilmeye karşı pek çok açlık grevi başlattılar ama yemek yemeye zorlandılar. Holger Meins 9 Kasım 1974’te öldü. Protestolar nedeniyle mahkûmların durumları biraz iyileştirildi.
İkinci kuşak RAF’çılar bu sırada ortaya çıktı, bunlar hapishanedekilerden bağımsız sempatizanlardı. Bu durum 27 Şubat 1975’te, Hıristiyan Demokratik Birliği’nin Berlin başkan adayıPeter Lorenz 2 Haziran Hareketi tarafından kaçırıldığında iyice belirginleşti. Lorenz’i kaçıranlar tutuklu arkadaşlarının bırakılmasını istediler. Hiçbiri cinayetle yargılanmadığı için serbest bırakıldılar, dolayısıyla Lorenz de serbest kaldı. Bu olay RAF’ın ikinci kuşağına cesaret verdi ve 24 Nisan 1975’te Stokholm’deki Alman büyükelçiliği RAF üyelerince basıldı; Başbakan Helmut Schmidt’in ileri sürülen istekleri yerine getirmemesi nedeniyle iki rehine öldürüldü. Rehin alanlardan ikisi militanlar tarafından yerleştirilen bombaların patlamasıyla ertesi gece öldü.
21 Mayıs 1975’te Baader, Ensslin, Meinhof ve Raspe’nin yargılanmasına başlandı. Bu, belki de o güne kadar yapılmış en gergin ve çekişmeli Alman ağır ceza davası oldu.Bundestag (Alman Parlamentosu) önceden ceza muhakemesi kanununu değiştirmişti, öyle ki tutuklu RAF’çılar ile ikinci kuşak arasında bağlantı kurmakla suçlanan savunma avukatlarının çoğu dava sürecinin dışında bırakılmıştı.
9 Mayıs 1976’da Ulrike Meinhof hücresinde hapishane havlularından yapılmış bir halatla asılmış halde ölü bulundu. Yapılan soruşturmada, başka iddiaların aksine kendini astığı sonucuna varıldı. Diğer teoriler ise gruptan dışlandığı için intihar ettiği yönündeydi. Bir diğer teori de Alman devleti tarafından öldürüldüğüdür. Fakat RAF üyelerinden biri olan Irmgard Möller 22 yıllık tecrit cezasından sonra yaptığı bir söyleşi de şunları demiştir :
“Ulrike Almanya’da çok tanınan bir insandı. Bir savcı şöyle bir itirafta bulunmuştu: “Ulrike’yi çıldırtmalıyız ki herkes bu örgütte deliler olduğuna inansın.” Onun beyni üzerinde araştırmalar yapmayı bile denediler. Deli olduğunu ispatlamak için tabii. Daha önce de, Ulrike özgür olduğu sırada, illegalite koşullarındayken bir gazetede Ulrike’nin intihar ettiği haberi çıkmıştı. 1972 başlarındaydı bu olay. İntihar nedeni olarak da Ulrike’nin arkadaşlarıyla anlaşmazlığa düşmesi verilmişti. Ama o sırada Ulrike benim yanımdaydı ve haberi beraber okumuştuk. Bu haberi çok tehlikeli bulmuştuk. Cezaevinde Ulrike ölü bulunduğunda da aynı haber gazetede çıktı. Haberde Andreas ve Gudrun’la ayrılığa düştüğü için intihar ettiği yazılıydı. Bu haber tüm gazetelerde ve ölü bulunmasının hemen ardından çıktı. Uluslararası bir araştırma komisyonu incelemeler yaptı. Kendisini astığı iddia edilen havlu ile yapılan denemelerde, bunun bir insanı taşıyamayacağı ve hemen koptuğu belirlendi. Yani Ulrike’nin kendini o havluyla asabilmesi mümkün değildi. Doktorların araştırmaları sonucunda Ulrike’nin boynunun asılmadan önce kırılmış olduğu ortaya çıktı. Davalar o dönem yeni başlamıştı ve deliller toplanıyordu. Ulrike’nin kendisini öldürmesi için hiçbir neden yoktu.”
RAF’ın eylemleri dava sırasında da devam etti; 7 Nisan 1977’de Federal Savcı Siegried Buback, şoförü ve koruması kırmızı ışıkta beklerken iki RAF üyesi tarafından öldürüldü.
