RAINER MARIA RILKE (04.12.1875 – 29.12.1926)
Rainer Maria Rilke, 4 Aralık 1875’te Prag’da, Alman asıllı bir ailenin çocuğu olarak doğuyor. O zamanlar daha Avusturya’nın egemenliği altında olan bu kentte Almanlar azınlıktadır. Rilke’deki yalnızlık duygusunu ve erken gelişen
dil bilincini buna bağlayanlar vardır. Bu görüş, ancak belli bir ölçüde haklı olabilir; çünkü, yaradılış bakımından dışa dönük bir başkası, aynı koşullar altında, bambaşka bir yönde gelişebilir, ne bileyim, içe kapalı, ince sezişlerin
ozanı olacağına, dış dünyayı buyruk altına almaya çalışan bir zorba olabilir.
Ozanın babası Josef Rilke, Avusturya ordusunda subay olmak istemiş ama askerlik mesleğinde pek yükselemeden ayrılmak zorunda kalmış, demiryollarında müfettiş olarak çalışmıştır. Orta halli yaşamayı yadırgamayan, azla yetinmeyi bilen bu babaya karşılık, annesi Sophia Rilke, ölçüsüz tutkuların, aşırı özlemlerin kadınıdır. Oğlunun subay olmasını, kendi büyüklük ve soyluluk düşlerini onun gerçekleştirmesini ister. Oysa, yedi aylık doğan bu narin yapılı çocuğu, altı yaşına dek bir kız gibi büyütmüş, kız giysilerine bürümüştür. İlk çocuğu kızmış ve pek küçükken ölmüş de ondan. Bu yüzden, ikinci çocuğunun oğlan olarak doğmasına bir türlü alışamaz. Sık sık bir oyun oynarlar aralarında, annenin sahnelediği bir oyun: Anne odasında oturmaktadır. Derken kapı vurulur. Anne sorar: “Kim o?” Oğul dışardan seslenir: “Ben, Sophie” (annenin kendi adı). – Rilke daha sonra şöyle demiştir: “Ben sevemem, annemi sevmem de ondan.” Sevemeyeceğini söyleyen bu adam, sevmeyi pek yüceltmiştir oysa, sevilmeyi gereksiz görecek, yadsıyacak kadar. Bu duygu, sanırım, Tanrı anlayışını da büyük ölçüde etkilemiştir. Öyle ya, Tanrıya ne denli yaklaşırsanız yaklaşın, hiçbir zaman varamazsınız ona, onunla birleşemezsiniz; ama ona erişmeye çalışırken kendinizi büyütüp geliştirebilirsiniz. Oysa sevgi karşılık gördüğünde, seven için yolculuk bitmiş, durgunluk ve suskunluk başlamıştır.
Ozan, ailesinin zoruyla girdiği askerî okuldan ayrılıyor. Saray noteri olan amcasının mesleğini sürdürsün diye, hukukçu olmasını istiyorlar, bu da sonuç vermiyor. Bu arada durmadan şiirler, öyküler, oyunlar yazıyor. İlk şiirlerinin çoğunu sonradan yadsıyacaktır. Derken Münih’e gidiyor ve Lou Andreas Salome’yi tanıyor ki, hayatının dönüm noktasıdır bu. Rilke’den ondört yaş büyük olan bu son derece ilginç kadın, daha önce Nietzsche’yi tanımış, onu öylesine büyülemiş ki, filozof, kendisinden hayli genç olan bu kadına, bir arkadaşının aracılığıyla evlenme teklif etmiş ve cevabı beklemek üzere bir başka kente gitmiş, daha doğrusu, kaçmıştır. Aldığı cevapsa, olumsuz tabi. Lou Salome çok sonra, yaşı elliyi bulduğu sıralarda, Freud’la tanışıyor, onu da öyle bir hale getiriyor ki, Freud, verdiği konferanslara onun da gelmesini tutkuyla istemeye başlıyor. Bir konferansına gelemeyen ya da mahsus gelmeyen Lou’ya yazdığı bir mektupta bakın