Yazarlara önce yazdıkları kitaplar sayesinde hayran oluruz elbette. Yıllar geçtikçe o kitapları ilk okuduğumuz dönemle, günlerle ilgili hatıralarımız ve kitabın bizde uyandırdığı ve ilk başta fark etmek istemediğimiz özlemler ve duygular, kitapları ilk okurken duyduğumuz hayranlıkla birleşir. Artık o yazara dünyanın içimize işleyen bir resmini bize sunduğu için değil yalnızca, hayatımızın ve ruhsal gelişimimizin bir parçası olduğu için de bağlılık duyarız. Benim için Albert Camus, Dostoyevski gibi, Borges gibi bu tür temel yazarlardan biridir. Bu iki yazar gibi Camus de felsefi ve metafizik eğilimleriyle genç okurlara dünyanın ve hayatın anlamlandırılmayı bekleyen çekici şeyler olduğunu ve bu anlam verme işini yapmak isteyen edebiyatın -hayat gibi- sınırsız imkânları olduğunu sarsıcı bir güçle hissettirir. Gençken bu yazarları uygun bir iyimserlikle okursanız, siz de onlar gibi yazar olmak istersiniz.
Camus’nün neredeyse bütün kitaplarını Dostoyevski ve Borges’ten de önce, on sekiz yaşımdayken, babamın etkisiyle okudum. İnşaat mühendisi olan babam, 1950’lerde Gallimard tarafından bir bir yayınlanan Camus’nün son dönem kitaplarını Paris’ten alır ya da İstanbul’a getirtir ve dikkatle okuduktan sonra onlardan arada bir söz etmekten hoşlanırdı. Babamı etkileyen şeyin, benim anlayacağım dille arada bir bana anlatmaya çalıştığı “absürd felsefesi”nden çok, bu felsefenin Batı’nın büyük şehirlerinden, onların dramatik mimarisinin içinden ve ev içlerinden değil, bizimkine benzeyen kenarda kalmış, yarı fakir yarı modern, yarı Müslüman yarı laik Akdenizli bir dünyadan bize seslenmesi olduğunu düşünüyorum bugün. Yabancı’nın, Veba’nın, bu kitaptaki bazı hikâyelerin yer aldığı coğrafya ve Camus’nün çocukluğunu, gençliğini geçirdiği, ne tam Batılı ne de tam Doğulu bu sokaklardan, bahçelerden, güneşten sevgiyle ve alçakgönüllülükle söz edişi ve yakışıklılığını kaybetmeden gazetelerin “saçma” dediği bir trafik kazasıyla genç yaşta ölüşü de babamı sarsarak etkilemişti.
Camus’den söz ederken yalnız babamın değil, bütün dünyanın bahsettiği gençlik ışıltısı, elbette ki yazarın yeteneği ve yaşıyla ilgiliydi. Ama onu ilk okumamdan yıllar sonra bu gençlik fikrinin bir başka anlamı daha olduğunu hissediyorum şimdi. Sanki Camus’Nün kitaplarını yazdığı yıllarda Avrupa hâlâ genç bir yerdi, her şey olabilirdi orada. Gençlik dönemini yaşayan kültürlerde olduğu gibi sanki o zamanlar Avrupa’da şeylerin özüyle görüntüsü arasında fazla bir uzaklık da yoktu. Öyle ki, felsefe okumuş parlak bir yazar, öfkeli bir misyonerden, bir ressamın ün ile ilişkisinden, topal bir adamın bisiklete binişinden ya da sevgilisiyle plaja giden bir adamın duyarlılığından söz ederken, hiç beklenmedik bir anda, aslında onun hayatın anlamı ve dünyanın nasıl bir yer olduğu konusunda çok ikna edici bir şekilde konuşmakta olduğunu fark ederiz. Günlük hayatın sıradan ve özelliksiz ayrıntılarını, tıpkı bir simyacı gibi felsefeye zerafetle çevirebilmesi, Albert Camus’nün bu hikâyelerde de fark edeceğimiz en parlak özelliğidir. Bunun arkasında tabii ki Diderot’dan Houellebecq’e uzanan Fransız felsefi roman geleneği var. Camus’nün özgünlüğü bilgiç ve otoriter bir yazar sesine ya da mizaha dayanan Fransız felsefi roman geleneği ile, Hemingway tarzı kısa cümleli, gerçekçi hikâye etmeyi rahatlıkla birleştirebilmesi. Poe’dan Borges’e kadar bütün bir felsefi kısa hikâye geleneğinin devamı olarak görülebilecek bu hikâyeler, arada bir, tasvir etmekten, atmosfer yaratmaktan hoşlanan bir romancının gözlemleriyle renklenerek canlanıyor.
Burada dikkati çeken sorun, Camus’nün anlattığı şeye uzaklığı, fısıldar gibi konuşması. Okuru hikâyenin tam içine almandan, yazarla anlattığı şey arasında bir yerde bırakan bu kararsızlığın Camus’nün hayatının son yıllarında karşılaştığı yorucu, kahredici sorunlarla ilgili olmalı. Herkesin sözünü ettiği gençliğini kaybetmekte olduğunu, Camus de “Sessiz Adamlar” adlı hikâyenin başından anlayacağımız gibi biliyordu. “Ressam Çalışırken” adlı hikâye, Camus’nün hayatının son döneminde fazlasıyla tadını çıkardığı ve kendisine fazlasıyla yük olan sanatçı ünü ve başarısı ile ilgili. Ama asıl kahredici, zehirleyici sorun, elbette Cezayir Savaşı ile ilgiliydi. Cezayirli bir Fransız olan Camus, bu topraklara olan sevgisi ile Fransa’ya olan bağlılığı arasında kalmıştı. Bir yandan antikolonyal öfkeyi, isyanı, şiddete başvurmayı çok iyi anlıyor, diğer yandan da Fransız dostları bağımsızlık yanlısı Arapların, ya da Fransız basınına göre “teröristlerin” bombalarıyla öldürülürlerken, Sartre gibi, Fransız devletine karşı sert bir tavır alamıyor, sessiz kalıyordu. Sartre bu eski arkadaşının ölümünden sonra yazdığı son derece anlayışlı ve duyarlı bir yazıda, Camus’nün sessizliğinin ima ettiği derin şeyi ve vakarı okura hissettirmişti.
Hayatının sonunda Fransız kolonyalizmiyle Fransız dostlarının sevgisi arasında sıkışan ve bir seçim yapmak zorunda kalan Camus, durumunun ruhsal boyutunu “Misafir” adlı hikâyede yaratıcılıkla dışa vurur. Bu mükemmel siyasi hikâye, siyaseti bizim hevesle seçtiğimiz bir şey olarak değil, başımıza gelen ve kabul etmek zorunda kaldığımız talihsiz bir kaza gibi gösterir. Bütünüyle katıldığımız bir görüş…
ORHAN PAMUK
Manzaradan Parçalar
(İletişim, 2010)