28 Nisan 1977’de davanın 192. gününde, kalan üç sanık, birçok cinayet, cinayete teşebbüs ve terörist örgüt oluşturmak suçundan ömür boyu hapse mahkûm edildi.
1977 sonbaharı (Alman Sonbaharı)
30 Haziran 1977’de, Dresdner Bank müdürü Jürgen Ponto, başarısız kaçırma girişiminin ardından, Oberurse’deki evinin önünde vurularak öldürüldü. Kaçırma olayına karışan RAF’çılarBrigitte Mohnhaupt, Christian Klar ve Ponto’nun vaftiz kızı Susanne Albrecht‘ti.
Mahkûmiyet kararını izleyen günlerde eski SS subayı ve Almanya Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi’nin eski üyesi olan ve Alman İşveren Cemiyeti’nin başkanı ve Batı Almanya’nın en güçlü sanayicilerinden olan Hanns Martin Schleyer kaçırıldı. 5 Eylül 1977’de şoförü sokağın ortasında karşısına çıkan bebek arabası yüzünden durmak zorunda kaldı. Arkalarındaki polis eskortu, zamanında duramadığı için Schleyer’in arabasına arkadan çarptı. Maskeli beş saldırgan, üç polisi ve şoförü öldürdü ve Schleyer’i rehin aldı.
Daha sonra federal hükümete, Staamheim’dakiler dahil on bir militanın salıverilmesini talep eden bir mektup gönderildi. Bonn şehrinde, Helmut Schmidt‘in başkanlığında bir kriz komitesi oluşturuldu. Komite anlaşma yapmak yerine Schleyer’in yerini tespit etmesi için polise zaman kazandırmak amacıyla oyalama taktiğine başvurdu. Aynı zamanda, hapishanedekilere iletişim yasağı konularak yalnızca hükümet memurlarının ve hapishane papazlarının ziyaretine izin verildi.
Almanya Federal Polis Bürosu zamanının en büyük insan avını başlattı ve devlet krizi bir aydan fazla sürdü. Kriz 13 Ekim 1977’de Palma de Mallorca‘dan Frankfurt‘a giden Lufthansauçağı kaçırılınca doruğa ulaştı. Dört Arap’tan oluşan grup uçağın kontrolünü ele geçirdi. Sonradan Züheyir Yusuf Akaçe olduğu anlaşılan önderleri kendisini uçaktakilere Kaptan Mahmut olarak tanıttı. Uçak yakıt almak için Roma‘ya indiğinde Akaçe Schleyer’i kaçıranlar gibi kimi taleplerde bulundu: Türkiye’de tutulan Filistinlilerin serbest bırakılması ve kendilerine 15 milyon dolar ödenmesi.
Bonn kriz bürosu taleplere karşılık vermemeye karar verdi. Uçak Larnaka üzerinden önce Dubai‘ye ardından Aden‘e uçtu. 16 Ekim’de kaptan pilot Jürgen Schumann, işbirliğine yanaşmadığı gerekçesiyle bir devrim mahkemesinde yargılanarak öldürüldü. Uçak 2. kaptan pilot Jürgen Vietor tarafından tekrar havalandı ve Somali – Mogadişu‘ya uçtu.
Federal yüksek mahkemesinin başında olan ve Bonn’dan gizlice ayrılan Hans-Jürgen Wischnewski tarafından yürütülen riskli bir operasyon hazırlandı. 18 Ekim’de Avrupa saatiyle gece yarısını beş geçe uçak Alman federal polisinin elit timi olan GSG 9 güçlerinin sekiz dakikalık baskınına uğradı. Dört uçak korsanı vuruldu, üçü olay yerinde öldü. Yolculardan ciddi şekilde yaralanan olmadı ve Wischnewski Schmidt’e ve Bonn’daki kriz ekibine telefonla operasyonun başarıyla tamamlandığını bildirdi.
