On altı buçuk yaşında, ”Kahin’in Mektupları” adyla bilinen iki mektubunda ” Ben Bir Başkasıdır” diye yazarken, bunun ”Benim Ben’im Tanrı’dır” anlamına geldiğini biliyordu. On yedi yaşında yirmi bir yaşına kadar, dört yılda, şiirin bütün geleneklerini, yapısal ve zihinsel düzenini parçalayıp altüst etti. Düzyazı şiirleriyle yarattığı dil, günümüz modern şiirinin yazınsal temellerini oluşturdu. Rimbuad’nun şiirde ulaştığı yükseklik, şiirin son sınırları olarak kabul edilir. Rimbaud şiiri bırakmadı, sözün simyasını keşfetti, şiiri tamamladı ve sessizliğe erişti.”Rimbaud’ dan sonra ne yazılabilir? Sorusunu yirminci yüzyıl şairleri yanıtlayamadı. Sıra yirmi birinci yüzyıl şairlerinde. Rimbaud modern şiirin başlangıç noktasıdır.
Yazar: Arthur Rimbaud
Yayınevi: Gendaş Kültür
Basım tarihi: Şubat 1999
Kategori: Dünya Edebiyatı / Klasikler
Georges Izambard’A(1)
Charleville, 13 Mayıs 1871
Sayın Bay,
İşte yine öğretmensiniz. Kendimizi topluma feda etmeliyiz, demiştiniz bana; öğretim kurumunda yer alıyorsunuz: Herkesin gittiği yoldan gidiyorsunuz. – Ben de kendi ilkemi izliyorum: Hayasızca kendime baktırıyorum; okulun eski budalalarını bulup ortaya çıkartıyorum: Hareket olarak, söz olarak, kafadan uydurabileceğim ne kadar aptalca, pis ve kötü şey varsa hepsini kendilerine sunuyorum: Bunun karşılığını bira ve şarap olarak ödüyorlar bana. Stat mater dolorosa, dum pendet filius.(2) – Kendimi topluma feda ediyorum, doğru, – ve haklıyım. – Siz de haklısınız, şimdilik. Gerçekte, kendi ilkenize göre öznel şiirden başka bir şey görmüyorsunuz: üniversite yemliğine – bağışlayın – yeniden kavuşmakta direnmeniz bunu kanıtlıyor. Ama sonunda gene, hiçbir şey yapmak istemediği için hiçbir şey yapmamış olan bir doygun olarak bulacaksınız kendinizi. O öznel şiirinizin her zaman korkunç tatsız bir şey olacağının sözünü etmek de gereksiz. Sanırım, bir gün, – başkaları da aynı şeyi düşünüyorlar – ilkenize nesnel şiirin (3) girdiğini de göreceğim, sizin olacağınızdan daha içtenlikle göreceğim bunu! – Bir emekçi olacağım: Çılgınca öfkeler, beni, şimdi size bu mektubu yazarken hâlâ nice işçinin öldüğü Paris savaşına doğru iterken, beni burada tutan düşünce bu!.. Şimdi hiçbir zaman çalışmam, asla; grevdeyim.
Şimdilerde, olabildiğince sefihleşiyorum. Neden mi? Şair olmak istiyorum ve görülmezi gören kâhin (4) olmaya çalışıyorum: Siz hiç anlamayacaksınız bunu ve ben de size anlatmayı aşağı yukarı beceremem. Bütün duyuların karıştırılmasıyla, düzenlerinin bozulmasıyla bilinmeze ulaşmak söz konusu… Acılar çok büyük, ama güçlü olmak, şair doğmak gerek ve kendimi şair olarak görüyorum. Bu hiç de benim uçum değil. “Düşünüyorum,” demek yanlış bir şey. “Beni düşünüyorlar,” demeli. (5)
Sözcük oyunumu bağışlayın.
BEN bir başkasıdır. (6) Kendini keman olarak duyumsayan oduna ne yazık! Hiç bilmedikleri konularda tartışan insanları küçümsüyorum!