ne diyor ünlü ruh bilgini: “Dinleyiciler arasında belli bir kimseye seslenmek gibi kötü bir alışkanlık edindim; dün de, senin için ayrılan boş koltuğa, büyülenmiş gibi baktım durdum.” Lou Salome’nin başlıca silahı güzelliği değil, hayır. Düşüncelere karşı pek yüksek bir duyarlılığı var. Yaratıcı erkeklerle karşılaştığında, onların ruh yapılarını bütün özellikleriyle kavrayıveriyor, yaratıcı güçlerini kımıldatıp devindirerek gelişmelerine yol açıyor. Yaratıcı erkek kişiliklerine ustaca biçim veren bir (Jung’un deyimiyle) ‘anima’ bu kadın. Onu bir kez tanıyan, ondan etkilenen büyük adamlar, o ayrıldıktan sonra özlemle, tutkuyla arıyorlar kendisini. Çünkü Lou, ilgi duyduğu bir erkeğin güçlerini iyice uyandırıp seferber ettikten, onu yörüngesine yerleştirdikten sonra, hemen çekiliyor, çekilebiliyor; hiçbir erkeğe tam vermiyor kendini, ya da isterseniz, veremiyor diyelim. Durum ikinciyse,
yetersizliğini olağanüstü, yaman bir araç olarak kullanabiliyor demektir. Rilke’nin mektuplarını okurken bir şey dikkatimi çekti: en güzel, en özenilmiş mektuplar, ona yazılmış olanlardı. Tanışıp sevişiyorlar, derken ayrılma zamanı
geldiğine karar veriyor Lou. “Sana ancak çok gerektiğim zaman, en kötü saatinde arayacaksın beni” deyip gidiyor. Ona birkaç yıl sonra şöyle yazıyor Rilke: “O zaman da hissetmiştim, bugün de biliyorum ki, seni kuşatan o sonsuz gerçek, o son derece iyi, büyük ve üretici dönemin en önemli olayıydı. Beni yüz yerimden aynı anda kavrayan o değiştirici yaşantı, senin varlığının büyük gerçeğinden doğuyordu. Daha önce, o aranan durumsayışlarım sırasında, hiç o kadar duymamıştım hayatı, o kadar inanmamıştım şimdiye, geleceği o kadar tanımamıştım.
Sen bütün kuşkuların tam karşıtıydın; dokunduğun, uzandığın ve gördüğün her şeyin var olduğuna tanıklık edendin. Dünya bulutlu görünüşünden sıyrıldı, zavallı ilk şiirlerimin belirli özelliği olan o birlikte akış ve çözülüşten kurtuldum; nesneler doğdular, yavaş yavaş ve güçlükle öğrendim her şeyin ne denli yalın olduğunu; ve olgunlaştım, yalın şeyler söylemeyi öğrendim. Bütün bunlar, kendimi şekilsizlik içinde yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğum bir sırada seni tanımak mutluluğuna erdiğim için oldu.”
Lou ile birlikte Rusya’ya gidiyorlar. ‘Saatler Kitabı’nın yazılmasında bu yolculuğun ve kuşkusuz, Lou’nun büyük etkisi oluyor. Derken, Rodin’in öğrencisi, heykeltraş Clara Westhoff’la evleniyor. Birlikte yaşayışları pek kısa sürüyor. Birbirlerinden ayrı yaşıyorlar, ama nedense ömrünün sonuna dek karısından boşanmaya razı olmuyor (belki de kızı Ruth’u düşündüğünden). Ozanımızın evlilik konusunda görüşüdür: “Bu yalnızlığın kapıları önünde ben de sessiz ve derin bir inançla dolu olarak duruyorum; çünkü bunu, birbirinin yalnızlığını korumayı, iki kişi arasındaki birleşmenin en yüksek amacı sayıyorum. Çünkü ancak, derin yalnızlıkları ritmik olarak kesen birleşmeler
gerçek birleşmelerdir.”