Yarım saat sonra, Alman radyosu Stammheim’daki tutukluların da dinlediği kurtarma operasyonu haberlerini verdi. Gecenin ilerleyen saatlerinde Baader başının arkasından vurulmuş, Ensslin de asılmış olarak hücrelerinde bulundu; Raspe ertesi gün öldü. Yaralanan Irmgard Möller hayatta kaldı ve 1994 yılında salıverildi. Ve yine yaptığı bir söyleşide şunları demiştir :
“Ulrike ölü bulunduğunda tarih Mayıs 1976’ydı. Eylül 1977’de ben de Stammheim’daydım. Daha önce Hamburg’da kalmış, 1977 başında Stammheim’a getirilmiştim. Çünkü davam başlayacaktı. Açlık grevimiz sayesinde gruplar halinde kalma hakkını elde etmiştik. Ben de bu gruba kondum. O sırada Ulrike ölmüştü. Daha sonra grup sayısının sekize çıkması için yeni bir açlık grevine başladık. Bu olmadı, ama her gün birbirimizle görüşebilme hakkını kazandık. 2 Eylül 1977 günü RAF, İşverenler Sendikası Schleyer’i kaçırdı. Çok ünlü ve nefret edilen biriydi. II. Dünya Savaşı’nda Çekoslovakya’yı işgal eden kuvvetlerin içinde komutan Heidrich’in asistanıydı. Eski bir Nazi’ydi yani. Almanya’da yürütülen mücadele sırasında da sendikalara karşı tavrıyla işçilerin haklarının ellerinden alınması için çalışmıştı. RAF onu 11 tutsakla değiş tokuş yapmak amacıyla kaçırmıştı. Bu olay üzerine, bir arada kalırken hepimiz ayrı ayrı hücrelere konduk ve görüşmemiz yasaklandı. Öncesinde ortak eşyalarımız, yemeğimiz ve kitaplarımız vardı, her şeyimiz ortaktı. Bu haklar elimizden alındı ve hücreyle ilgili bir yasa çıktı. Dışarıyla da ilişkimiz kesilecekti, yani ne avukat ne gazete olacaktı. Hepimiz 7. kattaydık, ama ne birbirimizle ne dışarısıyla ilişkimiz vardı. Ingrid Schubert de 7. kata kondu ve dört kişi olduk. RAF’la görüşmeler haftalarca sürdü. Alman hükümeti sürekli olarak Schleyer’in yaşadığına dair deliller istiyordu. RAF her seferinde buna cevap verdi ve Schleyer’in ölmediğini gösterdi. Haftalarca hiçbir şey olmadı. Alman hükümeti ve polisi bu süre içinde komandoları bulmaya ve Schleyer’i kurtarmaya çalışıyordu. Bu sürece bir son vermek için Filistinli bir grup Lufthansa uçağını kaçırdı. Yani elimizde baskı aracı olarak Schleyer ve Lufthansa uçağı vardı. Uçak bazı havaalanlarına uğradıktan sonra Somali’ye indi. Somali Başkanı Etiyopya’yla savaş halinde olduğu için Alman hükümetine kendini sattı. Alman özel timleri uçağa girdi, yolcuları dışarı çıkardı ve Filistinli grubun üyelerini öldürdü. Aynı gece Stammheim’a girerek Gudrun, Andreas ve Jan’ı öldürdüler. Ben de ağır yaralandım. Göğsüme birçok bıçak darbesi almıştım. Bilincimi kaybetmiştim ve günler sonra hastanede kendime geldim. Diğerlerinin öldüğünü orada öğrendim. Ağır yaralanmıştım, zor nefes alıyordum. Ölmememin nedeni de bıçağın kaburgalarıma takılmış olmasıydı. Bıçak biraz daha derine gitseydi ben de ölecektim. Gazetelerde hemen ertesi günü tutukluların intihar ettiği haberi çıktı. Neden olarak da morallerinin bozulmuş olması gösterildi. Bugün bile söyledikleri bu. “İntihar ettiler, çünkü hiçbiri mantıklı ve normal değildi,” dediler. Tabii bu doğru değildi.”
Resmi soruşturmalar bunun planlanmış bir intihar dizisi olduğunu açıkladı ama iddiayı kabul etmeyen teoriler de öne sürüldü. Örneğin Baader’in özellikle birinci kuşak RAF üyeleri için yapılmış yüksek güvenlikli bir hapishaneye silah sokmayı nasıl başardığı tartışıldı. Solak olan Baader kayıtlara göre kendini sağ eliyle vurmuştu ancak ense kökünden giren kurşun alnını delerek dışarı çıkmıştı ki silahı böyle tutarak kendini vurmanın görece zor bir hareket olduğu iddia edilmektedir. Üstelik bazı kaynaklara göre Baader’in hücresinde ikinci bir kurşun deliği daha bulunması olayı şüpheli hale getiren etkenlerden biridir. Ayrıca kalbinin üzerinde dört bıçak yarasıyla bulunan Möller’in kendine bunu yapması imkânsız değilse bile çok zordu. Stammheim’dan sağ olarak kurtulan tek mahkûm olan Möller, hapisanede gerçekleşenlerin bir intihar değil, süikast olduğunu iddia etti.