Siz benim için bir Öğretmen değilsiniz. Size bir şiir gönderiyorum: Taşlama mı diyeceksiniz bakalım buna? Yoksa şiir mi? Yine de düşlem. – Ama rica ediyorum, altını ne kalemle çizin, ne de fazlaca akılla:
İşkence Edilen Yürek (7)
(Le Coeur supplicié)
Kederli yüreğim salya sümük güvertede,
Yüreğim asker sigarasıyla izmarit dolu:
Çorba atıklarını fırlatırlar oraya bile,
Kederli yüreğim salya-sümük güvertede:
Bir küfür tufanı eratın ağzında bilmece
Gülerler durmadan kahkahaları sulu mu sulu,
Kederli yüreğim salya-sümük güvertede,
Yüreğim asker sigarasıyla izmarit dolu!
Maslahatlar alesta kalıp çekmeye hazır
Baştan çıkarır yüreğimi küfür hazretleri.
Dümende dalga geçerler tepeden tırnağa hınzır,
Maslahatlar alesta kalıp çekmeye hazır.
Ey büyüleyici dalgalar o sayenizde paklanır,
Alın yüreğimi yıkayın, bilsin temizliği!
Maslahatlar alesta kalıp çekmeye hazır,
Baştan çıkarır yüreğimi küfür hazretleri!
Küfürleri bitip tütünleri de tükenince
Ne yapacağım ben ey çalınmış yüreğim?
Hıçkırık olacaklar hepsi meyhane türkülerinde
Küfürleri bitip tütünleri de tükenince,
Bir meydan savaşı başlayacak zavallı midemde
Yüreğim örselenmiş dalım kırılmışsa benim,
Küfürleri bitip tütünleri de tükenince
Ne yapacağım ben ey çalınmış yüreğim?
Hiç de anlamsız değil bu.
Adresim: Bay Deverrére eliyle A.R.
Yürekten selam,
Arthur Rimbaud
Notlar:
1) Bu mektup Izambard’a, Demeny’ye gönderilen ve Kâhin’in Mektubu olarak anılan mektuptan iki gün önce gönderildi. Izambard mektubu 1911 yılında buldu ve 1926 yılında yayımladı.
Georges Izambard 11 Aralık 1848 tarihinde Paris’te doğdu. Öğrenimi bitince önce Douai yakınlarındaki Hazebrouck’a, daha sonra da 1870 yılının Ocak ayında Charleville’de Arthur Rimbaud’nun okuduğu koleje “retorik” öğretmeni olarak atandı. Izambard yirmi beş öğrencisinde biri olan Rimbaud’ya özel kitaplığını açarak onun okumalarını yönlendirdi, şiirlerini eleştirdi. Rimbaud, Paris’e ilk kaçışında tutklanınca, 5 Eylül 1870 günü bir mektup yazarak onu yardıma çağırdı: “Sizi bir kardeş olarak seviyorum, sizi bir baba gibi seveceğim.” Rimbaud’nun annesi, oğlunun ikinci kaçışından onu sorumlu tuttu ve yardım istedi.
İzambard, Rimbaud’nun “kâhinlik” kuramını açıkladığı 13 Mayıs 1871 tarihli mektubundaki dramı kavrayamadı ve ona parodili bir yanıt gönderdi. Bu yanıttan dolayı kötü yaralanan Rimbaud bir mektup daha yazdı ve ilişkileri sona erdi.
2) Meryem Ana’nın yedi acısını konu alan Stabat Mater duasından esinlenilmiş: “Oğlunun asılı olduğu haçın dibinde ayakta…” Ressam ve hekeltraşları çoğu zaman esinlendirmiş olan bir izlekten alaylı bir şekilde yararlanıyor: Çarmıh’ın önünde Meryem, mater dolorosa. Rimbaud hiç kuşkusuz kendi annesine gönderme yapıyor. Rimbaud o sırada, kendisini çalışmaya zorlayan, yatılı okula ya da ıslahevine vermekle tehdit eden annesine karşı büyük bir isyan duyuyordu. Annesinin durumunu, İsa’nın çarmıhı önünde duran Meryem Ana’ya benzetiyor.