Sonra Paris, Paris müzelerindeki sanat eserleri, özellikle Cezanne, bir de Rodin, Rilke’yi derinden derine etkiliyor. Yaşantıya bir Cezanne resmi, ya da bir Rodin heykeli gibi biçim vermeyi, sözlerle âdeta şiirler resmetmeyi, şiirler
yontmayı onlardan öğreniyor. Yine Paris’te André Gide’le, Paul Valéry ile tanışıyor. Gide, ‘Malte Laurids Brigge’nin Notları’nı okuduktan sonra, “İki haftadır sizinle yaşıyorum, kitabınız bütün varlığıma el koydu. Sizi daha iyi
tanımamı sağladığı için ona öyle borçluyum ki; sizi daha iyi tanımak daha çok sevmek demek de ondan.” diye yazıyor Rilke’ye. Valéry ise, “Bugüne dek tanıdığım olağanüstü kişiler arasında en büyüleyici olanlardan biri ve en esrarlı olanı Rilke’ydi. ‘Büyü’ sözünün herhangi bir anlamı varsa, diyebilirim ki, onun sesi, bakışı, davranışları, onunla ilgili her şey, büyülü bir varlık izlenimi bırakıyordu kişide.” diye söz ediyor ondan. “Militan yalnızlığım” dediği yalnızlığını her yere götürüyor çünkü, bu yalnızlık onun için artık vazgeçilmez bir varoluş koşulu olmuştur, artık onunla ve onda barınmaktadır…Ancak arasıra ve kısa bir süre için gevşeyen, hemen ardından daha da yoğunlaşan iç gerilimini kentten kente, ülkeden ülkeye taşıyarak sonuna dek dayanacaktır.
Birinci Dünya Savaşı patladığında Münih’tedir Rilke. Bir ara askere de alınıyor. Dostlarının yardımıyla bu görevden bağışlanıyor. Savaş yılları allak bullak ediyor ozanı. Paris’teki evinde bulunan kitaplarıyla ufak tefek eşyasına Fransız hükümetince el konuyor. Ancak, ünlü Fransız yazarları, Rilke gibi bir ozana, Alman da olsa, böyle davranmanın yakışık almayacağını düşünecek kadar ince bir soyluluk örneği veriyorlar, ozanın eşyalarından, hiç değilse bir kısmını kurtarıyorlar. Zaten savaş boyunca, Rilke’nin şiirleri elden ele dolaşmıştır Fransa’da.
Uzun bir susuştan sonra, birçoklarınca yüzyılımızın en önemli şiirleri sayılan Duino Ağıtları’nı bitiriyor. İnsan varlığının sınırlı ve eksikliklerle yüklü olmasından duyulan derin bir umutsuzluk dile gelir bu şiirlerde ve bu umutsuzluğun doğurduğu yeni bir melekten söz edilir. Büyük tragedyalara vergi bir özle dolu olan bu şiirlerin hemen ardından, onbeş gün gibi kısa bir sürede, ellibeş şiirlik ‘Orpheus’a Soneler’i yazıyor. Bunlar, tragedyanın gerilimli
durumunu sürekli yaşayan ve sonunda başarıyla bu durumun üstüne yükselen bir ozanın, şiirle musikinin pîri sayılan Orpheus’a sunduğu övgüler, türkülerdir.
Bir gün, bir dostunun şatosu olan Muzot’da kalırken, güzel bir Mısırlı kadın geliyor ozanı görmeye, şiirlerine tutkun bir kadın. Rilke seviniyor, ona gül toplamak için şatonun bahçesine geçiyor. Eline diken batıyor gül koparırken. Ağrı artınca, hekime görünüyor. İlerlemiş durumda kan kanseri olduğu anlaşılıyor. İki ay sonra da ölüyor. Mezartaşına, kendisinin özellikle hazırladığı şu mısralar yazılıyor:
“Gül, ey saf çelişki, nice gözkapağının altında hiç kimsenin uykusu olmamanın sevinci.”
Rilke’nin yaşama biçimi, şiiri kadar önemlidir. Bu, her şeyden önce, bütün yaşayışı şiire adamadır; ozanca yaşama, ozanca varolmadır. ‘Genç Bir Ozana Mektuplar’daki gence sormasını öğütlediği “Şiir yazmadan yaşayabilir miyim?”
sorusunu çok önceden kendine sormuş, “Hayır” cevabını verdikten sonra, hep şiiri için yaşamıştır Rilke. Hep şiir için yaşamaksa, hayatla sanat arasında zaman zaman seçim yapmak zorunda kalmaktır, tragedyanın ikilemiyle karşı karşıya olmaktır. İlkgençlik coşkusu dindikten sonra, geçim zorluklarıyla ve günlük yaşayışın öbür sorunlarıyla çepeçevre kuşatıldığında da ozan olarak kalabilen, ozanlığın yüksek bedelini her zaman ödemeyi göze alabilen ve ozan olarak ölebilen kaç kişi vardır şiir tarihinde?