Resmi olmayan bazı araştırmalar, toplu intiharı açıklamasını reddeder, mahkumların öldürüldüğünü savunur. Stammheim Modeli yüksek güvenlikli hapishanelerde ziyaret alanına girmeden evvel tüm avukatların ceplerini boşaltmaları ve ceketlerini doğrulama için görevliye vermeleri gerekmekteydi. Elle ve metal dedektörüyle aranıyorlardı. Mahkumlar ziyaretten önce ve sonra çırılçıplak soyuluyor kontrolden sonra da kendilerine yeni bir kıyafet veriliyordu. Dahası, hücresinde asılı bulunan Ulrike Meinhof’un cesedi üzerinde İngiliz doktorların yaptığı inceleme, onun öldürüldükten sonra asıldığını söylüyordu. Yapılan otopside Meinhof’un cinsel organında sperm bulunduğu rapor edilmişti.
Buna karşılık diğer bağımsız araştırmalar tutuklu avukatlarının yüksek güvenliğe rağmen içeriye silah ve ekipman sokabildiklerini, bunların hücrelerde kolayca saklanabildiğini ve mahkumların toplu halde intiharının en olası açıklama olduğunu belirtmiştir.
2002 yılında cesedi ailesine teslim edilirken, Meinhof’un kafatasından beyninin alındığı ortaya çıktı. Bunun ortaya çıkmasının ardından beyin ailesine geri verildi.
Hücresinde ölü bulunanlardan biri olan Gudrun Ensslin avukatına şöyle yazmıştı:
- “Eğer benden geriye hiç mektup kalmadıysa ve ölü bulunduysam; süikaste uğramışımdır”
19 Ekim 1977’de Schleyer’i kaçıranlar, rehinenin idam edildiğini açıkladılar. 1977 sonbaharındaki olaylar II. Dünya Savaşından bu yana Almanya’nın yaşadığı en büyük illegal, politik vakalardı ve bu nedenle Alman Sonbaharı (Der Deutsche Herbst) olarak adlandırıldı. Heinrich Breloer’in 1997 yılında yayımlanan Ölüm Oyunu adlı iki bölümlük belgeseli Alman Sonbaharını anlatır.
1980’ler ve 1990’larda RAF
Sovyetler Birliği‘nin çöküşü sol kanada büyük darbe vurdu ama 1990’larda yapılan saldırıları hâlâ “RAF” üstleniyordu. Bu saldırılar arasında Ernst Zimmermann adlı bir sanayici; üç kişinin öldüğü Kaiserslautern civarındaki Birleşik Devletler Hava Kuvvetleri’nin Ramstein Hava Üssü‘ne yapılan bombalı saldırı; Siemens şirketinin idarecisi Karl-Heinz Beckurts’ün otomobilinin bombalanması ve Almanya dışişleri bakanlığında önemli bir memur olan Gerald von Braunmühl’ün vurulması vardı.
Hükümetin RAF’ı suçladığı pek çok saldırı oldu ama RAF’ın bu saldırılardaki sorumluluğu kanıtlanamadı. 30 Kasım 1989’da Deutsche Bank’ın müdürü Alfred Herrhausen karmaşık bir bombayla öldürüldü. 1 Nisan 1991’de, Doğu Alman devlet ekonomisinin özelleştirilmesinden sorumlu Treuhand hükümetinin başkanı Detlev Karsten Rohwedder vurularak öldürüldü.
1990 yılında Almanya’nın birleşmesinin ardından RAF’ın, Doğu Almanya’nın güvenlik ve istihbarat örgütü Stasi’den mali ve lojistik destek aldığı ortaya çıkarıldı. Bu destekler arasında pek çok RAF üyesine sahte kimlik verilmesi de vardı.
RAF’a karşı son büyük eylem 27 Haziran 1993’te gerçekleşti. Klaus Steinmetz adlı gizli servis ajanı RAF’ın içine sızdı. Sonuç olarak Bad Kleinen’de Birgit Hogefeld ve Wolfgang Grams adlı iki RAF üyesi tutuklandı. Grams ve bir polis, operasyon sırasında öldü. Resmî soruşturma Grams’ın intihar ettiğini söylerken, diğerleri Grams’ın ölümünün polisin ölümünün intikamı olduğunu söyledi.