3) Rimbaud, nesnel şiiri, öznel şiirin, romantiklerin ya da benzerlerinin aşırı lirizminin karşısına koyuyor. Şairin bireysel duygularından kaynaklanan şiiri öznel şiir olarak tanımlıyor. Ona göre şair kendi benliğini aşaşn bir duygunun aktarıcısı, kendi dışında bir iradenin aracı olmalıdır: Tıpkı kemancının kemanı gibi. Rimbaud, bilinmez’e ulaşabilmek için kendi dışına çıkmak, kendinden kurtulmak istiyor. Verlaine’in de Londra’da insansız şiir yazmayı denediği biliniyor. Rimbaud’nun etkisiyle belki. Illuminations’un bazı şiirleri nesnel şiirin örnekleridir.
4) Peygamber tanımını da içeren Kâhin (le voyant) sözcüğü Rimbaud tarafından ilk kez bu mektupta kullanıldı. Hiç kuşkusuz bu sözcüğü Rimbaud bulmadı. İncil’de yer aldığı ve aynı zamanda XIX. Yüzyılın kimi şairleri tarafından kullanıldığı biliniyor. Örneğin, onun, Le conte de Lisle’in Le Parnasse contemporain dergisinde yayımlanan Qain adlı şiiri karşısında hayranlık duyduğunu Delahaye’den öğreniyoruz. Michelet, tarih kitaplarında bu kavramı birkaç kez kullanmıştır: “Kahinler, peygamberler halkın içinden çıkarlar ve tapınağı kullanmaksızın Tanrı’yla ilişki kurarlar.” Ballanche’ın Orphée’inde (7. kitap) Mısırlı rahip, Thaniris’le şöyle konuşur: “burada bir kâhinler okulu bulacaksın, çünkü ister geçmişte olsun, ister gelecekte, dış nesnelerin örtüsüne karşın görmek, duyuların yanılsamasının arasından görmek, güncel olayların ufkunun ötesini görmek, çalışma, eğitim ve dalınç alışkanlığı sayesinde insanda gelişen bir yetenektir.”
5) Penser (düşünmek) eylemi ile panser (pansuman etmek, tımar etmek) eylemi arasındaki eşseslilik dolayısıyla ortaya çıkan sözcük oyununa değiniyor. Paragrafın başındaki cümlelerde denetimsiz esinin altını çizerek üstgerçekçilere öncülük ediyor.
6) Oldukça basit bir pisikolojik gerçeği dile getiren bu cümle üzerine binlerce anlam araştırması yapıldı. Rimbaud, kendisinde şair yeteneği olduğunu, kendi sandığı kişiden ya da Izambard’ın tanıdığı kişiden bir başkası olduğunu fark ediyor; Tanrı tarafından tutulmuş, esinin gizemli etkisiyle değişime uğramış bir varlık, sanki âni bir Tanrısal etkinin etkisiyle kendisini keman olarak duyumsuyor. Tıpkı bir masa gibi, bir sandalye gibi keman da ağaçtan yapılmıştır, ama ona uyumlu ses çıkarma yeteneği verilmiştir. Öte yandan nesnel şiir’den yana bir şairin bireyselliğinden kurtulup bir başkası olması, ona öznel şiir’den kurtulmasını sağlar.
7) Rimbaud, 13 Mayıs 1871 tarihli mektubunun içinde gönderdiği bu şiire İşkence Edilen Yürek (Le Coeur supplicié/ Acı Çeken Yürek) adını verdi. Paul Demeny’ye gönderdiği 10 Haizran 1871 tarihli mektupta da yer alan şiirin adını Palyaçonun Yüreği (Le Coeur de Pitre) olarak değiştirmiştir. Bu nüshada, yedi yerde bazı sözcüklerin değişmiş olduğu görülür. Şiirin üçüncü adı Çalınmış Yürek’tir (Le coeur volé).
Bu üç adda Rimbaud’nun birkaç ay içinde yaşamış olduğu ruhsal değişimlere tanıklık etmektedir: İlkin, onarılmaz çirkinliğini keşfettiği insan toplumu şairin yüreğine işkence etmiştir. Rimbaud daha sonra bu toplum içinde kendini bir soytarı gibi gülünç hissetmiş, bir süre sonra da kendini aldatılmış, kazıklanmış hissetmiştir.