Hayat-sanat ikilemi karşısında sanatı seçmek, hayatı yadsımak değildir; kendi yaşayışını sanatı için kullanmak, sanatı için yaşamaktır; bundan amaçsa (Rilke gibi üstün sanatçılarda) insan duyarlılığını daha derinleştirip
geliştirmek, insanoğlunun görüş alanını genişletmek, bilinç düzeyini yükseltmek, kısacası insanlığın tam uyanmasını sağlamaya çalışmaktır; sanatı, hayatın hizmetine en etkili biçimde koşmaktır.
Rilke-Seçme Şiirler kitabının önsözünden….
Edebiyat aracılığıyla gerçeğin hakkından gelen yazar olarak anılan Rainer Maria Rilke, 4 Aralık 1875’te Prag’da doğdu. Alman kökenli demiryolu memurun oğlu olan Rilke’nin annesi Praglı soylu bir aileye mensuptu. Çok hırslı ve kaprisli bir kadın olan annesi oğlunu kendi özlemleri doğrultusunda yetiştirmek istedi. Altı yaşına gelinceye kadar kız çocuğu gibi giydirilen Rilke, zayıf ve ince ruhu nedeniyle annesinin bu tutumundan etkilenerek başta kadınlar olmak üzere insanlarla iletişim kuramaz hale geldi ve şiirlerinde çocukluk yıllarını bir yandan içtenlikle bir yandan da korku çağrışımlarıyla anlatmasının en büyük nedeni de budur.
Dokuz yaşına geldiğinde annesi ile babası boşandı ve Rilke annesinin yanında Viyana’ya gitmek zorunda kaldı. Babasının toplumda elde edemediği saygın yeri edinmek amacıyla 1886’dan sonra St. Pölten’e ve Bohemya’daki Maehrisch-Weisskirchen’de askeri okullara devam etti. Beş yıl sonra Linz Ticaret Akademisi’ne kaydını yaptırdı. Rainer Maria Rilke’nin eğitimi bununla da bitmedi. Özel derslerin yanı sıra Prag’da edebiyat ve sanat tarihi de okudu. İlk şiirleri Yaşam ve Şiirler’in yayınlanması bu yıllarda oldu.
1896-99 yılları arasında öğrenimini Münih ve Berlin’de sürdüren Rilke, Münih’te yaşayan kadın şair Lou Andreas Salome ile tanıştı. Daha önceki yıllarda Nietzsche’nin aşık olduğu bu kadının Rilke’nin sanatçı kişiliğinin gelişmesinde büyük rol oynadığı belirtilir. Salome ile birlikte 1897’de Berlin’e, 1898’de Floransa’ya bir yıl sonra da Rusya’ya giden yazar, Rusya’da Tolstoy tarafından karşılanıp dönemin ünlü ressamı Pasternak ile tanışınca büyük mutluluk duydu. Kremlin’de tanık olduğu Ortodoks Paskalya Yortusu ve Rus halkının dindarlığı yazar üzerinde önemli etkiler bıraktı. İki yıl sonra yine Lou Andreas’la birlikte ikinci kez Rusya’ya giden Rilke, ülkenin güney bölümünü de dolaşarak yeniden Tolstoy’la buluştu. Bu geziden sonra ruh sağlığı bozulan yazarı terk edenler arasında Salome’de bulunuyordu.