1992 yılında Alman hükümeti RAF’ın asıl faaliyet alanının artık eski RAF üyelerinin yakalanması olduğunu ortaya çıkardı. Örgütü zayıflatmak için, eğer RAF saldırılarını durdurursa kimi tutukluların serbest bırakılacağını söyledi. RAF “ilerlemeyi durdurma” kararı aldığını ve hedeflere yapılan saldırılara son vereceğini duyurdu. Son saldırı, görevdeki polislerin etkisiz hale getirilip bombaların yerleştirilmesiyle Weiterstadt’ta yeni yapılan bir hapishaneye gerçekleştirildi. Kimse yaralanmadı ama yaklaşık 50 milyon avronun üzerinde hasar gerçekleşti.
20 Nisan 1998’de Reuters haber ajansına Almanca yazılmış sekiz sayfalık bir mektup gönderildi. RAF’ın logosuyla imzalanmıştı ve grubun dağıldığını ilan ediyordu:
“Vor fast 28 Jahren, am 14. Mai 1970, entstand in einer Befreiungsaktion die RAF. Heute beenden wir dieses Projekt. Die Stadtguerilla in Form der RAF ist nun Geschichte.”
(‘Yaklaşık 28 yıl önce 14 Mayıs 1970’te RAF bir kurtuluş hareketi başlatmıştı. Bugün bu tasarıyı sona erdiriyoruz. RAF’ın şehir gerillası hareketi artık tarih oldu.’)
Avusturalyalı/İngiliz oyun yazarı Van Badham’ın oyunu Kara Eller / Ölü Bölge (Black Hands / Dead Section) kilit önemdeki RAF üyelerinin eylemlerini ve yaşamlarını anlatan bir kurgudur. Qeensland premier’nin 2005 edebiyat ödülünü kazanmıştır. 1997 Nobel ödülü sahibi İtalyan oyun yazarı Dario Fo‘nun Yarın Olacak ve Ben Ulrike, Bağırıyorum adlı tek kişilik kısa oyunları da sırasıyla RAF üyeleri Möller ve Meinhof’un Stammheim’daki hücrelerinde öldürüldüklerini anlatır:
“Şimdiden cesedimi kaçırıp saklamanızı, avukatlarımı engellemenizi görür gibiyim… Hayır, Ulrike Meinhof’u göremezsiniz. Evet, kendini astı. Hayır, otopsiyi izleyemezsiniz. Hiç kimse izleyemez. Sadece hükümetimizin bilirkişisi, o da zaten kararını verdi. Meinhof kendini astı. Ama boynunda asılma izi yok… Boynunda hiçbir morarma lekesi yok… Buna karşılık tüm vücudu çürük içinde… Öteye gidin, dönün, bakmayın! Fotoğraf çekmek yasaktır, bilirkişi tutanağından bir şey sormak yasaktır. Cesedimi incelemek yasaktır. YASAK. Düşünmek yasak, tahmin etmek, konuşmak, yazmak yasak, hepsi yasak! Evet hepsi yasak! Ama kendi aptallığınıza, her katile özgü bu klasik aptallığınıza gülmemizi asla yasaklayamazsınız.”
(Dario Fo, Ben Ulrike, Bağırıyorum)
İsmin kökeni
RAF’ın ismi Japon paramiliter grup Japon Kızıl Ordusu‘undan esinlenilmişti. Genellikle İngilizceye Kızıl Ordu Grubu ya da Partizanı olarak çevrilmekle birlikte aslında grubun kurucuları, komünist işçi hareketinin içinde yer alan, onun bir parçası olan bir militan grup olarak görmekteydiler. Yani örgüt üyeleri, fraksiyon terimini bir politik oluşum içindeki hizipleşme anlamında değil, bir bütünün parçası olmak anlamında kullanmışlardı. “Fraktion” terimi geniş, uluslararası Marksist mücadele yürüten solcu örgütleri tanımlamak için de kullanılmaktadır.