Yorumculara göre bu şiir gerçek bir itiraftır ve Rimbaud’nun Komün sırasında yaşadıklarına tanıklık etmektedir.
Delahaye kaynaklı bir söylenceye göre de Rimbaud nisan ayında altı gün yaya yürüyerek Paris’e varmış, devrime gönüllüler arasında katılmış ve büyük bir düzensizliğin egemen olduğu Babylon kışlasında kalmıştır. Sonuç olarak, doğrudan doğruya ister katılsın, siter katılmasın, Rimbaud düşünce ve duygu olarak tam bir Komüncü’dür. Ve bu şiir her bakımdan yaşanmış deneyimlere tanıklık etmektedir.
[Türkçesi: Özdemir İnce, Ben Bir Başkasıdır, Gendaş Yayınevi, 1999]
Ben, Kimdir?
“ben bir başkasıdır, kendini keman olarak duyumsayan oduna yazık.”
A. Rimboud’nun bu ifadesi insan ile ben’i arasındaki kaygan ve sürekli yenilenmesi zorunlu ilişkinin olabilecek en şairane söylenişi geliyor bana. Sahiplenilmesi ve bir olmak halinde sabitlenilmesi zor olan ben’in hayat boyu biteviye inşa halinde oluşu, insanın “benliğiyle kendisi arasında kalan ıslak sınırı” kurutamamasını ve Heidegger’in tasnif ettiği şekilde ontolojik yaşayan insanlar için ben’den kaynaklı bir tekinsizliği beraberinde getiriyor. Ben’den söz etmenin güçlüğü buradan itibaren başlar; ben sürekli oluşum halinde ve tamamlanmamış bir şeyden söz etmek her durumda zordur. İnsan kim, ne ve nasıl olduğunu ancak öldüğünde, portresi tamamlandığında anlayabilecektir.
İletişim ve sosyal örüntüler çerçevesinde ben bir kim’lik kazanıyor.Varoluş iletişime bağlandığında “ben, kimdir?” sorusu zahmetsiz şekilde isabetli cevaplar üretiyor, fakat burada ben’in mahiyetini araştırırken, kişi sayısınca yani herkesin “ben şuyum” derken kendi kişisel gerçekliğinden ürettiği türlü çeşitli ben algısının da gerisine geçme isteğindeyiz.
İlkin, ben duygusu ya da varlığının şuurunda olma duygusu, insanın sahip olduğu şeylerin toplamı görünmemekte. Bu toplamdan çıkarılan ben, tam olarak Yunus Emre’nin görünür ben’i ve ondan daha içeride olduğunu söylediği bir de asıl ben’i var. Tarifini yapmaya çalışacağımız da o, yani varlığın usaresi, hammaddesi. Deyim yerindeyse “ben’im şudur” denildiği anda o şey her neyse, ben’in olsa olsa ve ancak dış kabuğu hükmüne geçiyor. Temellük edilen ruhî ve fizikî aygıtlar da öyle. En esaslı ben’lik dışa vurumu olan sanat üretiminde dahi inşa bittiği anda, yapılan şey insanın kendisiyle ilişkisini kesiyor, kendisi olmaktan çıkıyor. Rimbaud’nun muhteşem bir biçimde ifadelendirdiği tam olarak böylesi bir kaçınılmaz sonuç: Odun kemana dönüşse bile keman artık başka bir ben’dir. Ben ancak süreç içerisinde var olabiliyor, bundan ötürü sanatçı eğer bir başka olmak aracıyla varlığını ifade edemiyorsa, üretimi sürekli kılmak zorunda. Kavramın bu boyutunu toparlarsak, ben duygusu şahsi özelliklerimizden, sahip olduklarımızdan edindiğimiz bütünlükten ileri gelen bir his olmadığı gibi, en etkili tarzda yaptıklarımızla gösterdiğimizi sandığımız bir duygu da değil. Dünyevi bu tür görünümler, eklentiler aslında bir anlamda ben’i giyindiriyor, örtüyor. Ben’in ne’liğini gizliyor. Ama ben, dünyevi giysisini çıkardıktan sonra da var. Şimdi burada yeri geliyor, ben derken içimizi