Ressam Heinrich Vogeler’in çağrısına uyan Rilke, Worpswede’ye yerleşti ve 1901 yılında evlendi. Ancak bu evlilik sadece bir yıl devam etti. Boşanmasından bir süre sonra Rodin’in yaşamını yazmak amacıyla Paris’e gitti. Bir süre sonra da Rodin’in özel sekreterliğini yapmaya başladı. Hem Paris’teki yaşamı hem de Rodin’in kişiliği Rilke’nin yaşamında adeta dönüm noktasını oluşturdu. Rodin üzerinde araştırma yapmaktan çok onun sanatı ışığında Paris’teki yaşamını dile getirdiği Auguste Rodin, yazarın düzyazı türündeki ilk önemli yapıtıdır. Malte Laurids Brigge’nin Notları adlı romanını tamamladıktan sonra bir yıl boyunca Kuzey Afrika’yı dolaşan yazar, 1912’de Kontes Marie von Thurn und Taxis adlı bir soylunun Trieste yakınlarındaki Duino Şatosu’na yerleşti. 1909’da Paris’te tanıştığı Kontes, Lou’dan sonra Rilke’nin sanatını belirleyen ikinci güçlü kadın oldu ve yazar bu tarihten sonra yeni bir yaratıcılık sürecine girdi. Duino Ağıtları’nı da burada yazdı. Birinci Dünya Savaşı yıllarını genellikle Münih’te geçirdi. Bir ara Viyana’daki savaş arşivinde çalışan yazar 1919’da İsviçre’ye, üç yıl sonra da Wallis Kontu’na ait olan ortaçağdan kalma Muzot Şatosu’na yerleşti. Orpheus’a Soneler’i burada yazdı.
Şiirlerinin yanı sıra çağdaş Alman romanının öncüsü sayılan Malte Laurids Brigge’nin Notları adlı eseriyle de ün kazanan Rilke, ekonomik bunalımların ve kapitalist gelişmelerin belirlediği sanattan uzak bir çağın içinde yetişmiş, gerek yaşamı gerek yapıtlarıyla hayatı mekanik, cansız bir hale getiren duygulardan yoksun modern çağa, insanların birbirine ve kendi kendisine yabancılaştıran, yalnızlığa iten yaşama biçimine karşı gelmeye çalışır. Yazarın yaşamını belirleyen olaylar, onun sanatında da büyük değişimlere yol açmıştır. İlk dönem şiirlerinde görülen gelişmede sevgilisi Lou’nun ve birlikte yaptıkları Rusya gezisinin payı büyüktür. Dilin duygulara seslenen ses özelliklerine büyük bir duyarlılıkla yaklaştığı Saatler Kitabı, Rilke’nin Rusya yaşantısını ve Paris yıllarının etkilerini yansıtır. Kitap üç bölümden oluşsa bile sanki uzayıp giden bir şiir havasını taşımaktadır. Rilke’nin nesnelere ve dış dünyaya bakış acısından kaynaklanan yeni bir Tanrı imgesi, özellikle ilk bölümün temelini oluşturur. Tanrı’yı bu dünyanın dışında değil, evrenin her zerresinde bulur; art arda sıraladığı imgelerde, Tanrı’nın varlığını yaşar. İlk baskısı Saatler Kitabı’ndan önceye rastlayan çağı ve konusu bakımından olduğu kadar yazarın sanatındaki gelişmeyi yansıtması açısından da geçiş niteliği taşır. Rilke’nin ikinci baskıya eklediği 37 şiirde Paris yaşantısının etkisi büyüktür. Güz Günü ve Akşam gibi tanınmış şiirler, bu baskıya eklenenler arasında olup yeni bir döneme geçişin izlerini yansıtır. Sanatsal yaşamının ikinci döneminin başlıca iki yapıtından biri olan, Rodin ve Paris kentinin etkilerini taşıyan Yeni Şiirler adlı kitaptır. Burada artık Tanrı, aşk, ölüm gibi konulardan dış dünyaya nesnelerin dünyasına geçiş sözkonusudur. Panter ve Roma Çeşmesi adlı şiirlerinde nesnelerin kendisinden yola çıkan Rilke, kişisel duygularına ve izlenimlerine yer vermeksizin salt nesneyi tanımlar. Dış dünyaya bakışının değişmesindeki en büyük etkiyi ise yıllarca yanında yaşadığı Rodin sayesinde elde etmiştir. Yeni Şiirler ile Alman edebiyatında ‘nesne şiiri’ adı verilen yeni bir tür oluşturan Rilke’nin yaratımları, Rodin’in yapıtlarında olduğu gibi plastik nesneler olmayıp ‘yazılı nesnelerdir’. Bu şiirlerinin temelinde yatan ve Rilke’nin ‘görmeyi öğrenmek’ olarak nitelendirdiği dış dünyaya bakış ilkesi, Malte Laurids Brigge’nin Notları adlı romanı için de geçerlidir. Kişinin kendisine ve çevresine yabancılaşması, büyük kent insanının yalnızlığı, insanın varlığını oluşturan ölüm korkusu gibi konuları geleneksel roman kalıplarının dışına çıkarak işleyen bu yapıt, genç bir Danimarkalı şairin Paris yaşantısını anlatan bir günce biçimindedir. Romanda Rilke’nin Prag’la ilgili çocukluk anıları, Rusya ve İskandinavya yolculukları, özellikle de onu derinden etkileyen Paris yaşantısının etkileri görünmektedir. Lösemiye yakalanmış ünlü şairin sağlığı 1923 yılından sonra iyiden iyiye bozuldu. 51’inci doğum gününü kutladıktan birkaç hafta sonra 29 Aralık 1926’da Montreux yakınlarındaki Valmont’ta hayata gözlerini kapattı.