RAF’a atfedilen saldırılar
Tarih | Yer | Eylem | Ayrıntılar |
---|---|---|---|
11 Mayıs1972 | Frankfurt am Main | Birleşik Devletler kışlalarının bombalanması | 1 ölü, 13 yaralı |
12 Mayıs1972 | Augsburg veMünih | Augsburg’daki polis karakolunun ve Münih’teki Bavarian Devlet Suç İstihbarat Ajansı’nın bombalanması | 5 polis memuru yaralandı. İddiaya göre sanık Tommy Weissbecker’di. |
16 Mayıs1972 | Karlsruhe | Federal yargıç Buddenberg’in arabasının bombalanması. | Otomobili kullanan karısı yaralandı. İddiaya göre sanık Manfred Grashof idi. |
19 Mayıs1972 | Hamburg | Axel Springer Verlag’ın bombalanması | 17 yaralı. Ilse Stachowiak bombalama olayına karışanlardan biriydi. |
24 Mayıs1972 | Heidelberg | Askeri İstihbarat G2 karargâhının dışına, Avrupa’daki Birleşik Devletler ordusunun karargâhına bomba konulması | 3 ölü (Ronald Woodward, Charles Peck ve Albay Clyde Bonner), 5 yaralı. İddiaya göre 15 Haziran komandosunca, Irmgard Moeller tarafından öldürülen Petra Schelm’in anısına gerçekleştirilmişti. |
24 Nisan1975 | Stokholm | 1975 Batı Almanya büyükelçiliğine baskın, Andreas von Mirbach ve Dr. Heinz Hillegaart’ın öldürülmesi | 4 ölü, bunların ikisi RAF üyesiydi |
7 Nisan1977 | Karlsruhe | Federal savcı-generali Siegfried Buback’in öldürülmesi | Şoför ve bir yolcu öldürüldü. İddiaya göre sanık Ulrike Meinhof‘tu. |
30 Temmuz1977 | Oberursel(Taunus) | Dresdner Bank‘ın müdürü Jürgen Ponto başarısız kaçırma girişimi sırasında evinde vurularak öldürüldü. | |
1977 | Palma de Mallorca resp.Mogadishu,Somalia | Uçak kaçırma, Lufthansa uçağı Alman Sonbaharı‘nın parçası olan olaylardan biri olarak 1977 sonbaharında kaçırıldı. | 3 hava korsanı öldürüldü, olay Alman GSG 9 komandoları tarafındanOperation Feuerzauber operasyonu ile sona erdirildi. |
5 Eylül197718 Ekim1977 | Köln resp.Mulhouse | Eski SS subayı, almanya’nın en büyük sermayedarlarından da olan, Alman İşeverenler Birliği başkanı Hanns-Martin Schleyer kaçırıldı. Ardından bir süre sonra vurularak öldürüldü. | 3 polis memuru ve şoför öldürüldü |
25 Haziran1979 | Mons, Belçika | NATO Müttefik Komutanı Alexander Haig bir suikast girişiminden kurtuldu | |
9 Temmuz1986 | Straßlach (Münihyakınlarında) | Siemens müdürü Karl Heinz Beckurts ve şoförü Eckhard Groppler vuruldu. | |
30 Kasım1989 | Bad Homburg v. d. Höhe | Bankacı Alfred Herrhausen‘e bombalı saldırı | Dava çözülemedi. |
1 Nisan1991 | Düsseldorf | Doğu Almanya hükümeti başbakanı Detlev Karsten Rohwedder‘in evinde vurulması | Dava çözülemedi. |
27 Mart1993 | Weiterstadt | Yapılmakta olan bir hapishanenin inşaat alanına bombalı saldırı. | Dava çözülemedi. Ölü ya da yaralı yok. 123 milyon Marklık (50 milyon avronun üzerinde) hasar. |
Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun üyeleri
1960-1980 yılları arasında yüzden fazla Alman, anti-kapitalist mücadele için örgütlere girdi. Bu örgütlerin yüzlerce destekçisi ve sempatizanı vardı. J2M ve SPK gibi örgütler RAF ile yakından ilişkiliydi hatta kimi zaman bu örgütler beraber eylemler düzenledi. (Örn. 1975’te Batı Almanya büyükelçiliğine baskın). RAF’ın etkisi gittikçe büyüdü ve örgütün ikinci ve üçüncü “kuşak” denilebilecek üyeleri oldu.
Önde gelen RAF üyeleri:
- Andreas Baader
- Gudrun Ensslin
- Ulrike Meinhof
- Holger Meins
- Jan Carl Raspe
- Horst Mahler
- Irmgard Moeller
- Brigitte Mohnhaupt
- Christian Klar