dolduran kendilik duygusu, gayba inanılıyorsa eğer, ruhumuzdan başkası değildir gerçekte. Ben, ben derken, kendimi, yani özel olarak yaratılmış ruhumu kastediyorum. Aynı hammaddenin işlenmesiyle bilinmeyecek bir sayıda çeşitlenen, ve insanların birbirlerine ısrarla öyle olmadıklarını kabul ettirmeye çalıştıklarının aksine, her biri kendi tarzında “biricik” olan insan ruhları, kendilik duygularının kaynağını oluşturmakta. Hayatın dünya bölümünün “elmas ve kömür ruhların” kendilerini açık etmeleri için organize edildiği düşünüldüğünde, bulunduğumuz ortam kendini bilen ruhun kendini hatırlamasını, kendisiyle karşılaşmasını hazırlamaktadır, denilebilir. İnsan kendisinin şahidi kılınmıştır. Müşahade esnasında iradesini kullanarak sürece müdahale edebilir, önüne serili tekamül imkâlarını tercihine göre değerlendirir, nefsini gelişim basamaklarının en üstüne çıkarıp bir insan ruhuna dönüştürerek ideal olanı gerçekleştirebilir. Ama bunun için önce kendisini içeriden görebilmelidir.
Kendim derken ruhumu işaret ediyor isem, tam hakikatini ancak Allah’ın bildiği ve fakat bizim dünyevî bilgimizle, idrak kabiliyetimizle, ruhun bileşiminde yer aldığını söyleyebileceğimiz bir unsur olarak akıl burada dikkati celbediyor. Ben’lik ve akıl arasında da gözle görülür bir yapısal ilişki var. Ben’in hammaddesinde aklın payını araştırmak için kısacık bir gözlem yapmak yeterli. Ben’lik ve akıl birlikte bulunuyorlar, duygunun yoğunluğunu aklın potansiyeli belirliyor. Bir taşın ben’lik duygusu yok çünkü aklı yok. Aklı sinik ve sönük insanların terbiyesini vermekte zorlandıkları bir ben’likleri yok. Kavrayanın kendisini kavraması anlamına gelecek ben’in sırları belki de sonsuza kadar çözülemeyecek, böylesi mücerred bir olgu üzerinde fikir birliğine varılabilecek bir tarif yapabilmek bile oldukça zorsa da, kişisel düşünmelerim sonucunda ben’in “aklın potansiyeli” olduğuna karar verdim:
Kullanılan ve kullanılamayan bölümleriyle aklın güç toplamı.
Bir sanatçı olarak eseri karşısında ilk yabancılaşmayı Tanrı’nın yaşadığı söylenir. Bir eser olarak insanda oluşan yeni ben’in var olma kabiliyeti bulunmasaydı, bahşedilmiş olan “ben’i” asıl sahibine karşı kullanmaya kalktığında şiddetli bir biçimde cezalandırılacağından söz edilir miydi? Hakikat düzeyinde reddedilmeyen bir Tanrıyla ilişkide inananın önüne iki seçenek serilir: Ya dünya ortamında ben’ini sahibinden ayrımlayıp kendini birkaç on yıl boyunca mülk edinir, kullanımı müstakilleştirilen bir varoluşun sefasını sürer, mülk alanını genişleterek başlangıçta “ben benim, sen sensin” dediği Tanrı’nın yerine giderek göz koyar, ya da Nurettin Topçu’nun tesbit ettiği gibi, “kendinin olmayan bir şeyi kullanır gibi varlığa minnettar olacağı” bir duygu durumuna yükselir. Yoktan var edip, varlığını yokluğuna tercih ettiği için Allah’a minnettarlık duyar.
Ben’in eğitimi duyguların eğitimine bağlıdır. Duygular eğitilmediği takdirde akıl dürüst muhakeme yürütmez ve ene vahşi bir üstünlük davası gütmeye kalkışır. Ene’ye doğru ölçüler alabilmesi için haddini bildirecek olan, adalet duygusudur.
Guşef Kav Yazısından Kesit