Eserleri Roman: Malte Laurids Brigge’nin Notları (Die Aufzeichnungen des Malte Laurids Brigge, 1910) Şiir Kitapları: Yaşam ve Şiirler (Leben und Lieder, 1894), Erken Şiirler (Die frühen Gedichte, 1902), Görüntüler Kitabı (Buch der Bilder, 1902), Saatler Kitabı (Das Stundenbuch, 1905), Yeni Şiirler (Neue Gedichte, 1907), Duino Ağıtları (Duineser Elegien, 1923), Orpheus’a Soneler (Sonetten an Orpheus, 1923), Deneme: Auguste Rodin (1903)
Die Wiese von Liebe und Tod des Cornets Christoph Rilke’den :
Kuledeki oda karanlıktır.
Ama aydınlatırlar yüzlerini gülüşleriyle. Körler gibi elle-
riyle yordarlar önlerini ve bulurlar ötekini, bir kapı gibi.
Sanki çocuklar gibi, geceden ürken, yaklaşırlar, içlerine
girerler biribirlerinin. Ama korkmazlar hiç. Hiçbirşey
yoktur, onlara karşı olabilecek: ne dün, ne yarın, çünkü
yıkılıp gitmiştir zaman. Ve çiçeklenip açarlar onlar da,
onun yıkıntılarında.
Beriki sormaz “Kocan?” diye.
Öteki sormaz “Adın?” diye.
Bulmuşlardır ya biribirlerini, biribirlerine yeni bir cins
olmak için.
Biribirlerine yüzlerce yeni ad vereceklerdir ve hepsini ye-
niden alacaklardır biribirlerinden, yavaşça, küpe çıkarır
gibi.
…Bir pencere mi açılmış? Fırtına içeri mi girmiş? Kim vu-
ruyor kapıları? Odalardan geçen kim? – Bırak. Kim olur-
sa olsun. Kuleye varan yolu bulamaz ki. Yüz kapı ardın-
da gibidir bu büyük uyku, iki insanın birlikte uyuduğu;
b i r ana ya da b i r ölüm kadar ortak.
…Sabah mı bu? Hangi güneş doğuyor? Bu kadar büyük
mü güneş? Bunlar kuşlar mı? Sesleri heryerde.
Herşey aydınlık, ama gün değil bu.
Herşey ses içinde, ama kuş sesleri değil bunlar.
Bunlar payandalar, parıldayan. Bunlar pencereler, haykı-
ran. Ve haykıran, kızıl kızıl, düşmana değin, dışarıda bal-
kıyan toprakta düşmana değin, haykıran: Yangın.
Ve yüzlerinde yırtılmış uykuları koşuşurlar hepsi, yarı
demir, yarı çıplak, odadan odaya, sofadan sofaya ve
ararlar merdivenleri.
Ve çarpılmış soluklarla kekeler borular avluda:
Toplanın, toplanın!
Ve sarsılan davullar.
…Türkçesi: O. Aruoba